JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Ocak 2017 00:06

EBU HUZEYFE (ra)

Ebu Huzeyfe ra

Ebu Huzeyfe (ra) - Kerem ACAR

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Ebu Huzeyfe (ra)

 

Miladi 579 senesinde Mekke’de dünyaya geldi. Mekke’nin ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia’nın oğludur. Hint b. Utbe de ablası olur.

Şemaili: Uzun boylu, güzel yüzlü, şehla gözlü, ön dişleri birbirinin üzerine binmişti (İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 92). Onuncu müslümandır. Efendimizin Daru’l-Erkam eğitiminden önce müslüman olmuştur. Yani; ilklerden. Süheyl b. Amrın kızı Sehla binti Süheyl ile evlidir. Önceleri Mekke’nin sayılı kimselerinden iken İslam’a girdikten sonra eski müreffeh hayatı kalmamış ve nübüvvetin beşinci yılına kadar hususen ailesinden cefalar görmüştür. Efendimiz’in (as) gördüğü luzüm üzerine Habeşistan muhacirleri ile birlikte hicret etti. O güne dek çocukları olmamıştı, hatta bu yüzden “Sen putların gazabına uğradın da bu yüden evladın olmuyor!” ithamına maruz kalırdı. Ama Cenabı Allah Habeşistan’da Ebu Huzeyfe’ye bir erkek cocuk ihsan etti. İsmini Muhammed koydular. 

Habeşistan’da olduğu günlerde oraya gelen ticaret erbabının “Mekke’nin ileri gelenleri müslüman oldu!” şeklindeki yanlış bilgilendirmesinden dolayı Mekke’ye döndüler. Mekke’ye gelen müslümanlar durumun öyle olmadığını görüncü ikinci kez Habeşistan’a dönmek durumunda kaldılar. Daha sonra müminlerin Medine’ye hicret ettiğini öğrenince Ebu Huzeyfe Habeşistan’dan Medine’ye döndü. Rasulullah Efendimiz onu ensardan Abbad b. Bişr isimli zat ile kardeş kıldı. Sâlim isimli siyahi bir çocuğu evlatlık aldılar. Bu Sâlim için Hz. Ömer vefat edeceği esnada şöyle demiştir: “Eğer hayatta olsaydı size halife olarak Salimi tavsiye ederdim!” 

Hicretin ikinci senesinde vuku bulan Bedir Harbi’nde mübareze meydanına çıkan babası Utbeye karşı savaşmak istedi fakat Efendimiz izin vermediler. (İbn Sa’d, c. 3, s. 92)

Esasında Utbe b. Rebia savaşa geldikten sonra dönmek istemiş hatta orduyu vazgeçirmeye çalışmış fakat başarılı olamamıştı. Orduyu toplayıp “Karşımda ölümü arzulayan bir topluluk görüyorum, bu iş bize hayır getirmez!” demişse de kendisi bu tutumundan ötürü bazıları tarafından tahfif edilmiş Utbede bu ezilmişliğin etkisiyle kendini bir oğlu ve kardeşini Bedir meydanına atmıştır. (Asım Köksal, İ.T. Medine Devri/Bedir) 

Ebu Huzeyfe’nin babası amcası ve kardeşiyle mübarezeye çıkmak istemesi ablası Hint tarafından şiirle hicvedilmiştir. Efendimiz (sav) ona, baba ve amcasına kardeşine karşı mübarezeye izin vermeyişine mukabil Efendimiz’e: “Ya Rasulallah bana müsade buyurun. Zira babamı başka bir kardeşim öldürürse korkarım daha sonra öldüren kişinin akrabalarına ailem zarar verir.” Efendimiz yine de müsade buyurmadılar.

Savaş meydanı en hararetli anlarını yaşarken şöyle bir olay cereyan etti. Efendimiz: “Abbası gören onu öldürmesin!” buyurdu. Ebe Huzeyfe bu sözü arkadaşlarından duyunca: “Hayır! Babalarımızı kardeşlerimizi gözümüzü kırpmadan öldürürken Abbası mı sağ bırakacağız! Gördüğüm yerde öldürürüm Abbas’ı!” dedi. Bu söz Efendimiz’in kulağına gidince müteessir oldular. O an yanında bulunan Hz. Ömer’e: “Peygamber amcası öldürülür mü ya Ömer!” dedi. Hz. Ömer de: “Dilersen Ebu Huzeyfe’yi öldüreyim!” dedi. Efendimiz: “Asla! O benim ashabımdır, dostumdur.” buyurdu ve Ebu Huzeyfe’yi çağırttı.

Geldiğinde mübarek elini Ebu Huzeyfe’nin omuzuna koydu ve: “Kardeşim Ebu Huzeyfe, Abbas buraya gönüllü olarak gelmedi zorla getirildi.” dedi. Ebu Huzeyfe de hatasını anladı. Ve diz üstü çöküp hatasından ötürü ağlamaya başladı. Şöyle dedi: “Bu hatama bir kefaret lazım ve o kefaret de benim şehadetim olmalı!”

Hz Ömer: “Ne ahdediyorsun Ebu Huyzeyfe?” deyince Ebu Huzeyfe ona: “Duyarsın bir gün, görürüsün bir gün Hattabın oğlu!” dedi. Zaten Haşimoğullarının tutumu bi’setin başından beri Efendimiz’e ve müslümanlara destek olmaktı. Bu yüzden üç sene süren şib-i Ebu Talip muhasarsında müslümanlarla birlikte bu acıya katlanmışlardır. Savaş esnasında da Mekkeliler tarafından müslümanların safına geçer endişesiyle bir çadırda rehin tutulmuşlardı. (Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yayınları)

Tabi Hz. Ebu Huzeyfe’nin bu olayında şu gerçek gözardı edilmemeli; Ashab-ı kiram da insandı. Ve nadiren de olsa beşeri hissiyatları öne çıkabiliyordu. İslam tarihimizde bunun yüzlerce örneği vardır. Nitekim Hz Ömer efendimiz de Hudeybiye’de bu meyanda acı bir olay yaşamıştı.

Daha sonra kendinin de ifade ettiği üzere: “O gün öyle bir hataya düştüm ki münafık olmaktan hep korktum. Rasulullah beni çağırıp kalbimdekini yüzeme vurmasın diye ordunun hep en önünden gittim. Ve sure-i Fetih nazil olunca Rasulullah beni çağırttı yüreğim ağzıma gelmişti. Hamdolsun ki Allah sonunda beni bu durumdan kurtardı.” buyurmuştur (Asım Köksal, İ.T. Hudeybiye). Ashabı kiram efendilerimizin hatalarında Efendimiz af yolunu tutup onları bağrına basmıştır. Sünnet-i Rasululllah böyle işlemiştir. 

Hz. Ebu Huzeyfe toplam 28 savaşa iştirak etti.

İnşaallah diğer yazımızda hayatının kalan kesimini anlatmaya çalışacağız.

 

Yazar: Kerem ACAR

 

Pazar, 01 Ocak 2017 00:05

AAA! BENİM KOMŞUM VARMIŞ...

 komşuluk

Aaa! Benim Komşum Varmış... - Salih ŞAKAR

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Aaa! Benim Komşum Varmış...

 

Geçenlerde apartmandan içeri girerken kapıda duran birisine;

-Hayırdır kimsiniz, kimi bekliyorsunuz diye sordum. Ben bu binada oturuyorum sizin komşunuzum demez mi?

Kaynar sular başımdan aşağı döküldü sanki, yıllardır aynı apartmanda oturduğumuz komşumuzu tanımamıştım. Üzüldüm işte senin anlayışın bu kadar dedim. Kapındaki komşundan haberin yok. Böyle mi olacaktı, aynı binada birbirimizden habersiz mi yaşayacaktık? Bizleri bu hale neler, kimler ve nasıl getirmişlerdi. Böyle mi olmalıydık?

Gözlemlediğim kadarı ile komşuluk ilişkileri yavaş yavaş bitmekte. İnsanlar birbirlerine karşı yabancılaşmakta. Artık aynı apartmanda oturan insanlar bile neredeyse birbirlerini tanımamakta. Çocukluğumdan hatırlıyorum da mahallemiz sanki bir ailenin fertleri gibiydi. Herkes birbirini tanır ve birbirinin yardımına koşardı. Küçük şehirlerde gene az da olsa komşuluk ilişkileri sürmekte. İstanbul gibi büyük kentlerde ise tamamen ölmüş. Aynı apartman sakinlerinin araba park yeri meselesinden dolayı yumruk yumruğa kavga etmesine aşağı yukarı hepimiz şahid olmuşuzdur.

Bu toplumda sosyalleşmenin içinde insanın ailesinden sonra kendisine en yakın olanlar, komşularıdır. Aile fertlerinden sonra sevincimizi paylaşacağımız kimseler, komşularımız olduğu gibi bela ve musibet anında da belki de aile fertlerinden önce haberdar olacak, yardımımıza ilk koşacak olanlar yine komşularımızdır. Bu nedenle dinimiz, komşu haklarına büyük önem vermiş, komşularla iyi geçinmeyi kâmil anlamda müslüman olmanın alameti saymıştır. 

Peygamber Efendimiz’in (sav);

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna iyilik yapsın.” ve “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusunu rahatsız etmesin.” hadisleri de bu yöne dikkatimizi çekmektedir.

Komşuluk toplumumuzda önemli kavramlardan biridir. Deyimler ve atasözleri ile kültürümüzde komşuluk ilişkilerinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. 

“Ev alma komşu al.” ya da “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” gibi atasözleri komşuluğa verilen değeri göstermektedir.. 

Eskiden müstakil evlerden oluşan sokaklarda belli sayıda insanlar yan yana, bahçeli evlerde sosyal açıdan birbirleriyle daha yakın ve samimi bir yaşam sürerlerken her anı, acıyı ve mutluluğu birbirleriyle paylaşırken birden bire yeni yapılaşmalarla kopmaya başladılar. 

O samimi ortamların, paylaşımların yer aldığı sokaklar birbirlerine paralel, karşılıklı birer taş orman olma özelliğine büründü. 100-150 kişinin yaşadığı sakin sokaklarda birden bire neredeyse bir köy nüfusuna varan konutlarla dolu bir sokakta yaşam başladı. 

Artık çevremizde yemyeşil bahçeleri olan, çeşit çeşit çiçeklerin yetiştiği evler yerine, önlerinde bir araç yığıntısı, kirlileşme ve gürültüye sebebiyet veren çok katlı apartmanlar ortaya çıktı. Komşuluktan kopan insanlar artık birbirlerine hal hatır sormak yerine, araçlarının park yeri nedeniyle ya da çocuklar nedeniyle kavgalar etmeye başladılar. 

Çok katlı binalarda komşuluk hakları diye bir kavram artık ortadan kayboldu. Birbirlerini rahatsız etmek için adeta yarışan, birbirlerinin haklarına saygı göstermeyen bir topluluk doğdu adeta. 

Aynı apartmanda oturup daha henüz isimlerini bile bilmedikleri komşulara sahip oldu insanlar. 

Şimdi yanındaki, altındaki ya da üstündeki komşularını tanımadan, onlara en acil durumlarda yardım için nasıl başvurabileceklerini düşünür oldular. 

Eğer komşumuz, bizim hareketlerimizden ve tavırlarımızdan endişe ediyor, bizden her an zarar görebileceğini düşünüyorsa biz de en azından komşuluk vazifelerimizi yerine getirmiyorsak, Allah’ın rızasından mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. 

Peygamber Efendimiz (sav) bu tehlikeye: “Allah’a yemin ederim ki komşusu, zararlarından emin olmayan kimse, (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz.” buyurarak dikkatimizi çekmiştir. 

Halbuki mümin, başkalarıyla hoş geçinen ve başkalarının da kendisiyle hoşça geçindiği bir insan ve her yönüyle komşularının da huzur kaynağıdır.

Hâce Hazretleri;

“Ne incin ne de incit!” diye buyurarak gerek komşuluk gerek arkadaşlık ve gerekse de tüm ilişkilerimizde bu hassasiyeti göstermemizi tavsiye etmişlerdir. 

Toplum yaşayışımızda hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan komşuluğun önemi üzerinde dinimiz hassasiyetle durmuş, komşuluk ilişkilerine dair hayati prensipler getirmiştir. 

Kur’an-ı Kerim’de;

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, idare ve himayeniz altında bulunanlara iyi davranın.” ayeti, Allah’a kullukla beraber başta ana-baba olmak üzere, toplumun diğer kesimleri ile birlikte komşularımızla da iyi ilişkiler kurulmasını bir hizmet olarak vurgulamaktadır. 

Bu bakımdan komşuya iyilik etmek sevinç ve üzüntüsünü paylaşmak, ondan gelebilecek bazı sıkıntılara sabredebilmek, onları olgunlukla karşılamak dinimizin gereğidir. 

Peygamber Efendimiz;

“Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir.” buyurmuşlardır.

Şimdi eğer biz, komşuluk ilişkilerine gereği gibi Rıza doğrultusunda özen göstermeyip komşumuz aç iken biz tok olarak hayatımıza devam edersek Hz. Peygamber Efendimiz’in önüne geçmiş olmuyor muyuz?

Ecdadımızın “Ev alma komşu al.” sözü büyük bir tecrübenin ürünüdür. Bu tecrübeyi dikkate almayan sözüm ona modern çevrelerinin, apartman köşelerinde çektikleri çileler; bizleri, biz yapan değerlerimize bağlanmamız konusunda biraz daha düşünmeye sevk etmektedir. Her gün asansörde karşılaştığı komşusuna merhaba diyemeyen, bitişik dairedeki komşunun vefatını 3 ay sonra duyan, taziyesini duyduğu komşusunun ziyaretine gitmeyen, çocukların kavgası yüzünden komşu ile tartışıp bu nedenle küs duran, Ramazan’da bir komşunu evine davet edemeyen, ruhsuz, hayattan bıkmış, kalabalıklar içinde yalnız yaşayan bir toplum haline gelmişiz. 

Müslüman, komşularıyla güzel geçinen, seven, sevilen, aranan ve onlara güven veren bir insandır. Çünkü, çevresine güven vermeyen bir insan, olgun bir mümin olamaz. 

Görülüyor ki, komşu hakları dinimizin üzerinde titizlikle durduğu bir konudur. Bu itibarla, komşularımıza iyilik ve ikramda bulunmak, onlarla selamlaşmak, ziyaretlerine gitmek, yardımlarına koşmak, sevinçlerini ve kederlerini birlikte paylaşmak, güler yüzlü davranmak, hediyeleşmek, rızaya uygun düğün ve derneklerine katılmak, cenazelerine iştirak etmek, başsağlığı dilemek, onlara zarar verecek hareketlerden sakınmak, ayıp ve kusurlarını araştırmamak, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak, komşularımıza karşı başlıca görevlerimizdir.

Hal böyleyken kendimiz için istediğimizi komşularımız için de istemeliyiz. Komşularımızla güzel geçinmeli, onları hiçbir şekilde rahatsız etmemeliyiz. Gizli sırlarını araştırmamalı, eksikliklerini gidermeye çalışmalı, sevinç ve kederlerine ortak olmalı, her hususta yardımlarına koşmalıyız.

Olgun müslüman, kimseye zararı dokunmayan, çevresine güven veren ve daima iyilik yapan kimsedir.

Komşularımızla ilişkilerimiz, onlara karşı davranışımız müslümanlar olarak dinimizi temsil eder nitelikte olmalıdır.

Komşu olarak, şu üç ihtimalden birisi içerisinde yaşıyoruzdur;

Ya hiç kimse ile ilişki kurmayan, kimseye ne faydası ne de zararı dokunan bir komşu,

Ya hiç kimseyle geçinemeyen kötü bir komşu,

Ya da iyi ilişkiler kuran, herkesin kendisine güvenebildiği bir komşuyuzdur. 

Bizim komşuluğumuz herkesi imrendirmeli, hem mevcut mahalle veya apartman ahalisini hem de mahallemize yeni taşınacak kimseyi; “Burada bir müslüman varmış, ne güzel!” dedirtebilecek şekilde örnek bir komşuluk olmalıdır.

Unutmayalım ki “Kişi bilmediğinin düşmanıdır.” İnsan bilmediği şeyden korkar ve tanımadığı kişilere karşı tedirgin olur. Bu gayet doğaldır. Bu nedenle tanışmak, kendimizi tanıtmak, çevremizde örnek bir insan, örnek bir müslüman olarak bilinmek aynı zamanda dinimizi tebliğ etmenin de en iyi yoludur.

Madem ki iyi bir komşu olmak dini bir vecibedir o halde inandığımız değerleri yaşamaktan daha güzel bir tebliğ yöntemi olabilir mi? 

Hâce Hazretleri’nin buyurduğu üzere;

“İnandığımız gibi yaşayamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız.”

Allah yar ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Salih ŞAKAR

 

Murat Han

İlim - Hayat İrtibatı Bağlamında Kelâm ve Tasavvuf İlişkisi - Murat Han ATAY

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

İlim - Hayat İrtibatı Bağlamında Kelâm ve Tasavvuf İlişkisi

 

İman... Yaşadığımız şehadet aleminde eşya ve hadiseyi anlamlı kılan ve insan ile ilişkisinde yegâne yer tayin edici mefhumları gözle görülür bir halde yaşam alanına icra eden, her eşyanın bir remz olduğu arz üzerinde insanın tek kurtuluşu.

Misaller ve sembollerin bu beş duyu ile idrak edilen alemde vücud bulmuş hali olan nesneleri insan ancak ve ancak inancının kendinde oluşturduğu yakîn bir bilgi vasıtası ile ne ifade ettiğini ve neye delalet ettiğine şâhid olabiliyor. İnsanın alem ile ilişkisinin, insana yer ve pozisyon tayin ettirmesi ve durması ve olması gereken yeri bildirmesi ile de “hikmet” açığa çıkıyor.

İşte insanın alem ve Cenabı Hakk ile ilişkisini, kendi varoluş gayesini izhar eden “itikad” insanın İslam olduğu andan son nefesine kadar muhafaza ve müşahede etmesi gereken yegane emaneti. İşte, muhafaza ve müşahede edilmesiyle “itikad” Kelâmın gayesi, Tasavvufun konusu olmuştur.

İslam itikadının ana ilkelerini, iman esaslarının naklî ve aklî meselelerini, İslam’ın geniş bir coğrafyaya yayılması ve kültürlerle tanışmasıyla çeşitli inanç, fikir ve hurafelerin selef-i salihin akidesine zarar vermemesi; temiz, saf itikadın bozulmaması gayesiyle tedvin edilerek bir ilim haline gelen “Kelâm” gayesi itibariyle müslümanlar için ziyadesiyle önem teşkil eden bir ilim haline gelmiştir.

İnsanın bu kesret aleminde nasıl tevhide ulaşacağını, gayretini ve himmetini nasıl tek noktaya teksif edeceğini insana gösteren ilm-i kelâm ve husulü olan akâid diğer İslam ilimlerine nazaran cüz’i değil külli meselelerle ilgilenerek hayata dair bütüncül bir okuma yapmamızda bize ziyadesiyle yardımcı olur. Çünkü kelâmın konusu bütünü ile varlıktır. Tüm İslam ilimlerinin temelini teşkil eden kelâm ilmi neticesiyle akaid İslam dairesinde bir hayat ve rıza doğrultusunda emin adımlar ile yürümek isteyen bir müslüman için ilk uğraması gereken durak. 

Kelâmcıların teoride hududunu belirlediği ve neticelendirdiği İslam Akaidi’nin meselelerini hayata taşıyarak, eşya ve hadiselerde seyreden, ilim usulünün tabiri caiz ise donuklaştırdığı, soğuklaştırdığı ilah tasavvurunu yaşam alanına davet eden ve yaşam ile iç içe olarak insan ve alem ile olan ilişkisini, tasarrufunu ve tecellisini bu günlük hayatın içinde temaşa eden sûfîler olmuştur.

Kelâmcılar sıfat ve isimlerin genel çerçevesini belirleyip ve teorisini ortaya koyduktan sonra sûfîler bu temel üzerine sıfat ve isimlerin insan ve alem ilişkisi üzerinde durarak meseleye canlılık kazandırmışlardır. İtikad ettiğimiz, İslam dairesi içerisine girerken şâhitlik ettiğimiz “La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah” ifadesini bize yaşayarak şerh ettiren; itikadı kalem, niyet ve hayatı ise bir mürekkep gibi kullanarak bu kelime-i tayyibeyi yaşamın içerisine ince ince, bir sanatkâr edâsıyla nakş eden ve böylece şahidliklerini hayatlarıyla tasdik edenler yine sûfîler olmuştur.

Cenabı Hakk’ın hakiki ilah olduğunu, ilahın ne demek olduğunu, tasarruf ve tecellilerinin nasıl, nerde olduğunu, farkında olmadan ne tür ilahlar kesb ettiğimizi ve bu ilahların nazargah-ı ilahî olan gönlümüzü en baş köşelerine nasıl koyduğumuzu ve bu putları yıkacak olanın ise yalnız ve yalnız Efendimiz’in (sav) bize anlattığı, tanıttığı ve bildirdiği ve kesintisiz ilişkide olduğu bir ilah olduğunu, bu kainat dergahında tevhid eğitimini yalnız Rasul-i Kibriyâ’dan (as) talim edeceğimizi biz yine sûfîlerin hayatlarında görüyoruz.

Anlatılagelir ki Cenabı Hakk’ın Hayy sıfatı mı daha öncedir yoksa İlm sıfatı mı diye yöneltilen bir soru üzerine: “Hayy sıfatı, çünkü ilim hayattan neşet eder.” diye cevap verilmiştir. İşte asl olanın yaşam olduğu, ilim buna mutabık ve hayatın ilmi müteemmil olduğunu insan inancı, itikadı ekseninde hayatını şekillendirdiğinde idrak edebiliyor. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: 

“İnsan ilk kelime-i şehadet getirdiğinde, gerçekten şahit olduğu için değil, bunu Rabbine karşı bir hüsn-ü zann ve temiz niyeti ile dile getirir ve böylece İslam olur. Bu şehadetinden sonra hayatını bu hüsn-ü zannı ile nefsini ve kainatı müşahede ederek yaşantısıyla bu sözüne şahitlik etmiş olur. Hayatını bu söze şehadetine delil olarak yaşadıktan sonra son nefesinde bu şehadetini tekrarlayarak: ‘Ya Rabbi ben senin gerçekten tek bir ilah olduğuna ve senin gücünde, kuvvetinde, kudretinde ve senin kadar muhabbet edilecek hiçbir şey olmadığına; bizlere bu kâinat dergahında muallim olarak lütfettiğin Risâletpenâh Efendimiz’in (as) tebliğiyle, eğitimiyle şahidlik ediyorum!’ diyerek hüsn-ü hatime ile ruhunu teslim eder.” Cenabı Hakk hepimize böyle bir şehadet hüsn-ü hatime nasip etsin inşaallah. 

Bu vechede Cenabı Hakk’ın İlim sıfatının tecellisini kelâmcılar üzerinde görürken, Hayy sıfatının tecellisini ise ilmin hikmet ile izhar olması hasebiyle sûfîlerde görüyoruz. Teorik meseleler ile kelâmcılar ilgilenirken, bu teorinin hayat sahasında icra edilmesini ve pratiğe nasıl döküleceğini de yine biz sûfîlerden öğreniyoruz. Kelâmcılar kemmiyet ile sufiler keyfiyet ile iştigal etmişlerdir ve su ile toprağın birbirini beslemesi gibi ulemâ ile urefâ İslam medeniyet ve kültürünün havzasını genişletmişlerdir. Her toprakta, her gönülde farklı mahsüller veren ve bu çeşitlilik içerisinde dahi tevhîdi haykıran bu kadîm gelenek hayata her lahza derc olan bir nurdan başka ne olabilir.

Sağlam bir akaid üzerine bina edilen tasavvufî anlayış insana tüm mahlukatın zikrini duyurabilecek hassasiyet ve zerafete ulaştırabilir. Hikmet ise ancak böyle bir ilişkinin neticesinde açığa çıkabilir. İlimi toprak irfanı ise su olarak teşbih edersek mahsul elbette ki hikmet olacaktır. Bugün kadîm felsefe ve kültürler ile mezc edilmeye çalışılan ve İslam dairesinin dışında eklektik, yamanmış bir anlayış olarak anlatılmaya çalışılan tasavvuf ancak sağlam bir akaid bilinci ile anlaşılır hale gelebilir.

Günümüzde sürekli ön plana çıkarılmaya çalışılan mistisizm ve gnostizm (batınîlik) anlayışı ile tasavvuf kıyaslanmaya ve pasifize hale getirilmeye çalışılıyor. Tabi bunda bugünkü cemaatlerin donuklaşmış ve artık süt veren kaynakları kurumuş olan geleneklerini bir ritüel olarak devam ettirmesi de yadsınamaz bir etken. Tasavvuf bu gibi yaftalamalardan ilk etapta sağlam İslam Akâidi üzerine inşa ile kurtulabilir. Meselelerimizin teorik ve nazarî planda izahlarını bilmezsek hayatın içerisinde eğriyi doğrudan ayırt etmemiz zorlaşacaktır.

Büyüklerin sürekli sağlam bir akide sahibi olmamız ve akaide dair meseleleri iyi bilmemizi tavsiye buyurmaları her yerde kol gezen fâsid fikirlerin bizim omurgamızı sarsmaması içindir. İmanî hayatımızın ana omurgasını teşkil eden akaidimiz zarar görecek olursa binamız tümüyle yıkılabilir.

Hüccetü’l-İslam İmam Gazzalî (ra) Hazretleri’nin yaptığı gibi eserinin ismine “İhyâ-u Ulûmid-din” diyerek, bir eser ismi olmaktan ziyade kendisinden sonraki 1000 yılı şekillendiren ve beşerî ve nebevî tüm ilimlere diriltici bir soluk üfleyen müthiş bir projeyi bugün ancak kâmil bir mürşidin nazarı ile gönüllerimizde yeşertebiliriz.

İlimle aşırı iştigalin yegâne müsebbib ve faili unutturması ile maksadından sapması ve tüm meselelerin katı bir nedensellik ilkesiyle birbirine kalın zincirler ile bağlandığı bir dönemde Gazzalî bu zincirleri kırarak: “Ateş emir kuludur, yegâne fail Allah’tır!” diyerek tüm meseleleri Hayy olan Cenabı Hakk’ın sanatını ve tecellilerini müşahede üzerine bina ederek himmetiyle gönülleri yeniden canlandırmıştı.

Gazzalî’nin bu çalışması İman-İslam-İhsan üçlüsünü sağlam bir şekilde perçinlemekti. Esasen kelâmcı ve büyük bir fakih olan Gazzalî “ihsan”ı merkeze alarak tüm teorik ve pratik ilimleri yeniden inşa ve usulünü tedvin ederek etkileri bugün hala süren ve İslam düşünce geleneğinde hala aşılamamış biri olarak etkisini sürdürmektedir.

İlmi, ilmin eşya ile irtibatı olan irfanı ve bu irtibatın insan ile ilişkisi olan hikmeti yeniden an be an hayatımızda ve yaşantımızda müşahede etmeliyiz. Efendimiz’in (sav) tarif buyurdukları din tarifinde “İman-İslam-İhsan” üçlüsünü bir bütün olarak görerek meselelerimizi kâmil bir mürşidin gözünün ve gönlünün dizinin dibinde yeniden gözden geçirmeliyiz.

Gazzalî’nin İslam ilimlerine yaptığı gibi bizim de İslamî yaşantımıza “rıza” merkezli diriltici bir soluk getirmemizin yegâne yolu kâmil bir mürşidin kudsî nefesiyle Cenabı Hakk’ın Hayy sıfatının tecellisini iliklerimize kadar hissetmektir. Bugün bizim için ‘ihya projesi’ cevami’ül-kelîm olan insan-ı kâmilin Hakk’ın tüm tecellilerine mahal olan gönüllerine girmeye çalışarak yeniden doğma ile gerçekleşecek.

Gazzalî’nin İslam düşüncesinde zahirî planda yaptığı bu tecdid ve ihya hareketini insan-ı kâmiller gönüllerde, zihinlerde ve fikirlerde yapmışlardır. Eğer görmek, duymak, hissetmek ve müşahede etmek istiyorsak önce hayat bulmalıyız asıl görenin, asıl akledenin göz değil gönüller olduğunun idrakine varmalıyız. Gönüllerin sultanı olan evliyaullah ise bunu bize idrak ettirecek ve an be an yaşatacak olan tabiblerdir.

Unutmamalıyız ki diriliş ancak ve ancak “insan” ile olacaktır.

 

Yazar: Murat Han ATAY

 

Pazar, 01 Ocak 2017 00:03

DİL VE AFETLERİ: MÂLÂYANİ

HUCURAT 12

Dil ve Afetleri: Mâlâyani - Şeb-i Vuslat

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Dil ve Afetleri: Mâlâyani

 

Osman Bedruddin Erzurumî hazretleri mâlâyani ile ilgili olarak, Sohbetler isimli eserinde şunları aktarmaktadır:

Aleyhissalatu vesselam Efendimiz Hazretleri bir gün ashabı-ı güzin hazretleri ile otururlarken: “Şimdi kapıdan girecek kimse cennetliktir.” buyururlar. O sırada Abdullah b. Selâm hazretleri içeri girerler. Daha sonra sahâbe-i kiram hazretleri: “Ey Abdullah b. Selâm, sen ne ile bu nimete, bu şerefe nail ve mazhar oldun?” diye Abdullah b. Selâm hazretlerinden sual ederler. O da: “Ben âciz bir kulum. Fakat olsa olsa şu iki şey sebep ve vesilesiyle bu nimetin bana ihsan buyurulmuş olması düşünülebilir: Ben kat’iyyen mâlâyani bilmem, bir de bende bir kalb-i selim vardır. Belki bunların yüzünden bu nimet ihsan buyurulmuştur.” diye cevap verir.

Yine bir gün Lokman Hekim, bir cemaate riyaset ediyor, vaaz ve nasihatte bulunuyormuş. Beni İsrail ileri gelenlerinden biri oradan geçerken bu hali görmüş ve Hz. Lokman’a hitaben sorar: “Sen esasen bir kölesin. Ne yaptın da bu halkın riyasetine geçmek şeref ve nimetine nail oldun?” O da şu cevabı verir: “İki şeyle bu nimete mazhar ve nail oldum: Ben emanetim, kendimin emanet olduğunu bilirim ve mâlâyaniyi terk ettim.” Hülâsa, mâlâyani pek fenadır, bundan çok sakınmak lazımdır.

Hâce Hazretleri sohbetlerinde mâlâyani ile ilgili şöyle buyuruyorlar:

Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki; “Her kap içini terler.” Yani içinde ne var ise dışa o sızar. Kalbi de böyle tasavvur edecek olursak yani bir kap şeklinde düşünürsek içinde ne varsa onu terleyecektir. Eğer onda mâlâyani varsa, yani kalpte boş şeylere karşı arzu, istek, irade varsa ondan dışarı çıkacak şeylerde haliyle onlardır. Eğer kalpte kıymetli şeyler varsa dile onlar gelecek, hale onlar yansıyacaktır.

Vakitler nakitten daha kıymetlidir bizim için. Çünkü ömrümüz sayılı. Saniye saniye, nefes nefes ve bu nefesin hesabı bize sorulacak. Ömrünü vaktini nerede harcadığın sorulacak. Şu halde bu vakti değerlendirecek plan program projemiz yok ise Allah (cc) yardımcımız olsun. İşte bizler bunun için bu sohbet meclislerine devam etmeye gayret ediyoruz. Ölçülü itidalli plan program içine yaşayacağız. Buna din diyoruz. İbadette de bize emir olanı yapıp kendimizce ne artırıp nede eksiltmeden. Bu ölçüler dışında yaptıklarımız ibadet dahi olsa mâlâyanidir.”

Bazı rivayetlerde Hz. Lokman’ın (as) Hz. Davud’un (as) kölesi olduğu söylenir. Bir gün Hz. Davud, Hz. Lokman’a buyuruyorlar ki, benim için bir kurban kes. Bu kurbanın en mazarratlı, en yaramaz en yenmeyen, güzel olmayan yerini bana getir diye buyurur. Hz. Lokman kurbanı keser ve kurbanın dilini ve kalbini Hz. Davud’a getirir.

Başka bir gün Hz. Davud yine bir kurban kesmesini ister. Fakat bu kez kurbanın en güzel, en lezzetli ve en yenilmeye değer yerini kendisine getirmesini ister. Hz. Lokman gider emri yerine getirir ve kurbanı keser, kurbanın dilini ve kalbini efendisine getirir. Hz. Davud, Hz. Lokman’nın hikmet ehli bir insan olduğunu bildiği için ona sorar: “Ya Lokman! Anlatmak istediğin, vermek istediğin ders nedir?” Hz. Lokman şu hadisi şerifi anlatmak ister: “Kişinin kalbi doğru olursa, lisanı doğru olur. Lisanı doğru olursa imanı doğru olur. İmanı doğru olursa bütün muamelatı doğru olur. Kalbi fesat olursa dilinde yalan olur. Dili yalan olunca imanı yalan olur. İmanı yalan olanın da ameli batıl olur.”

Dil ile kalp arasında çok ciddi bir rabıta vardır. Sufiler derler ki dil kalbin tercümanıdır. Bazıları da derler ki kalp bir kazandır, dil onun kepçesi. Kazanda ne varsa kepçeye o gelir. İşte bu yüzden mâlâyaninin ciddi zararı var. Kalbin, farklı bir iradenin kontrolünde olması, menfi arzuların etkisine girmesi, işe yaramayacak, faydası olmayan sevgilerle dolu olması, gerçekleşmeyecek, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayal alemine dalması mâlâyanidir.

Vücudun emir komuta merkezi kalptir. Bilim teknik müspet ilimler insanı beyin merkezli olarak ele alır. Fakat şer-i ilimler ve İslam insanı kalp merkezli değerlendirir. Eğer kalpte mücahit bir komutan var ise o zaman vücut azalarının yapıp ettikleri şeylerde itidal üzeredir, ölçü üzeredir. “La ilahe illallah” zikri ile müthiş bir enerji ile hareket eder.

İmam Gazzalî de buyuruyor ki: Şunu iyi bil ki, senin en güzel halin, konuştuğun zaman dilini gıybet, dedikodu, yalan, mücadele gibi zikrettiğimiz bütün afetlerden korumandır. Bir de sana ve hiçbir müslümana zararı olmayacak mubah şeyleri konuşmandır. Fakat sen, ihtiyacın olmayan, gereksiz kelimeleri sarf edersen, onunla zamanını zayi etmiş olursun ve dilinle konuştuklarının da hesabını verirsin: değerli olanı feda edip karşılığında değersiz olanı almış olursun.

Eğer sen, konuşmaya harcadığın zamanı tefekkürde kullansaydın, çoğu zaman tefekkür ettiğin anda, Allahu Teala (cc) rahmetinin güzelliklerine ve büyük ihsanlarına nail olurdun. Hazinelerden bir hazine almaya gücü yeten kimse, onun yerine kendisine hiçbir fayda sağlamayacak bir saksı parçası alsa, apaçık zarara uğrayanlardan olur. Şüphesiz müminin susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması da zikir olmalıdır. Rasulullah Efendimiz (sav) böyle buyurmuştur.

Kulun sermayesi vaktidir O, vaktini boş şeylere harcar ve ahiret sevabı elde etmezse, gerçekten sermayesini zayi etmiş olur. Bunun için Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuşlar: “Mâlâyaniyi (kendisine bir fayda vermeyen söz ve işleri) terketmek, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.”

Hz. Ebû Zer el-Gıfârî (ra) anlatır: Allah Rasûlü (sav) bana: “Sana, bedene hafif, mizana ağır gelecek olan bir amel öğreteyim mi?” diye sordu, ben de, “Evet, öğret ey Allah’ın Rasulü!” dedim. Peygamber Efendimiz (sav): “O, susmak, güzel ahlâk sahibi olmak ve sana fayda sağlamayacak şeyleri terk etmektir.” buyurdu.

Tabiinden Mücâhid b. Cübeyr (ra) der ki: İbn Abbas’ın (ra) şöyle buyurduğunu işittim: Beş haslet var ki onlar bana, Allah için vakfedilmiş çok sayıda deveden ve atlardan daha sevimlidir. Bunlar şunlardır:

1. Seni ilgilendirmeyen şeyleri konuşma. Zira o fuzulîdir ve bundan dolayı günaha düşmeyeceğinden de emin değilim. Yerinde olmadığı zaman, seni ilgilendiren konuda da konuşma. Çünkü nice konuşanlar vardır ki, kendisini ilgilendiren konuyu yerinde söylemez, sonunda sıkıntıya düşer. Bizi ilgilendirmeyen sorular sormak da mâlâyani. Örneğin yolda birisiyle karşılaştın. Ona nereye gidiyorsun diye sormak gibi. Belki söylemek istemiyor. O kişiyi zor durumda bırakmış oluruz hem de aldığımız cevap belki de bizim gönlümüzü bozacak.

2. Yumuşak huylu olsun ahmak olsun hiç kimseyle mücadele etme. Çünkü yumuşak huylu olan sana kalbiyle buğzeder; ahmak ise diliyle eziyet verir.

3. Arkadaşın yanında yokken onu, senin hakkında söylendiğinde hoşlanacağın sıfatlarla kendisini an. Arkadaşının, senden affetmesi hoşuna gidecek şeyleri, sen de ondan affet.

4. Arkadaşının hangi davranışı hoşuna gidiyorsa, sen de ona öyle davran.

5. Yaptığı iyiliğe mükâfat alacağını, kötülüğe de ceza göreceğini bilen bir kimsenin ameli gibi amel et.

Mâlâyani, kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işlerdir. Ayrıca mâlâyani sadece boş konuşmak anlamına gelmez. Geniş manada mâlâyaniyi, İslâm’ın insana getirdiği mesuliyet telakkisi çerçevesinde anlamak daha uygun olur. Kalb, dil, göz, kulak, akıl, hayal gibi bütün organlarının amellerinden hesaba çekilecek olan insanın, bu hesapta terazinin sevap kefesine girmeyecek şeylerden kaçınması gerekir. Böyle bir mâlâyani anlayışı, kişiyi hayal kurarken bile iradeli davranmaya, faydalı işler hayal etmeye, hayır aramaya ve bu alışkanlığı kazanmaya sevk eder.

Furkan Suresi 72. ayeti kerimesinde mealen şöyle buyrulmaktadır: “(O kullar) Yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” Evet mâlâyaninin bütün türlerinden Allah’a sığınıp, öyle ortamları tercih etmeyip, velev ki maruz kaldık orayı terk etmeliyiz.

Hasan-ı Basri (ra): “Alluhu Teala’nın bir kuldan rahmetini uzaklaştırdığının alameti onu mâlâyani ile meşgul kılmasıdır.” demiştir. Mâlâyani, konuşmada daha çok olur.

Evet, mâlâyaniye panzehir olarak; gönlümüz Hak Teala’nın aşkıyla, zikriyle ve hizmetiyle her daim meşgul olsun ki dilden de istenmeyen hasletler çıkmasın. Dert sahibi olan yani hasta olduğunu kabul eden insan hedefi olan insandır. Hedefe kitlenen insandan da mâlâyani olmaz olsa bile hemen istiğfar eder. 

“Hâcegân yolu talim, tatbik ve tebliğden ibarettir.” buyruldu. Yani öğren, hayatına geçir, yaşa ve insanlara anlat, paylaş. Bu üç umdeyi ciddi anlamda yapmaya gayret edersek biiznillah mâlâyaniye zaman da bulamayız, gönlümüz de buna izin vermez. Rahatsız olur bizi uyarır inşaallah.

Anlatımımızı bir hikâyeyle bitirelim.

“Bir gün padişahın huzuruna bir adam getirmişler...

Adamın bir hüneri varmış. 10 adım öteden fırlattığı ipliği, 10 adım ötedeki iğnenin deliğine geçiriyormuş. Bunu başarmak için tam 40 yıl çalışmış.

Padişah; “Göster bakalım hünerini” demiş...

Adam iğneyi bir sehpaya saplamış, sonra 10 adım geriye gitmiş ve ipliği fırlatmış. İplik iğnenin deliğinden geçmiş...

Padişah; “Tekrarla, tesadüf olmasın yoksa.” demiş.

Adam tekrarlamış, yine tam isabet...

Padişah ne kadar tekrarlattıysa, iplik yine hedefini bulmuş...

Padişah vezirini çağırmış ve “Şu adamı ödüllendirin” demiş...

“100 altın verin 100 de sopa vurun”...

Adam; “Aman padişahım bu nasıl ödül?” demiş...

Padişah da cevabını vermiş: “100 altın hünerin için, 100 sopa da böyle lüzumsuz bir işe yıllarını harcadığın için.”

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazzalî, Semerkand Yayınları, 2011.

Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler I-II, Osman Bedrüddîn Erzurûmî, Marifet Yayınları, 2009.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Pazar, 01 Ocak 2017 00:02

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

hud 44

Peygamberlerin Sıfatları - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Peygamberlerin Sıfatları

 

Esselemu aleyküm ve Rahmetullahi ve berakatüh. Mümin olarak peygamberlerin sıfatlarını yani özelliklerini bilmemiz gerektiği düşüncesi ile bu ayki yazımızda peygamberlerden anlatmaya çalışacağız inşaallah. 

İmanın şartlarından biri de Allah’ın göndermiş olduğu peygamberlerine inanmaktır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamberler yirmi beş tanedir. Allah dostları peygamberleri ve peygamberlik makamını tarif buyururken: “Peygamberlik, Allah’ın seçmiş olduğu kullarına bir lütfüdur ve Allah vergisidir. Cenabı Hak kimleri layık görürse peygamberlik vazifesini onlara verir. Masum ve doğru insanlardır, herhangi bir alim ilmiyle irfanıyla ne kadar yüklenirse yüklensin peygamberlik makamına ulaşamaz. Makamların en üstünü “Refik-i a’la” dır. Bu mübarek makam da Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) Efendimize aittir.” diye açıklarlar.

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de Peygamberler İle ilgili şunları buyurmuştur:

“Biz peygamberleri ancak müjde verici ve uyarıcı olarak göndeririz. O halde kim iman eder ve (kendini) düzeltirse onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.” (Enam 48)

“Ey iman edenler Allah’ın elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı meleklerini kitaplarını peygamberlerini ve ahiret gününe inanmazsa, şüphe yok ki doğru yoldan pek uzak kalmış tamamıyla sapıtmış gitmişlerdir.” (Nisa 136)

“And olsun biz senden önce peygamberler gönderdik, onlardan kimini sana anlattık ve kimini sana aktarıp anlatmadık, herhangi bir elçiye, Allah’ın izni olmaksızın bir ayeti getirmek olacak şey değildir. Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hüküm verilir, batıl tarafları işte böylece hüsrana uğrarlar.” (Mümin 78)

“Onlar kendilerinden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semud kavminin İbrahim kavminin, medyan halkının ve alt üst olmuş kasabaların haberi gelmedi mi? Peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde inanmadıkları için helak olmuşlardı. Allah onlara zulmetmiş değildi fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe 70)

“Sonra birbiri peşi sıra elçilerimizi gönderdik, bir ümmete peygamberi geldikçe onu yalanladılar, bizde onları bir biri peşinde (helak) edip gönderdik. Ve onları (ibretlik) hikayeler yaptık. Artık iman etmeyen kavim için yıkım olsun.” (Müminun 44) 

Peygamberlerin Özellikleri: 

Peygamberler; asla günah işlemezler, doğrudurlar, hiç yalan söylemezler, kötü fiillerden uzaktırlar. Yalnız Allah’tan aldıkları emirleri doğru olarak tebliğ ederler, kimseyi aldatmazlar. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen peygamberlerden hariç peygamberler de vardır, bunlar bildirilmemiştir. Emanete ihanet etmezler sözlerinde dururlar akıllı ve uyanık kimselerdir. Allah dostları, (Üzeyr, Lokman Zülkarneyn ve Hızır aleyhisselam’ı) Peygamber olduklarına dair ihtilaflı olduklarını söylerler.

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI:

1) SIDK: Doğruluk demektir, peygamberler son derece doğru insanlardır. Oldu dedikleri olmuştur, olacak dedikleri de zamanı gelince olacaktır.

2) EMANET: Güvenilir olmak demektir, peygamberler her hususta güvenilir ve asla emanete ihanet etmezler.

3) FETANET: Akıllı ve uyanık olmak demektir, yüksek zekaya sahiptirler.

4) İSMET: Günah işlememek demektir. Gizli ve açık hiçbir şekilde günah işlemezler.

5) TEBLİĞ: Bildirmek demektir. Cebrail (as) vasıtasıyla ümmetlerine vahiyleri bildirirler.

6) ADALET: Peygamberler hiç zulüm ve haksızlık yapmazlar, kimselerin hatırı için adaletten ayrılmazlar.

7) EMMÜL-AZL: Peygamberlikten atılmazlar hem dünyada hem ahirette peygamberdirler.

Peygamberlerin isimleri şunlardır: Adem (as), İdris (as), Nuh (as), Hud (as), Salih (as), İbrahim (as), Lut (as), İsmail (as), ishak (as), Yakub (as), Yusuf (as), Eyyub (as), Şuayb (as), Musa (as), Harun (as), Davud (as), Süleyman (as), Zülkifl (as), Yunus (as), İlyas (as), Elyase (as), Zekeriyya (as), Yahya (as), İsa (as). Ve bizim peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (sav). Cenabı Hak hepsine zerreler adedince rahmet etsin.

Hz. ADEM VE KISACA HAYATI:

Kur’an’da adı yirmi beş defa geçmektedir, ilk peygamberlik ve ilk örtünen toprağı işleyendir, denilir. İmamı Rabbani mektubat isimli eserinde: “Allah Rasulü, kainatta yüce Allah’ın muhabbet tecellisidir. Alemin yaradılış sebebi bu ilahi sevgidir. Yüce Allah cemali ve celaliyle bilinmek istemiş ve bunun için mahlukatı yaratmıştırdır. Yüce Allah varlıklar içinde en sevgili olan habibi Hazreti Muhammed’dir.” diye buyurmuştur.

Rivayet edilir ki: Melekler Allahu Teala’nın emri ile çeşitli memleketlerden getirdikleri toprakları su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Hak tarafından Hazreti Adem’e her şeyin ismi ve faydası bildirilip öğretildi. Daha sonra Allahu Teala’nın emri ile bütün melekler secdeye kapandılar.

Cenabı Hak ayeti kerimede: “Hani Rabbin meleklere: Gerçekten ben çamurdan bir beşer yaratacağım, demişti. Onu bir biçime sokup ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın.” (Sad 71-72) buyurmuştur.

Melekler emri yerine getirdiler yalnız iblis kibirlenip bu emri yerine getirmemişti. Adem’e karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı ben ise ateşten yaratıldım ondan üstünüm.” dedi. İblis (şeytan), kendini üstün görüp Allah’ın emrine uymayınca cennetten kovuldu. 

Cenabı Hak insanlığın babası Hazreti Adem’i yaratmıştı. Başını kaldırıp göğe bakan Adem (as) Arş-ı alada muazzam bir nurla bir isim yazılı olduğunu gördü. “Ahmed” Merak edip sordu: “Ya Rabbi! Bu nur nedir?” Allahu Teala (cc): “Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki onun ismi göklerde Ahmed yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım.” buyurdu. 

Adem (as) Firdevs cennetinde uyurken, Allahu Teala sol kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı yarattı ve onları birbirine nikahladı. Onlara cennet nimetlerinden meyvelerin den diledikleri kadar yemelerini fakat bir ağacı göstererek: “Bu ağaca yaklaşmayın.” buyurmuştu. Adem (as) ile Havva (as) cennette bin yıl yaşamış sonra iblisin yalanına inanıp yasak edilen ağacı unutup meyvesinden yemişlerdi.

Ayeti kerimelerde Cenabı Hak: “Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.” (Araf 19)

“Nihayet şeytan vesvese verip şöyle dedi: Ey Adem! Sana ebedilik ağaca yok olmayan saltanatı göstereyim mi?” (Taha 120)

“Bunun üzerine onlar o ağacın meyvesinden yediler bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Adem Rabbine asi oldu.” (Taha 121) buyurmuştur.

Hazreti Adem babamız Hindistan’da Seylan (Serendib) adasına Havva annemiz ise Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden iki yüz sene müddetle ayrı kalan Adem ve Havva bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tevbe ve duaları kabul oldu, daha sonra hacca gelmeleri emr olundu Arafat ovasında Hz. Havva ile buluştu Kabe’yi inşa etti, her sene hac yaptı. Adem (as) vefat edince Şid (as) onu yıkayıp kefenledi sonra imam olup namazını kıldırdı. Rivayete göre Mekke-i Mükerreme Ebulkubeys dağında gömülmüştür. Nuh (as) zamanında gemiye alınmış sonrada beyt-i makdis’de gömülmüştür. 

Birkaç hadisi şeriflerinde Peygamberimiz (sav): “Adem henüz yaratılmış çamur içinde yuğrulmakta iken ben Allah katında peygamberlerin sonuncusu olarak takdir edilmiştim.” buyurmuştur. (Hakim, Müstedrek, 2- 453)

“Allahu Teala Adem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraklardan yarattı. Bu sebeple neslinden siyah beyaz esmer kırmızı renkte olanlar olduğu gibi bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Kimi yumuşak kimi sert kimi temiz oldu.”

“Allahu Teala Adem’i yarattıktan sonra: Git şu meleklere selam ver işte senin neslin selamlaşması böyle olacaktır.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Buhari)

Hz. İDRİS (as) VE KISACA HAYATI:

Kur’an’da adı iki defa geçmektedir, çok kitap okuduğu için ona “İdris” lakabı verilmiştir. İdris peygamber kavmine, kendisinden sonra gelecek peygamberleri ve son peygamberin vasıflarını bildirmiş, kendisinden sonra gelecek olan Nuh tufanını da haber vermiştir. Kendisinden peygamber olduğuna dair mucizeler görünmüş fakat kavminden kendisine pek az kimse inanmıştı. İdris peygamber ilk dikiş bilen, ilk astronomi ve matematik ile uğraşan iğneyle elbise dikip giyinen, ölçü ve tartı aletlerini ilk defa kullanandır.

Cenabı Hak (cc) ayeti kerimede: “Kitapta İdrisi de an. Şüphesiz o doğru sözlü bir nebi idi. Biz onu yüksek makama yükselttik.” buyurmuştur. (Meryem 56-57)

Bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (sav): “Ben Mirac gecesinde dördüncü kat semada gökte İdris peygamber ile karşılaştım Cibril bana: Bu gördüğün idris’dir, ona selam ver, dedi. Ben de ona selam verdim, o benim selamıma cevap verdi sonra bana: ”Merhaba Salih kardeş Salih peygamber dedi.” buyurmuştur. (Buhari, Müslim)

Rivayet edilir ki: İdris (as) uzun zaman insanları hak dine davet etmiştir, ölüm meleği Azrail (as) onu ziyarete gelmiştir İdris peygamber ise: “Bir anlık benim canımı al.” der. Bunun üzerine Allahu Teala, Azrail’e (as): “O’nun ruhunu al.” diye vahyeder. Ölüm meleği de ruhunu alır. Sonra İdris, meleğe: “Beni semalara götür cenneti ve cehennemi göreyim, der. Allahu Teala onu cennete ve cehenneme götürmesini vahyeder. İdris’e (as) önce cehennem gösterilir sonra cennete getirilir, ve oradan çıkmak istemez. Azrail (as): “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorduğunda, İdris peygamber şöyle cevap verir: 

“Cenabı Hak buyurdu ki: Her nefis ölümü tadacaktır. Ben ise ölümü tattım.” der. Sözüne devamla ve yine buyurdu ki: “Herkes cehennemi görecek ve cennete giren her mümin ebedi orada kalacaktır. İşte ben bunun için cennetten çıkmak istemem.” der. Bunun üzerine Allahu Teala, Azrail’e vahyederek hazreti İdris’in cennette kalmasına izin verir.”

Bir hadisi şerifte Peygamberimiz (sav): “İdris ölüm meleğinin dostu idi, ondan cenneti ve cehennemi kendisine göstermesini istedi. Cehennemi görünce az kaldı bayılıyordu, ölüm meleği kanadını gerdi: “Gördün mü?” “Gördüm.” dedi. Sonra cennete girdi. “Vallahi ben oraya girdikten sonra çıkmam.” dedi.” (Deylemi, Firdevs, 224-225)

İdris peygamber, ağaçların sayısını bilirdi dua ederken: “Ağaçların yaprakları kadar...” diyerek tesbih okurdu. Ayrıca yıldızlara ait ilim bilirdi havadaki bulutların dağılmalarını istediği zaman dağılır ve dile gelir konuşurlardı. Hz. İdris bir gün havanın sıcak olduğu zaman sahraya gider ve sıcaktan dolayı iyice bunalınca şöyle dua eder: “Ey Rabbim! Güneşi taşıyan melek için onun ısısını ve ağırlığını hafiflet.” Cenabı Hak İdris’in (as) melek için ettiği duayı kabul eder. İdris (as) yaşamış olduğu Babil diyarında Mısır’a hicret edip kendisine iman edenlerle birlikte buraya yerleşmiştir.

NUH (as) ve KISACA HAYATI:

Kuranda kırk üç defa geçmektedir, Kur’an’ın yetmiş birinci suresi onun adını taşımaktadır. Kavminden kendisine çok az kişi iman etmiştir, karısı ve çocukları da kendisine iman etmeyenler arasında idi. Cenabı Hak Nuh (as) tufan olayından sonra yeni bir nesil yaratmıştır. 

Ayeti kerimelerden bazıları şunlardır: “And olsun ki Nuh’u peygamber olarak kavmine gönderdik. Ey kavmim dedi Allah’a kulluk edin ve O’ndan başka bir mabudunuz yoktur, şüphe yok ki ben büyük bir günün azabına uğrayacağınızdan korkuyorum.” (Araf, 59)

“Kavminden ileri gelenler dedi ki: ”Muhakkak biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Araf, 60)

“Nuh dedi ki : Ey kavmim bende herhangi bir sapıklık yok ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.” (Araf, 61)

“Ey kavmim, ben sizden herhangi bir mal mülk istemiyorum. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir ve ben O’na (iman) edenleri kovacak değilim. Şüphe yok ki onlar Rablerine kavuşacaklar. Fakat sizi bilgisiz bir kavim olarak görüyorum.” (Hud 11) 

Hazreti Nuh (as) kırk veya elli yaşlarında peygamberlik verilmiş kavmi dokuz yüz elli sene dinlememesi sonunda Nuh (as) yüce Allah’ın emri ile gemi yapıp bu gemi tamamlandıktan sonra yağmurlar yağması başlayınca yerden sular fışkırmaya denizler kaynatılıp taşmaya başlamıştır. Sular bütün yeryüzünü kaplamıştır, dağları tepeleri bile aşmış, buna tufan olayı denilmişti. rivayete göre yedi ay devam etmiştir.

Hz. Nuh’un “Sam” “Ham “ ve “Yasef” adındaki üç oğlu ile diğer müminleri ve uygun gördüğü hayvanları çifter çifter gemiye almışlardı.

Cenabı Hak ayeti kerimede: “Nuh’u tahtalardan yapılmış çivilerle gemiye bindirdik.” ve “Gemi içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu.” (Kamer 13-24) buyrulmuştur.

Nuh’un “Yam” veya “Kenan” adındaki oğlu da kendisine inanmayıp, bu günahkar kavmin arasında boğulmuştur.

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: Yavrucuğum gel bizimle beraber bin. Kafirlerle birlikte olma.” (Hud 11)

 

“O dedi ki, ben beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım. Nuh da bugün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur, dedi. Derken dalga aralarına giriverdi o da boğulanlardan oldu.” (Hud 43) buyurmuştur.

 

Nuh’un gemisi Musul civarında “Cudi” denilen dağın üzerinde Muharrem’in onuna rastlayan aşure gününde oturmuş, rivayete göre kırk erkek kırkta kadın seksen kişiden ibaret bulunan gemi halkı karaya çıkmış yüce Allah’ın dinine bağlı kaldıkları için selamete ermişlerdi.

Ayeti kerimede: “Allah tarafından denildi ki “Ey yeryüzü suyu yut, Ey gök yüzü suyu kes.” Ve sular çekildi emir yerine gelmiş oldu. Gemi Cudi Dağı üzerine oturdu o zalim kavme böylece dünyadan uzak olsunlar denildi.” buyrulmuştur. (Hud, 44)

Tufandan önce iman eden yaşlı bir kadın vardı, ara sıra Nuh’a (as) süt getirir: “Ya Nuh! Ben sana ve senin Allah’ına inanıp iman etmişim , tufan olursa beni gemiye almayı sakın unutma.” demiş. Derken tufan olur gemi karaya oturur, yine bir gün hazreti Nuh’a (as) bir bardak süt getirerek: “Tufan geldiğinde beni unutma ey peygamber!” der. Hz. Nuh şöyle der: “Tufan oldu bitti sen neredeydin?” Yaşlı kadın: “Hiçbir şey görmedim kendi evimde idim, evimden dışarı çıkmadım.” deyince. Nuh (as): “Hiç bir su damlası görmedin mi?” Kadın: “Bir gün dışarıdan gelirken ineğimin ayağı biraz çamurlu geldi.” der. Tufan dan sonra üç yüz sene daha yaşamış, olan Nuh peygamber vefat etmiştir.

(Peygamberlerin hayatını anlatmaya devam edeceğiz.)

 

Kaynakça: 

Semerkand Dergisi, Nuh ve Tufan

Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin (sav) Hayatı

İmamı Rabbani, Mektubat

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort