JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:04

ASIL DARBECİ NEFSİMİZDİR

asıl darbeci nefsimizdir

Asıl Darbeci Nefsimizdir - Salih ŞAKAR

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Asıl Darbeci Nefsimizdir

 

Bir araya geldiğimizde ne olacak bu halimiz orada olaylar, burada olaylar, o suçlu, bu suçlu diyerek hem yakınıyor hem de suçu başkasında arıyoruz. Evet, maalesef istenmeyen durumlar oluyor memleket bu kadar karışıyor ama hiç düşündük mü suçlu kim?

Gündemimiz malum darbe. Hep buna yoğunlaştık. Meydanlara çıktık, hala çıkmaya devam ediyoruz. Böyle milletçe birleşmek çok güzel. Gitmeyelim manasında demiyorum ama hiç kendi içimize yönelip düşündük mü bu olaylar neden oldu?

Memleketimizin böyle olmasında senin benim payım yok mu? Biz Allah’ın çizdiği hudutlara göre yaşamayıp kendi heva ve arzumuza göre yaşadığımızdan bunlar başımıza gelmiş olamaz mı? 

Biz Allah’ı tercih etmediğimizden, Peygamber Efendimiz (sav) ve varislerini örnek almadığımızdan bu hengamenin içine girdik. Şimdi de çareyi meydanlara çıkmakta arıyoruz

Çıkmasına çıkalım da;

Nefsimiz ruhumuza darbe yapmış. Kariyerimiz bedenimize darbe yapmış. Kötü arkadaşımız aklımıza darbe yapmış…

Darbesiz anımız olmamış. Ama olsun biz bu darbelerle mutluyuz. Niye çıkalım ki manevi meydanlara. Bizleri orada kimseler görüp takdir etmez ki. Görsel meydanlardaki gibi şanımız namımız devam etmez ki. Gündüz işimizde gücümüzde akşam demokrasi nöbetinde.

Hani nerde iman nöbeti, hani nerde ihlas nöbeti, hani nerde kardeşlik nöbeti hani nerde…

Ne olur bana gücenmeyin, Vatanımız bu haldeyken haklı olarak böyle bir olup meydanları dolduruyoruz da bütün iliklerimize kadar darbe altındayken kılımız kımıldamıyor işte insan buna çok üzülüyor. Tabi ki vatan için bir olacağız ama unutmayalım ki biz değişmedikçe Allah bizi değiştirmez. Biz değişmeyince aile değişmez. Aileler değişmezse toplum değişmez. Toplum değişmeyince de darbenin biri biter biri başlar maalesef.

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki kurtarıcı diye sebepleri görmeye başladık. işte x partisi olmazsa olmaz, x kişi olmazsa olmaz, bu olmazsa olmaz, şu olmazsa olmaz diyerek Allah’ı tabiri caizse diskalifiye etmeye başladık. Hal böyle olunca durum ortada her yer kan gölü, her yer karmaşa, hiç huzur yok.

Hani derler ya herkes kendi evinin önünü süpürürse mahalle temiz olur. Sen kendine, ailene sahip olma, Hakk’a göre yönlendirme, yaşama; gel memleketi kurtarmaya çalış. Düzeltecek olan Allah’tır. Bizim yanıldığımız nokta düzeltecek olanın bizim olduğumuzu düşünüp ona göre Allah’ı devreden çıkartarak kendi heva ve arzularımıza göre hareket etmemizdir.

Mademki düzeltecek olan Allah o zaman bize düşen Allah’ı; Hace Hazretleri’nin “Allah zorlanmaz zorda bırakılır.” buyurduğu gibi öyle bir şey yaparak tabiri caizse O’nun gönlünü hoş tutarak, O’nu razı ederek zorda bırakmaktır.

Peki ne yapalım o zaman?

Allah’ı önemseyip, her şeye karşı tercih edelim;

Hepimiz ama resmi, ama kurumsal, ama patronsal olan değişik işyerlerinde çalışıyoruz.En küçük çaplı dediğimiz işyerinde bile kurallar daha doğrusu çalışma hudutları var ve biz o işyerinin belirlediği hudutlara göre çalışmak zorundayız. Öyle kafamıza göre bugün işe gitmeyeyim ya da işyerinde kendi istediğime göre davranayım deme şansımız hiç yoktur.Yoksa birtakım uyarılar cezalar alırız. Evet dediğimiz gibi böyle bir curcuna, telaş içinde iş hayatımızı ikame ettirmeye gayret gösteriyoruz. Niye, karşılığında ücret alıp sorumlu olduğumuz kişilerin rızkına sebep olacağız.

Allah’ın da belirlediği, çizdiği hudutlar var. Nedense zahiri olayların çizdiği hudutlara dikkat ettiğimiz kadar Allah’ın hudutlarına dikkat etmeden yaşamaya devam ediyoruz.Yok patronun hakkı, yok onun hakkı, yok bunun hakkı…derken hani Nerede Allah’ın, Peygamber’in, Allah Dostları’nın hakkı?

Düşünün Allah rızkımıza kefil olduğu halde böyle modern köle olmaya devam edip de Allah’ı önemsememek doğru olur mu?

Bütün güzelliklerin Allah’tan, kötülüklerin kendimizden olduğunun farkına varalım.

Aslında gerek ülkemizde ve gerekse dünyanın her yerinde ne kadar müslümanlar eziyet görüp rahat değilse bunda senin, benim, onun müslüman olarak ayrı ayrı her birimizin payı vardır.

Benim Allah için yaptığım ya da yapmadığım her şey bütün Ümmeti Muhammed’ e günümüzde yaşadığımız olaylar olarak geri dönüyor.

Hace Hazretleri;

“Ayağınız taşa takılsa dönüp kendinize bakın.” buyurmuşlar.

Sen, ben, o kendimize bakıp Hakk’a göre çekidüzen vermeye gayret etmemiz gerekmiyor mu?

Peygamber Efendimiz (sav) ve varislerini kendimize rehber seçip onlara hicret edelim.

İnsan olarak çocukluktan başlayarak mutlaka birilerini kendimize rehber seçip örnek alırız. Çocukken babamızı, annemizi mahallede arkadaşlarımızı, okulda öğretmenlerimizi kısacası hayatımızın her merhalesinde birilerini örnek almışızdır ve ona göre kişiliğimiz şekillenmiştir.

Maalesef günümüzde örnek aldığımız kişiler sanatçılar, popçular, futbollcular ... hal böyle olunca kişiliğimiz de onlara göre şekillenip onlar ne yerse, ne giyerse, her ne yaparlarsa yapar duruma gelmişiz.

Sahabe Efendilerimiz, Peygamber Efendimiz’i örnek alarak her biri gökteki yıldızlar gibi olmuşlar. Hz. Ömer (ra), Peygamber Efendimiz’e tabi olup yaşama neticesinde Peygamber Efendimiz’in,

“Benden sonra peygamber gelseydi o Ömer olurdu.” medhine nail olmuşlar.

Hz. Ebu Bekir (ra), Peygamber Efendimiz (sav) ile arkadaşlığı dostluğu neticesinde Allah’ın bütün ahlaklarını kendisinde toplamıştır.Daha nice Sahabe efendilerimiz…

Nice eşkiyalar Peygamber Efendimiz’in varislerine tabi olmaları neticesinde İnsan-ı Kamil olmuşlardır. Hace Hazretleri “İyilerle beraber olan kötü de olsa netice de iyi olur. Kötülerle beraber olan iyi de olsa neticede kötü olur.” buyurmuşlar. 

Adamın bir tanesi doksan dokuz kişiyi oldürmüş. Zamanla bundan rahatsızlık duymuş ve o zamanın alim zatına giderek,

-Ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm.bundan rahatsızlık duyuyorum Allah beni affeder mi? 

O zat,

-Bu kadar kişiyi öldürmüşsün senin işin zor Allah seni affetmez, deyince adam.

-Ha doksan dokuz ha yüz demiş ve onu da öldürmüş. Gel zaman git zaman adam yine rahatsız olmuş ve başka bir alim zata giderek,

-Başından geçenleri anlatmış, rahatsız olduğunu söyleyip Allah beni affeder mi ?diye sormuş.

O zat,

-Tevbe et, Allah’ın rahmeti büyük inşaallah seni affeder ama sen buralarda kalırsan yine adam öldürmeye devam edebilirsin o yüzden falanca yerde güzel insanlar var sen oraya git ve bundan sonraki yaşamını orda devam ettirmeye çalış, demiş.

Adam da o zatın söylediğini dinleyip oraya gitmeye karar vermiş.Yolda giderken vefat etmiş. Cennete ve cehenneme götürecek melekler kendi taraflarına almak için tabiri caizse tartışma içine girmişler. Tam bu sırada bir ses,

-Hangi tarafa yakınsa o tarafın melekleri alıp götürsünler, denilmiş.

Melekler ölçmüşler ve cennet yakın geldiği için cennete götürmüşler.

Bakın yüz kişiyi öldürmüş. Allah’ın kendisini affetmesi için niyetlenmiş ve güzel insanların yanına hicret etme yolunda vefat etmiş.Daha oraya varamadan, onlarla yaşamadan bile o halis niyeti adamı kurtarmış. Bir de onlarla yaşarsan, onlara arkadaş olursan ne olur var gerisini sen düşün.

Zahiri cihaddan ziyade Batını cihadlara talip olalım;

Benim gözüm zahiri olarak cihadda.Gönderin beni savaşayım her yerim delik deşik olsun, kahramanca çarpıştı şehid oldu desinler bu hoşuma gidiyor.

Peygamber Efendimiz (sav) Tebük Savaşı dönüşünde;

“Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz.” diye buyurmuşlar.

Ashabı kiram efendilerimiz; 

“Daha yeni büyük bir savaştan dönüyoruz o kadar şehidlerimiz var bundan daha büyük cihad nedir?” diye sorduklarında

Peygamber Efendimiz (sav)

“Evet bu küçük cihad. Şimdi daha büyüğü olan nefsimizle cihaddır.” diye buyurmuşlar.

Bak gördün mü cihad neymiş. Erkeksen, o kadar kendine güveniyorsan hadi bakalım Allah’ın çizdiği hudutlara göre yaşamaya çalış.Oralarda görsünler cihadımızı.

Hace Hazretleri;

“Bugün ölmek isteyenler çok ama ölmek kolaydır Hakk’a göre yaşamak zordur ve biz sizlere ölmeyi değil yaşmayı tavsiye ediyoruz.’’ diye buyurmuşlar.

Bakın reçete ne kadar açık değil mi? Eğer Allah’ın bir şeyleri düzeltmesini, değiştirmesini, toplumda, dünyada huzur refah istiyorsak o zaman reçeteyi uygulamamız gerekmez mi?

Günümüzde ses duyurma kendini gösterme yeri olmuş ya Taksim Meydanı bir de biz toplayalım insanları ve soralım,

-Suriye’de, Mısır’da, Arakan’da, güzel ülkemizde dünyanın değişik yerlerinde Müslümanlar zulüm altında hadi toplanın Allah için cihada gidiyoruz,

Var mısınız?

İnanın toplanan insanlardan % 95’i mutlaka katılır. Niye çünkü Cihad var, gövde gösterisi var. Bak ne güzel savaştı ve şehid (o da olursa) oldu diyecekler. Namın senden sonra bile devam edecek.

Tekrar soralım,

“Sizi Allah için yaşamaya, Sünnet-i Seniyyeye uymaya, Allah’ın çizdiği hudutlara göre bir hayat devam ettirmeye davet ediyoruz!” 

Var mısınız?

İnanın toplanan insanlardan %5 veya 10’u geçmez. Niye çünkü işimize gelmeyecek canım şu ana kadar bir düzenimi kurmuşum nedir yani. Kendi heva ve arzularımı bırakıp Hak’ka göre nasıl yaşarım.

Allah için Sevip Allah için Buğz edelim;

Genelde bizler hep yapacağımız şeylere dikkat ederiz. Helallere dikkat ederken haramlara pek önem vermeyiz. Namaz kılarken çok rahatlıkla haram işle iştigal eden yerlerden alış veriş yaparız. Oruç tutarken sadece midemize tutturup diğer organlarımıza sahip çıkmayız.Ağzımızdan giren ve çıkan şeylere dikkat etmeyiz…

Oysaki yapmak kadar önemlidir yapmamak,sevmek kadar önemlidir sevmemek buğzetmek.

Birisine seni Allah için seviyorum der ama menfaatimiz varsa Allah’la, Peygamber Efendimiz ve varisleriyle ilişkisi olmayanlara, onlara savaş açanlara seni Allah için sevmiyorum diyemeyiz. Menfaatimiz her şeyin önüne geçmiştir çünkü. Bir yere gelelim diye, istikbal uğruna, rızık uğruna, dünyevi kariyer uğruna…

Ne Allah, ne Peygamber ve ne de varislerini tanırız. Ondan sonra da hiç utanmadan onları çok sevdiğimizi söyleriz.

Sevmek aynı zamanda sevmemeyi buğzetmeyi gerektirmez mi?

Seven sevdiğinin her şeyini sevmez mi?

Seven sevdiğinin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmaz mı?

Seven sevdiğine hicret etmez mi?

Sevdiğinin sevmediklerine buğzetmek sevgini arttırmaz mı?

Biraz tuhaf gelecek ama anlaşılma noktasında bir an Allah’ın bütün sıfatlarının olmadığını düşünelim. Sadece Allah olarak kalsa yani bana bir dahli olmasa, bir ihtiyacımı giderme kudreti olmasa

Sor kendine,

Allah’ı yine de sever miydin?

Önemli olan Allah’ı Allah olduğu için sevebilmektir. Sevdiklerimizi ivazsız garazsız hiçbir menfaat beklemeden onların bizi sevdiklerinin farkına varıp sevmeye gayret etmeye çalışmalıyız. Öyle olursa Allah için sevip Allah için buğzetmeye önem gösterebiliriz.

Samimiyetsizlikten kurtulup samimi olalım; 

Toplumsal bunalımların temelinde ağırlıklı olarak samimiyetsizlikler yatmaktadır. Çünkü gayri samimilik; kendisiyle beraber ikiyüzlülüğü, yalanı, iftirayı, hayasızlığı, haksızlığı ... pek çok olumsuzlukları da getirir. Zira samimiyetsizlik, bütün bu ve benzeri ölçüsüzlüklere sonuna kadar kapıları aralamaktadır. Samimiyetsiz olanlar bu kapılardan dilediği gibi girer ve dilediği kadar ölçüsüzce ve fütursuzca hareket ederler.

Kulluk samimiyet ister. İman samimiyetle mümkündür. İbadette samimiyet mutlak şarttır. Ailenin mutluluğu samimiyet üzerine bina olunur. Toplumsal huzurun sağlanması ve idamesi o toplum fertlerinin samimiyeti ile orantılı olur. Arkadaşlık ilişkileri samimiyete bağlıdır. Birileriyle beraber herhangi bir iş tutmak isteyen insanların arasında samimiyetlik aranır. İnsanlar arasındaki her türlü itimat, güven o insanların karşılıklı olarak samimiyetine bağlıdır. 

Kısaca samimiyet güvendir, emandır, huzurdur, mutlluluk ve başarıdır.

Hasta olduğumuzu kabul edip doktora gitmeliyiz;

İnsanlara musallat olan pek çok hastalıktan bahsedebiliriz. Bedeni hastalıklardan ziyade manevi hastalıkları kastediyoruz. Çünkü bedeni hastalıkları çeşitli tedavilerle insan kolayca kurtulabilir. Ayrıca bedeni hastalıkların kahır çoğunluğu etkisi, zararı ferdidir. Ama manevi hastalıkların tedavisi oldukça zordur ve çoğunluğunun kişi ile beraber toplumsal bir yönü vardır. Ki bu yönü ile toplumu ifsada sürükler.

Eğer manevi hastalıklarımızın tedavi olmasını ve manevi darbelerden kurtulmak istiyorsak önce hasta olduğumuzu kabul edip meydanlar yerine da doktora yani insanı kamile gidip ona teslim olup verdiği reçeteleri tüm hayatımızda uygulamaya çalışmalıyız. 

Değişmeye bir şeyleri düzeltmeye bu darbelere dur demeye niyetimiz varsa öncelikle kendimizden başlamalı Hace Hazretleri’nin buyurduğu “Müminin Hayatı Talim,Tatbik Ve Tebliğden İbarettir.” kibarı kelamlarını hayatımıza olmazsa olmaz edinmeli ve ona göre yaşamaya gayret etmeliyiz.

Allah yâr ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Salih ŞAKAR

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:05

HABBAB b. ERET (ra)

ravza

Habbab b. Eret (ra) - Kerem ACAR

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Habbab b. Erat (ra)

 

Henüz 10 yaşlarında iken kabilesi olan Temimoğullarına, düşmanları tarafından bir baskın düzenlenir anne ve babası öldürülür. Habbab ise Mekke’ye getirilip köle pazarında satılır. Habbab’ı, Ümmü Enmar isimli bir kadın satın alır. Habbab henüz o yaşlarda okuma yazma öğrenmişti. Kabiliyetli olduğundan o günün güzide sanatlarından olan demirciliğe eğildi ve kısa zamanda Mekke eşrafının kılıç ve diğer demir/çelik malzemelerini tedarik ettiği bir sanatkar oldu.

Efendimiz Nübüvvetini izhar edince Hz. Habbab hemen islamı kabul etti. Müslüman olduğunda 24 yaşında idi. Altıncı müslümandır. Mus’ab b. Umeyr’in de müslüman olmasına o vesile olmuştur. Mekke’de imanını gizlemeyen 7 kişiden biridir.

Müslüman olduktan sonra ilk eziyeti evvelce kendisini satın almış olan Ümmü Enmar isimli kadından görmüştür. Öyle ki; bu kadın demir ve taş parçlarını ateşte ısıtıp sırtını dağlardı. Sonra bir zaman geldi bu kadın hastalandı, zamanın tabibleri ona tedavi için demir ve taşları ateşte ısıtıp vücuduna dağlaması gerektiğini söyledi. böylece adl-i ilâhî henüz bu dünyada tezahür etti.

Hz. Habbab bir gün Efendimiz’in yanına geldi o esnada Efendimiz (sav) Kabe’nin yanına uyuyordu. Yanına oturdu, uyanmasını bekledi. Derken Efendimiz uyandı, selamlaştılar. Hz. Habbab gördüğü eziyetleri anlattı. Efendimiz ise; “Vallahi sizden önce öyle ümmetler geldi ki ateş çukurlarına atılırlardı, başları testere ile biçilirdi de yinede sesleri çıkmazdı. Fakat siz acele ediyorsunuz. Sabredin!.. Yakın bir gelecekte bir kadın tek başına Sana’dan Hadramut’a kadar Allah korkusundan başka bir korku taşımadan gidebilecektir.”

As b. Vail bir gün kendisine bir kılıç yaptırmıştı. İş ücretin ödenmesine gelindiğinde “Muhammed’i inkar edersen sana ücretini öderim.” dedi. Hz. Habbab ise “Vallahi sen ölüp terkar dirildiğinde de beni Muhammed’e iman etmiş bulacaksın.” dedi. As b. Vail ise “Madem tekrar dirileceğim, o gün yine mal ve evlatlarım çok olur, sana o gün öderim dedi.” Hz. Habbab ise bu hadsiz cevaba karşılık hiç bir şey demedi, susup uzaklaştı. Bunun üzerine Meryem Suresi’nin 77-80.ci ayetleri nazil oldu.

“Küferdip de bana mal ve evlat verilecek diyen adamı gördün mü! O, gayba muttali mi olmuş! Yoksa Rahman’ın huzurunda bir ahit mi almış! Hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azaptan bir med çekeceğiz! Ve o söylediği şeyleri elinden alacağız. O bize tek başına gelecek.”

13 sene Mekke döneminden sonra Medine’ye hicret etti. Medine’de Bedir ashabından olan Cebir ibn Atik isimli sahabe ile kardeş kılınmıştır.

Bedir, Uhud, Hendek ve diğer tüm gazvelerde Efendimiz’in yanında çarpıştı.

Bedir gecesinde vuku bulan şu hadiseyi bize aktarmıştır: “Rasulullah gece boyunca namaz kılıp dua ediyordu. Ya Rasulullah seni hiç böyle görmemiştim nedir halin? “Habbab Allah’tan üç şey istedim ikisini kabul etti diğerini kabul etmedi.” buyurdular. “Ya Rasulullah nedir onlar?” dedim. “Rabbimden Ümmetimi toptan helak etmemesini istedim kabul etti. ikinci olarak benim ümmetime sürekli düşmanın galip gelmemesi için dua ettim onu da kabul etti. Üçüncü olarak ümmetimin arasında tefrika olmamasını niyaz ettim bunu kabul etmedi.” 

Efendimizin ahirete irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir ve sırasıyla tüm halifelerin yanındaydı.

Hz. Ömer’in yanında konumu çok başkaydı bunun iki sebebi vardı. Birincisi Hz. Habbab’ın 13 sene bila fasıla Mekke’de çektiği eziyetler. İkinci olarak Hz. Ömer müslüman olduğu gün kardeşinin evine geldiğinde Hz. Habbab saklandığı perdenin arkasından çıkıp “Ömer vallahi bu kulaklarımla duydum Rasulullah sana dua etmişti.” dedi. Hz Ömer de demek Rasulullah bana dua etti diyerek kalbi yumuşamış ve müslüman olmuştur. Hz. Habbab ne zaman Hz. Ömer’in meclisine gelse Hz. Ömer ayağa kalkar kendi yerine Hz. Habbab’ı oturturdu. Onun işkence gören sırtını öptüğü de olmuştur.

Onun Hz. Ali ile olan dostluğu da bambaşkaydı. Hz. Ali ona kardeşim diye hitap ederdi. Hz Ali’yi de hiç yanlız bırakmamıştır. Onunla birlikte Kufe’ye gitmiştir. Cemel Vakası’nda Hz. Ali’yle birlikte olmuştur. Ne var ki gitmek istemesine rağmen Sıffın Savaşı’ndan önce hastalanıp yatağa düştü. Vefat etmeden önce yetişirse kendi namazını Ali’nin (ra) kıldırmasını vasiyet etti.

Hz. Ali Sıffın’den dönerken geldiği yerde sadık dostu Ammar’ı defnetmiş gittiği yerde de diğer dostu Habbab’ı defnedecekti ve hayli hüzünlüydü. Cenazenin başına geldiğinde göz yaşı döktü. Ve “Allah Sana rahmet eylesin kardeşim, sen muhlis bir adamdın. Halis bir kalp ile iman ettin, ah mahzun kardeşim, muhakkak Rabbimiz senden hoşnut olacaktır.”

Hicretin 37. senesinde Kufe’de vefat etmiştir. Cenabı Allah dünyada ve ahirette şefaatlerini nail eylesin.

 

Yazar: Kerem ACAR

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:06

CEMAAT OLMAK BİR LÜKS DEĞİL MECBURİYETTİR

Cemaat Olmak

Cemaat Olmak Bir Lüks Değil Mecburiyettir - Yusuf-i Kenân

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Cemaat Olmak Bir Lüks Değil Mecburiyettir

 

Son günlerde ülkemizi hedef alan, fakat tüm İslam coğrafyası üzerinde oynanmak istenen kalleşçe ve münafıkça oyunun etkisi ile bazı çarpık anlayışlar da maalesef beraberinde şer güçler tarafından kasten gündem haline getirilmiştir. Bu anlayışların İslam toplumu üzerindeki tahribat noktasında en etkili olanı da “Cemaat” olgusunun hedef alınmasıdır.

Cemaatler üzerinden yapılmak istenen manipülasyonların asıl hedefi 1400 yılı aşkın süredir var olagelen İslam kültür, medeniyet, adap, gelenek ve göreneklerin kısacası İslam dininin batıya ve batılı modernist beyinli sözde İslamcı aydınların eleştiri hedefine konması, efendileri konumundaki siyonizmin şimdiye kadar arayıp da bulamadığı büyük bir fırsattır. Müslümanlar olarak uyanık olmak zorundayız. Hele ki şimdilerde çok daha akıllı hareket etmek gerekir. Çünkü Müslüman feraset sahibidir. Bu ferasetiyle kuklayı değil kuklacıyı görebilmelidir.

Mesele “Fetö” denilen gizli kardinal ve onun zavallı hizmetkarları meselesi değildir. Konu bu kadar basit olsaydı, İslam dini mensubu olduğunu iddia eden, ama gerçek yüzü çok geç anlaşılan, herkesi uyutan, hatta devlet kademelerini ele geçirmek adına her şeyi mübah gören, bunu da dinin gereği en büyük ibadet olarak mensuplarına inandıran zamanın Haşhaşileri, günümüzün Hasan Bin Sabbah’ı “Fetö” denilen iblis ifşa oldu. Mevlam, tüm kirli çamaşırlarını gün yüzüne serdi. 40 yıldır güzel yurdumuzda yaptığı tüm tahribatlar son buldu. İslam dini bir münafıktan daha temizlendi derdik. Hatta şükreder yaptığımız hataları yeniden gözden geçirir, bunları bu kadar neden anlayamamışız bunun üzerine odaklanırdık. 

Fetö imalat hatası bir cemaattir. Fetö ve onun gibiler Hz. Muhammed’e (sav) tabi olamayınca Firavun’a tabi oldular. Bu tespit iyi analiz edilmelidir. Tüm cemaatleri bir kefeye koyup değerlendirmek fitnedir. Rabbimiz Kur’an’da “Fitneden korkun…” buyuruyor. Bu fitne ateşi sadece bir yeri kuşatmaz. Tüm İslam kültürüne kadar uzanır. Türkiye’deki cemaatler neredeyse1500 yıllık bir geleneğin devamı niteliğindedir. Bu gelenek adı altında tahrip edilmek istenen cemaatler değil İslam dinidir. 

Asıl mesele yine içimizdeki, belki de adı “Fetö” olmayan ama onun farklı versiyonları eliyle yapamadıkları tahribati “cemaat” olgusunu yıkmaya çalışarak hem de bunu halka yaptırarak birincisinde yapamadıkları kalkışma harekatını farklı şekilde de olsa ikincisinde yapmaktır. Çünkü meydanlara çıkan halkın tekbir sesleri birilerini ciddi manada rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlık şer odaklarını önlem almak zorunda bırakmıştır. Bu önlemi de halkın gözünde cemaatleri kötüleyerek, gelecekte tüm cemaatlerin gelebileceği son nokta “Fetö” gibidir algısını zihinlerde oluşturmaktır.

İslam dinine mensup bir ferdin ya da bir grubun hatası tüm Müslümanlara atfedilemez. Hele ki bu İslam dinine asla. Aksi takdirde bu bir zulümdür, vebaldir. Hesabını vermek mümkün değildir. Bu sebepledir ki konunun ciddiyetini şuurlu Müslümanlar olarak anlamak ve hakkaniyet ölçüsünde meseleye sahip çıkmak boynumuzun borcu, Müslümanlık vazifesidir. 

İslam; cemaatle var olmuş, cemaatle yaşamış bir dindir. Hak ile başlayıp hak ile olan cemaatler topluma insan yetiştiren sosyal müesseselerdir. Bu mihval üzere gelen, sırat-ı müstakim üzere bulunan cemaatlerin terbiyesi ile yetişen insanların toplumdaki yeri ve başarısı tarihin her döneminde takdire şayandır. Zaten her şey insan iledir. Kendisini tanıyabilmiş, Rabbi ile vuslat olmuş her insanda mutlaka bir cemaatin mührü vardır. İşte bu insanlar vesilesiyle dinimiz bugünlere kadar tüm dünyada dört kıtaya kadar Allah’ın izni ve inayetiyle gelebilmiştir.

Mesele cemaatleri oluşturan insanların sorgulanması ise bundaki ölçü bellidir. Mesele bağcıyı dövmek olmamalıdır. Bağın bakımı, budanması, temizliği rahmettir. Ancak bakımlı bağdan kaliteli, verimli üzüm yetişir. Ama bağı yakar, yıkar talan edersek, yeni nesillerimize yedirecek üzüm bulamayız.

Büyüğümüz Hace Hazretleri (ksa), Hak üzere olan cemaatlerin temel özelliklerini kısaca şöyle ifade etmişlerdir:

1-Müstakim olmak.

2-Bilgi üzere olmak.

3-Sevgi üzere olmak.

4-Takva üzere olmak.

5-Cesur olmak.

 

Bu beş kıstas mihenk niteliğindedir. Kur’an ve sünnet üzere istikametini belirlemeyen, bilgiyle değil hurafelerle beslenen, içerisinde sevgi bulunmayan, takvadan uzak, ödlek insanların oluşturduğu birliktelikler zaten İslam cemaati olamayacağı gibi, ne İslam’ın temsilcileridir, ne de İslam’ın bağlayıcılarıdırlar. Tarih her dönemde olduğu gibi bu sapıkları elinde sonunda ayıklamış, ifşa etmiştir. 

 

Üstünlük Allah ile olabilmektir. İnsan tek başına daha çabuk heva ve hevesinin kurbanı olmaya müsaittir. İşte cemaat ile insan her şeyden önce kendisini Rızayı İlahi yolunda, önüne çıkan engellerden korur ve sakınır. Kendisine çeki düzen verir. Kendisini dirayetli ve güçlü hisseder. Zaten cemaatlerin asıl gayesi de büyüğümüz Hace Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi: “Cemaatlerin gayesi insanı ve insanlığı tekamül ettirmektir.”

İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde cemaatsiz yaşayamamıştır. Yalnızlık Allah’a mahsus bir sıfattır. Rabbimiz Allah (cc) biz kullarını insanlık tarihi boyunca hep cemaat olmaya, beraber olmaya teşvik ve emir buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 119) Yine bir başka ayette: “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size ayetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz. Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun. İşte selamet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır.” (Âli İmran -103-104) buyrulur.

Bir Hadisi şerifte Rasulullah (sav): “Cemiyet içindeki ulema kavmi içindeki peygamber gibidir.” buyurur. İslam dini, müslümanların cemaat halinde yaşamalarına; her hususta birbirlerini destekleyen ve birbirlerine yardımcı olan bir toplum olmalarına önem vermiştir. Peygamberimiz (sav) müminleri, bir binayı oluşturan ve birbirleri ile kenetlenmiş tuğlalara benzetmektedir. Kur’an-ı Kerîm ise, onları “kardeşler” olarak niteler. İslam cemaat dinidir. İslam’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaat ile birlik, beraberlik içerisinde yerine getirilir.

Dinimiz İslam, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mümin için koruyucu bir elbise, kale gibidir. Cemaat olan müminler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler.

Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslamí cemaatin temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha yüksektir. İslam’a göre cemaat olma o kadar önemli ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir. Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika ise azaptır.”

İnsan sosyal bir varlıktır. Kendini herkesten tecrid ederek yaşaması fıtraten zor bir durumdur. Bir zaman bunu başarabilse dahi zamanla çevresiyle birlikte olma ve onlarla hayatını paylaşma arayışına geçer. Bu arayış neticesinde de bir topluluğa uyar. Kimileri dünya zevklerine dalmış menfaat ve zevk ehline, kimileri de geçici hayatını Allah yolunda sarf etmeye azmetmiş ilim ve hizmet ehline tabi olarak bu fıtri arzusunu yerine getirir. Doğal olarak tabi olmak ve uymak, insan yaratılışının icabı olduğu için, bu özelliği kötülemek yerine iyiye kullanmak daha uygun olur. İşte bu sebeplerden dolayı, İslam ümmetinin asrısaadetten beri uyguladığı prensip, cemaatleşmedir.

Cemaatleşmenin özelliği, sevilen bir kişinin merkezinde durduğu, onun etrafında ama onun şahsını aşan bir sistem oluşturmasıdır. Cemaatler, yıldız şahsiyetlerin etrafında, onların İslam’dan alıp yansıttığı ışıkla aydınlanan insanlar yetiştirir. Yetişen nesil, o cemaati sürdürmekten öte onu ilerleten, yeni ufuklara taşıyan kişiler olarak var olur. Ancak zaman zaman tenkitlere konu olduğu üzere, cemaatlerde bazen aşırı bağlılık ve taassup yüzünden bir tür kabuklaşma görülebilmektedir. Elbette tutkulu bir bağlılıkla bir araya gelmiş olan insanların kendi yollarını, üstatlarını veya onların metodunu çok fazla sevmeleri anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bu durum, aracın amaç haline gelmesi durumunda rahatsız edici, eleştirilecek bir hale gelebilir. Fakat bu durum istikamet üzere devam eden anlayışını Hak’tan almış, insanı kamil mertebesindeki cemaat önderlerinin ve büyüklerinin var olduğu ortamlarda kesinlikle söz konusu değildir. 

Hepimizin bildiği gibi, İslami ilimlerin yasaklandığı, din hizmetlerinin ciddi bir kesintiye uğradığı devirlerde dahi bir kısım değerli zatlar, üstün fedakârlıklarla gelecek nesle iman aşısı vurmaya gayret etmiştir. Bu gibi şahısların birer güneş misali etraflarını aydınlatmaları, gönlü manaya susamış temiz insanların etraflarına toplanmalarına ve cemaat teşkil etmelerine vesile olmuştur. Tamamen gönüllülük esasıyla müesseseleşen bu cemaatler, yok edilmeye çalışılan manevi değerlerin diriltilmesi ve duyguların canlanmasında hiç kuşkusuz önemli bir rol oynamışlardır.

Allah’ın birliği ve toplumun bütünlüğü inancı etrafında toplanmayı en mühim gaye sayan İslam dininde, “cemaat” denilince: inançta olduğu gibi, dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samimi ve ihlaslı müslümanların teşkil ettiği birlik akla gelir. Çünkü insan belirtildiği gibi daima cemaat ve daha geniş anlamıyla cemiyet halinde yaşayan toplumsal bir varlıktır.

Cemaat olmak, bireylerin akli, kalbi, ruhi, sosyal ve siyasal olarak aynı duygu ve idealler ile Allah’ın sözünün önce insanın kendisinde sonra da yeryüzünde hakim olması ve insanların kurtuluşa ermeleri için cem olmaktır. Ben olmaktan biz olmaya geçiştir cemaat olmak. Tevhid, erdem ve ahlakın etkin olduğu bir toplumun oluşması için insanlığa hizmet etmenin en yüksek ideal olduğunu düşünen insanların gönüllü çalışmaları için gerekli olan sosyal ve dini yapılanmanın adıdır. Aklın, kalbin ve ruhun aynı ideal için ki bu ideal tevhid, adalet ve özgürlüğün gönüllerde hakim olmasıdır.

Cemaat, bireyin kemale ermesi ve manevi olarak inkişaf etmesi için gerekli olan ana vesiledir. Bireyin her anlamda donanması ve gelişmesi bir yapı içinde gönüllü olarak hizmet etmesi ile ilgilidir. Enaniyet ve menfaatçilik gibi olumsuz özelliklerden arınmanın tek yolu müslüman topluluğu içinde yer almaktır. Riya, kibir, zulüm, dünyevileşme, kalbin katılaşması gibi kötü özelliklerden kurtulmak ancak sürekli hakkı ve sabrın tavsiye edildiği müslümanlar ile birlikte olmaktan geçer. İnsi ve cinni şeytanların insanı saptırmak için verdiği çabaya karşı en sağlam kalkan cemaattir. Bir anlamda Müslüman şahsiyeti kötülük ve olumsuzluklardan koruyan zırh hükmündedir cemaat. İnsan kendisini ne kadar kötülüklerden korumak istiyor ise müslüman topluluğuna o kadar sıkı yapışmalıdır.

Allah rızası için Allah yolunda çalışmak kadar güzel ve mutluluk verici bir durum olamaz. Bu güzelliği en güzel şekilde yapmanın yolu ise cemaat ile birlikte yapmaktır. Müslüman şahsiyet Kur’an’da emredilen bütün sorumluluklara muhataptır. Bu sorumlulukların bir kısmını kendi başına yerine getirebilir. Fakat bir kısmını tek başına yerine getiremez. Bunu müslümanlar ile birlikte yapmak zorundadır. İşte cemaat olmanın önemi burada devreye girmektedir. Kamil mümin olmanın yolu cemaat olmaktan geçer. Müslüman şahsiyet istikamet üzere İslam’ı yaşayıp anlatma sorumluluğunu yerine getirirken bir cemaat yapılanması içinde yer almaya mecburdur, memurdur hatta buna mahkumdur.

Cemaat içinde yer alan birey bilinçlenme sürecinde aldığı manevi haz ile zaman ile birey olarak şahsi ve dünyevi kaygılarını bir kenara bırakıp ahirete dönük ümmet kaygısı ile hareket eden ve çalışan bir mümin olma yoluna girecektir. Dünya imtihanını kazanmak için gerekli olan bu şuur seviyesi ancak müminler ile birlikte olunduğunda olacaktır. Bireyin bu durumu tek başına ihya etmesi nerede ise imkansızdır.

Sonuç olarak İslam cemaatleri insan yetiştiren sosyal müesseselerdir. Cemaat adı altında yapılan pervasızca eleştirilerin temel hedefi İslam dinidir. Dinimiz İslam ile Hak ve istikamet üzere varlığını sürdüren tüm cemaatler etle tırnak misali İslam’dan ayrı tutulamaz. Bunun mevzusu bile zulümdür, ard niyettir, kütü emelli şer güçlere hizmettir. Allah (cc) böylesi sapkın anlayışlardan tüm Müslümanları muhafaza buyursun. (Amin)

 

Yazar: Yusuf-i Kenân

 

Allahın kulları üzerinde Hakkıdır

Yoluna Gücü Yetenlerin O Evi (Kabe'yi) Haccetmesi, Allah'ın İnsanlar Üzerinde Bir Hakkıdır - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Yoluna Gücü Yetenlerin O Evi (Kabe'yi) Haccetmesi, Allah'ın İnsanlar Üzerinde Bir Hakkıdır

 

Hac ibadeti İslam’ın beş temel esasından biridir. Şer’i bir terim olarak Hac, belli bir yeri, belli bir zamanda ve belli birtakım fiillerle ziyaret etmektir. Belli yerden kasıt, Kâbe-i Muazzama ile Arafat’tır. Belirli zamandan kasıt Hac aylarıdır. Belirli fiiller ise, Hac fiilleridir. Haccın farziyetinin kitap ve sünnetten delilleri: “Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse bilmelidir ki, Allah bütün alemlerden müstağnîdir.” (Al-i İmran,97) Bir diğer ayette, “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın…” (Bakara,196) buyruluyor. “İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar.” (Hac 27)

Hadisi şerifte ise Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kim Hac yapmak isterse acele etsin.” Bir başka hadisi şerifte ise; “Hac ile umreyi birbiri ardına yapın! Çünkü bu ikisi günahları, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını giderdiği gibi giderir. Kabul edilmiş haccın karşılığı ancak cennettir. Herhangi bir mü’min ihramlı olarak kaldığı zaman güneş battığında günahlarını da alıp götürür.” Sehl b. Sa’d’dan rivayet ile; Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdu: “Herhangi bir müslüman telbiye getirdiğinde, sağında, solunda bulunan taş, ağaç ve demirden yeryüzünde ne varsa hepsi birden telbiye ederler.” Cabir’den: Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdular: “Bir hacı kesinlikle ve asla im’ar durumuna düşmez!’’ İm’ar nedir? Diye sordular. Cevap verdi: “Yani asla fakir ve muhtaç olmaz.’’ Ebu Hureyre’den: Allah Rasulü (sav) buyurdu: “Hacı olan kişi bağışlanır; hacının, kendisine Allah’tan rahmet dilediği kişide bağışlanır.”

Haccın farzı: İhrama girmek, Arafat’ta vakfede bulunmak, ziyaret tavafı. 

Haccın vücubunun şartları: Müslüman olmak, hür olmak, akıllı olmak, erginlik çağında bulunmak, Hac farizasını yapabilecek kudrette bulunmak, vakit, yol azığı ve binit, yol emniyetinin olmasıdır.

Haccın sıhhatinin şartları: Hac görevinin sahih olarak yerine getirilmesi için;

1- Müslüman olmak. Bu haccın farziyetinin şartı olduğu gibi, sıhhatinin de şartıdır.

2-Özel yerlerde bulunup görev yapmış olmak. Bu yerlerden maksat, Arafat ile Kabe’dir. Onun için Arafat’ta vakfe yapmadıkça ve Kâbe’yi tavaf etmedikçe Hac sahih olmaz.

3- Belli bir vakit olmak. Bundan maksat Arafat’taki vakfe zamanıdır ki, Arafe gününün zeval vaktinden Kurban Bayramı fecrin doğuşuna kadar devam eden bir zamandır.

4-Hac niyetiyle ihram yapmış olmak. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de “ihram” denilmektedir. Bu ihram, hacca veya umreye veya hacc ile umreye niyet etmek ve telbiye getirmekle meydana gelir.

İhrama Girme Yerleri (Mikatlar): Mikat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît’tir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden daha önce ihrama girmekte bir sakınca yoktur.

İhrama girerken yapılması sünnet olan fiillerin başlıcaları şunlardır: Abdest veya boy abdesti almak. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omzuna almak üzere iki yeni veyahut yıkanmış peştamala bürünür. Bundan sonra iki rekât İhram namazı kılar ve niyet eder. Zira hac bir ibadettir. İbadetler ise ancak niyetle birbirinden ayrılır. Cabir’in (ra) rivayetine göre: Peygamberimiz (sav) Zulhuleyfe’de ihrama girdikten sonra iki rekât namaz kılmış ve, “Allah’ım, Ben hacca gitmek istiyorum. Bana kolaylık ver ve Benden kabul buyur.” diye dua etmiştir.

Bunlardan sonra telbiye getirir. Telbiye; Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, Lâ şerîke leke. Kişi telbiyeye başlayınca ihrama girmiş olur ve ihram yasakları başlar. İhrama girmek dört çeşittir. Haccı ifrad (yalnız hac için ihrama girmektir) yalnız umre için ihrama girmek, Haccı Kıran için ihrama girmek (Hac ile umreyi birleştirmek), Haccı Temettu için ihrama girmek (Hac aylarında umre yapmak maksadıyla önce ihrama girip umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak tekrar hac niyetiyle ihrama girmektir.) 

Mevzunun daha iyi anlaşılması için Hace Hazretleri (ksa) Nefahatu’l-Harameyn (Mekke ve Medine’den esintiler) isimli eserinden bir bölümü aktaralım. Şöyle buyuruyorlar, “En son farz olan ibadet hacdır. Çünkü hac zirve… Hac adeta bütün ibadetlerin başına taç… Haccın içinde bütün ibadetlerden bir özelik var. Namaza, oruca, zekâta benzerliği var. Hacca para verip geliniyor… Haccın ekonomik boyutundan ayrı olarak bir de haccın içinde, insanın kendinden temlik etmesi, infak etmesi var; zekât budur… Zekâtın da asıl bize öğretmek istediği şey benliğimizden infak… Mal canın yongası olduğundan bunu paraya aksettirmiş Cenabı Hak. Dünyayı sevdiğimiz için asıl o sevgiden infak ettiriyor bize. Verdiğin paranın bir önemi yok aslında, malın kiri o. Dünya sevgisinden verebiliyorsan, benliğinden infak edebiliyorsan, kendini bezledebiliyorsan; sen zekât vermişsin. Hacda bu var. Tavaf namazla denk… Namazdan örnekler var içinde. Misal namazda da hacda da zikirler var, telbiyeler vesaire… Birçok ibadetle benzerliği var. Bütün ibadetlerin mecmu’u olmuş, zirve yapmış hac. Bu yüzden biz bütün ibadetlerimizi hacda yaptığımız uygulamalarla ilintilendirebiliyorsak, alakalandırabiliyorsak, haccımız devam ediyor. Yoksa hac bir rüyaydı uyandık bitti. Misal, bir namazı kıldın iki- üç saat sonra başka bir namaz var. Veya zekâtı verdin; yıl içinde zekât kadar yüklü miktarda olmasa da bir lira bile versen o şevki, o aşkı, o hazzı hissedebilirsin. Hac öyle değil, bu yüzdende ömürde bir sefer. Hakikaten de belki ömürde bir sefer nasip oldu, belki bir dahası olmayacak. İşte bu yüzden çok iyi kullanmak durumundayız haccı; bir ömür yetmeli bize. Çünkü bir daha bu paketi, bu enerjiyi almaya gelemeyebiliriz. Onu bir ömür yetirmek durumundayız.

Dünyayı, dünya işlerini ve dünyalıkları hep geride bırakıyoruz. Zihnimizden de, gönlümüzden de bırakmaya çalışalım. Meşguliyetimiz, hedefimiz, düşüncemiz yalnız, ben rızayı nasıl kazanırım? Ben buranın edebine nasıl riayet ederim? Ben burada bulunmanın hakkını nasıl veririm? Olsun.’’

“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur, ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri benden korkun.” (Bakara,197)

Ayeti kerimede haccın (ihram) yasaklarına işaret edilmekte ve bu süreçteki hususlar nazara verilmektedir. İhram yasakları önemli başlıklarla şöyle ifade edilmiştir:

1-Fusûk; Yüce Allah’ın, “Günah işlemek yoktur.” buyruğundaki “fusûk” kelimesi bütün masiyetleri ifade eder. Fusûk (fısk işlemek), aziz ve celil olan Allah’ın yasak kıldığı masiyetleri hac için ihramlı olduğu halde işlemektir. (Av hayvanını öldürmek, tırnak kesmek, saç kesmek ve buna benzer işlerde bu kabildendir.) Lakaplarla çağırmak da fusûkun kapsamına girer: “İmandan sonra fasıklık adı ne kötüdür.” (Hucurat, 11) Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyorlar: “Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak küfürdür.” Fukaha der ki: Mebrur hac, eda edildiği esnada yüce Allah’a asi olunmayan hacdır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuşlardır: “Her kim hacceder ve haccında rafes yapmaz, fasıklık etmezse annesinden doğduğu günkü gibi (günahsız) döner.”

2-Rafes; Haccın ikinci yasağı rafestir. Yüce Allah’ın: “Artık hacda kadına yaklaşmak yoktur.” ayeti kerimesinde geçen rafes kelimesi kadına yaklaşmak anlamındadır. Bu manada yapılan çirkin, kötü ve kaba konuşmalara da Rafes denilmektedir. Hacda bu tür çirkin konuşmalar yasak edilmiştir.

3-Cidal; Haccın üçüncü yasağı cidal’dir. “Cidal’’ yol arkadaşları ile hizmetçilerle ve kiracılarla kavga etmektir. Âlimler bu kelimeden kastedilen manaları şöyle izah etmişlerdir: Burada cidal, bir müslüman ile onu kızdırıncaya kadar tartışıp sonunda kötü söz söylemeye kadar işin vardırılmasıdır. Dolayısıyla cidalin karşılıklı kötü söz söylemek olduğu anlaşılmaktadır. Yine, cidal cahiliyye döneminde müşriklerin ayrı ayrı yerlerde, kimisi Müzdelife’de kimisi Arafe’de vakfe yapar ve daha sonra hangilerinin yaptıkları vakfe Hz. İbrahim’in (as) vakfe yaptığı yere denk düştüğü hususunda kendi aralarında tartışırlardı. Ve yine Hac ayları hakkında; bir kesimin hac bugündür, bir diğer kesimin hac yarındır diyerek bu uygulamaları ile kimi zaman haccı Zilhicce’den başka aya kaydırır ve bunların hangisinin doğru olduğu hususunda tartışırlardı. 

Hace Hazretleri’nin (ksa) “Nefahatu’l-Harameyn” adlı eserinde şöyle geçmektedir: “…Bu yasaklar sadece zahirde kalmamalı. Ayniyle bunları iç âlemimize yansıtabilmeliyiz. Zahiren ihramdayız belli şeyler bize yasak: tırnak kesemiyoruz, koku sürünmüyoruz vesaire… Asıl kulluksa kalple, Allah kalbe nazar ediyor. Dikkat edeceğiz ki kalpte de yanlış duygular, düşünceler, arzular, hisler olmasın. Kalbi de ihramlandıracağız. Burası adeta bunun taliminin yeri… Memlekette ne kadar ihramlıyız? Kâbe ile ne kadar birlikteyiz? Kâbe kıble olma özelliğiyle oradaki hayatımıza ne kadar hâkim? Kâbe’nin şahsiyetinde İslam ve Kur’an hayatımıza ne kadar yön veriyor? Yoksa dediğim gibi bu bir rüya, bu rüyadan uyanacağız. Eğer orada evlerimiz bize Kâbe olacaksa, dünyamız bize Kâbe olacaksa, kazancımız bize Kâbe olacaksa… Bu hayal değil mi o zaman?’’

Yukarıdaki ayeti kerimede nazara verilen diğer hususlar: “Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir.” Allah Teâlâ hem sözle hem de bizzat çirkin işler yapmayı onlara yasaklayıp güzel işler yapmaya teşvik ettikten sonra; bütün bunları bildiğini, buna karşılık olarak kıyamet gününde en mükemmel şekilde amellerin karşılığını vereceğini bildirmektedir. Kötülüğün yasaklanışı akabinde hayır işlemeye teşvik vardır. Çirkin söz yerine güzel sözleri, fasıklık yerine de birr ve takvaya bağlanmalarını, tartışma yerine uyuşmayı güzel ahlaka sahip olmayı emretmekte, bundan sonra da hac için yolculuğa çıktıkları vakit dikkat edilmesi gereken diğer hususlar ifade edilmiştir:

“Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır.” İbn Ömer, İkrime, Katade, Mücahid ve İbn Zeyd der ki: Ayeti kerime hacca azık edinmeksizin gelen kimselerden bir kesim hakkında nazil olmuştur. Bunların kimisi şöyle dermiş: Biz nasıl olur da Allah’ın evini ziyaret ederiz de o da bizi yiyeceksiz bırakır? Böyle diyerek insanların sırtına yük oluyorlardı. Böyle davranmak onlara yasaklandı ve azık edinmeleri emredildi. İlim ehli şu açıklamalarda bulunmuşlardır. Yasaklanan şeylerden sakınmanın azığın hayırlısı olduğunu yüce Allah bize haber vermektedir. Bu emirde bu dünya yurdunun karar yurdu olmadığına dikkat çekilmektedir. Yüce Allah onlara (Hüccac’a) ahret yolculuğunu hatırlatmakta ve takva azığı edinmeye teşvik etmektedir. Ahretin en hayırlı azığı ondan korkmaktır.

“Ey akıl Sahipleri! Benden korkun.” Elbab (iç, öz, özler): lüb kelimesinin çoğuludur. Her şeyin katıksız özüne lüb denilir. O bakımdan akla da lüb denilmiştir. Buradaki hitap herkesi kapsıyor olsa da ilim ehlinin ifadesine göre Cenabı Hak özellikle üstün akıl sahiplerine hitap etmektedir. Çünkü Allah’ın hücceti onlara karşı kesinlikle ve açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır. Onlar da Allah’ın emirlerini kabul eden ve bu emirleri yerine getirmeye çalışan kimselerdir. “Lubb”un, Allah’tan korkmayı gerektirdiği anlaşılmıştır. Yani Allah’tan korkmayanın aklı yok gibidir. Burada Allah Teâlâ yapılan ibadetin sürekliliğini istediği anlaşılmaktadır. Yapılan ibadetlerin niçin yapıldığını, kimin için yapıldığını anlamak ve bunun neticesinde nereye varmak istediğini kavramak hayatın her evresini ibadetleştirmekle oluşmaktadır

“Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. Size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.” (Hac 30) Burada özelde ifade edilen “hurumat” (yasaklar) Hac fiilleridir. Umumi anlamda ise: saygı duyulması istenen şeyler, farz ve sünnetlere uymaktır. Dolayısıyla gelen bütün emir ve yasaklara kim tarafından olduğu düşünülerek onlara sahipleriyle olan ilişkinin bir anlamı olarak o emir ve yasaklara uymaktır. Allah’ın mukaddes kıldığı esaslara değer göstermekte takvanın alâmetlerinden ve esaslarındandır. Allah’ın Şeairi, Remizleri; yani Allah’a ibadet için konulan alâmetler; Kâbe, Mina, Arafat, Namaz, Oruç, Zekât, Ezan gibi hususlardır ki bunlara Şeairillah denmiştir. Yani bu İşaretlerin hepsi Allah’ındır, Sizler işaret taşına takılıp kalmayın işaret edilene yürüyün takvaya kavuşun denilmiştir.

Hace Hazretleri’nin (ksa) “Nefahatu’l-Harameyn” adlı eserinden Haccın anlamını ifade eden şu bilgileri özet babından aktaralım: “…O taşlarda Hz. İbrahim’in emeği, teri, gözyaşı, davası, sevdası var. O taşlarda Âdem’in gayreti ve himmeti var… Ta onunla başlamış İbrahim’in, İsmail’in (as) ve Efendimizin (sav) o taşlarda teri, buseleri, kokusu var. Yüzünü, gözünü sürmüş o taşlara… Her şeyden önemlisi ruhaniyeti var orada. Yalın ayak gezmiş o şehirlerde Cenabı Peygamber… Oralarda secdede bulunmuş, Allah’a secde etmiş, başını koymuş… İnsan bazen düşünüyor da nasıl basacağım, diyor… Mecburen yürüyoruz, yürümek zorundayız ama ayaklarımızla değil de gönlümüzle, gözlerimizle, yüzümüzle basmalıyız oraya adeta. Bu duygularla hareket etmeliyiz. Her an tavafın bir yerinde, bir şavtta; Namaz kılarken, oturup Allah’ı zikrederken, dolaşırken Rasulullah ile karşılaşacakmış gibi hissetmeliyiz kendimizi. Sanki bir köşeden, bir sokaktan Hz. Ebubekir çıkıp gelecekmiş gibi hissetmeliyiz, öyle edepli dikkatli olmalıyız. Ömer efendimiz bize sanki bir yerden seslenecek…’’

 

Kaynakça:

-Mefatihu’l-Gayb, Fahruddin Er-Razi

-El-Camiu li-Ahkami’l-Kuran, İmam Kurtubi

-Kur’an-ı Kerim’in Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş

-el-Esas Fi’t-Tefsir, Said Havva

-Cem’ul-Fevaid, Er-Rudani

-Hidaye Tercemesi

-Şamil İslam Ansiklopedisi

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:08

İSLAM DÜNYASINI EĞİTİMLE VURDULAR

İslam dünyasını eğitimle vurdular

İslam Dünyasını Eğitimle Vurdular - İrfan AYDIN

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

İslam Dünyasını Eğitimle Vurdular

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Salat ve selam öncelikle Peygamber Efendimiz’in (sav), diğer peygamberlerin, ehl-i beytin, ashab-ı kiramın ve saadete ermiş büyüklerimizin üzerine olsun. Sonra bütün şehitlerin ve salihlerin üzerine olsun.

Artık meşhur olmuş bir söz var: “Türkiye kendi haline bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir.” Yine son zamanlarda çokça zikredilen bir söz var: “Türkiye fiziki olarak 780 bin km2’dir ama Türkiye’nin manası bunun çok üzerindedir.” Türkiye aslında uyuyan bir devdir. Bizi yüzyıl once bir kış uykusuna yatırdılar. Bu uyku yaklaşık yüz yıldır devam ediyor. Bizim uykuda olduğumuz bu yüzyıllık dönemde dünya hiç de iyi bir imtihan vermedi. Biz uykuya dalmadan önce dünyanın neresinde bir mazlum varsa ona sahip çıkmaya çalışırdık. Bizim sancağımızın dalgalandığı dönemlerde bugünlere göre daha çok adalet vardı. Savaşlar erkekçe yapılır milletler birbirleriyle mertçe görüşürdü. O zaman da küfür vardı, o zaman da fakirlik vardı. Fakat bugünkü kadar zulüm ayyuka çıkmamıştı. Merhamet o zamanlar öyle bir noktaya gelmişti ki bırakınız insanları göçmen kuşlara bile el uzatılırdı, onlara yuva ve aş temin edilirdi. Zekat, fıtır ve sadakalar o kadar yaygınlaşmıştı ki mahallerin merkezi yerlerine konulan sadaka taşları sayesinde fakirlik kalmamıştı. İnsanlar inandıkları gibi yaşarlar ve bu uğurda izzetle yeryüzünde dolaşırlardı. Elbette cennet değildi sonuçta asrı saadet çoktan geçmişti. Allahu alem asrı saadetten sonra Peygamber Efendimiz’in en çok hoşuna giden bir dönemdi diyebiliriz. İnşallah Mevlamız bu millete ve bu milletin öncülüğünde bütün İslam alemine daha güzelini ve bir çok güzellikleri güzel insanlarla birlikte yaşamayı nasib eder…

Evet biz Birinci Dünya Savaşı’na çok az bir zaman kala derin bir kış uykusuna daldık. Bizim kış uykusuna daldığımız bu dönemde önce İngiltere daha sonra da Amerika dünya liderliğine oturdu. Elanda Amerika bu liderliğini devam ettirmektedir. Bu dönem insanlık tarihine tam bir kara sayfa olarak geçmiştir. Önce Birinci sonra İkinci Dünya Savaşları milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlandı. Kendi ürettikleri vahşi kapitalizmin sanayi çarklarını döndürmak için milyonlarca Afrikalıyı köleleştirdiler. Bütün dünya tek bir kültüre ingiliz emperyalist kültürüne teslim olmak zorunda kaldı. Endonezya’dan Batı Afrika’ya kadar oradan da Amerika Kıtası’na kadar bütün milletlerin kılık kıyafetleri, dinledikleri müzikler, örf ve ananeleri, dilleri, yazıları tamamen yok edilerek tek bir kültürün hegomonyasına girdi. Artık batı da bir şey üretip bütün dünyada kültür farkı olmaksızın satabilirdiniz. En ufak bir kültür uyanışına müsade edilmiyordu. Arkasından gelen basın ve yeni icad edilen televizyon yayınları ve sinema endüstrisi sayesinde milyarlarca insan aşağılık kompleksine sokulup batı hayranı yapılmıştı. Bu vahşi kapitalizmin ürünü olan kültür emperyalizmine karşı çıkanlar bir bahane bulunarak sindirildi. 

İki Dünya Savaşından sonar Amerika İngiltere ve Rusya Yalta’da bir anlaşma imzalayarak dünyayı iki ayrı kutba böldüler. Artık vahşi, kapitalizmden kaçanlar ateist ve acımasız kominizmin eline düşüyordu. Bir yanda ferdi ilahlaştıranlar diğer yanda insanı makine ve haşa tam gelişmiş bir hayvan gibi görenler. Evet bizim uykuda olduğumuz son yüzyılda insanın eşrefi mahlukat olmasına yer yoktu. İnsanlık tarihi hiç görmediği kadar koyu bir karanlığa gömülmüştü. Çünkü ışık kaybolmuştu. Bu dönem rahmetli şairimiz Necip Fazıl’ın da belirttiği gibi: “Güneşi ceketinin astarı içerisinde kaybetmiş marka müslümanları” nın dönemiydi.

Batılılar bizim uykuya dalmamızdan hemen önce kendi karanlık emellerine ulaşmak için büyük bir misyonerlik ve ajanlık faaliyetlerine giriştiler. İslam dünyasında kalıcı işgali bu eğitim seferberliğinden bu yabancı misyoner okullarından yetiştirdikleri devşirmeler sayesinde başardılar. Bu manada işlevsel olarak yukarıda belirttiğimiz bütün unsurların nerdeyse hepsini gerçekleştirecek kurumlar olarak bütün İslam dünyasında sömürgeci okulları kurdular. Bu okullar once azınlıkların eğitimi bahanesi ile bütün İslam dünyasında kuruldu. Fakat asıl amçaları olan bu memleketin müslüman çocuklarını devşirme işine hiç vakit kaybetmeden başladılar. Bu okullara alınan müslüman ahalinin çocukları kesif bir batı kültür eğitiminden geçirilerek batılıların sadık bir hizmetçisi ve kendi halkının düşmanı olarak yetiştiriliyorlardı. Buralardan yetişenler batının askeri ve kültürel işgalleri karşısın direnmenin gereksiz olduğunu tek çarenin güçlüden yana olmak olduğunu savunabilmekteydiler. Aralarında tek sorun Almanya’ya mı İngiltereye mi yoksa Amerika’ya mı bağlansak yoksa tamamen Fransız kültürüne göre mi yaşasak. Yani bu kafası ve kalbi devşirilmiş adları bize benzeyen bu insanlar batının sömürü ajanı olarak çalışmaktaydılar. Bu okuların listesini yazalım:

 

1964 YILI ESAS ALINARAK TÜRKİYE’DE -GÜNÜMÜZDE- BULUNAN YABANCI (ÖZEL) OKULLAR 

A) FRANSIZ OKULLARI 

Nötre Dame de Sion Fransız Lisesi, Nötre Drame de Lourd Fransız Okulu, Sainte Pulcherie Fransız Okulu, Sanit Benoit Fransız Erkek Lisesi, Saint Benoit Fransız Kız Orta Okulu, Saint Michel Fransız lisesi, Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi 

 

B) İNGİLİZ OKULLARI 

İngiliz Erkek Lisesi (Nişantaşı anadolu lisesi)) , İngiliz Kız Ortaokulu (Beyoğlu) 

 

C) AMERİKAN OKULLARI 

Bursa Amerikan Koleji, İzmir Amerikan Kız Koleji (Göztepe), İstanbul Amerika, Bristol Hastanesi Ebe ve Hemşire Okulu (Nişantaşı), İstanbul Amerikan Koleji Kız Kısmı (Arnavutköy), İstanbul Robert Koleji Lisesi Bölümü (Bebek), Tarsus Amerikan. Koleji (İçel), Amerikan Kız Lisesi (Üsküdar), Merzifon Amerikan Koleji, Fırat Amerikan Koleji 

 

D) İTALYAN OKULLARI 

İtalyan Kız Ortaokulu (İvrea Sörlerine ait), İtalyan ilkokulu (Salesiaini Rahiplerinin yönetiminde), İtalyan Lisesi (İtalya Dışişleri Bakanlığına bağlı), İtalyan Ticaret Lisesi ve Giustiniani Okulu 

 

E) ALMANYA OKULLARI 

İstanbul Alman Lisesi 

 

F) AVUSTURYA OKULLARI

Sank-Georg Avusturya Kız Lisesi, Sank-Georg Avusturya Erkek Lisesi ve Ticaret Okulu 

 

G) İRAN OKULLARI 

İran islam Cumhuriyeti İlkokulu (Türkiye’deki İranlılar için açılmıştır. ) 

 

H) YUNANİSTAN OKULLARI 

Rum Zapyon Okulu Fener Rum Patrikhanesi içindeki “Fener Rum Okulu” Fener Rum Patrikhanesi binası 1941’de yandı. 1986’da Türkiye patrikhane binasının onarımına izin verdi. 17 Aralık 1989’da Fener Rum Patrikhanesi yeni binalarında çalışmaya başladılar. 

 

İSTANBUL’DAKİ ERMENİ OKULLARI 

Günümüzde İstanbul’da Ermeniler’e ait 19 anaokulu, 20 İlkokul, 9 Ortaokul, 5 Lise bulunmaktadır. 

Bunların en meşhuru Robert Koleji İstanbul Boğazı bebek sırtlarında kurulmuştu bugün bogaziçi üniversitesi ve Robert koleji olarak Arnavutköy ve Bebekte faliyetlerine devam etmektedir. Bu okul Amerika sınırları dışında kurulan ilk Amerikan okuludur. Görevi milletimiz içinden devşirme ajan ve misyonerler çıkartmaktır. Robert kolej de okumuş ünlülere baktığımızda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Orhan Pamuk, Hasan Subaşı, Halis Komili, Halit Refiğ, Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Cem Boyner, Refik Erduran, İsmail Cem, Yusuf Mardin, Cem Karaca, Rahşan Ecevit, Etyen Mahçupyan, Can Paker, Mim Kemal Öke, Suna Kıraç, Halikarnas Balıkçısı, Mihri Belli, Ayşe Şasa, Mehmet Emin Karamehmet, Abidin Dino, Agop Dilaçar, Ahmet Çavuşoğlu, Özer Çiller, Şahin Alpay, Ömer Dinçkök, Alp Yalman, Nuri Çolakoğlu, Tomris Uyar, Zeki Alasya, Özer Uçuran, Haldun Dormen, Nevra Serezli, Tunç Yalman, Genco Erkal, Melih Kibar, Aptullah Kuran, Kamil Ocak, Şenez Erzik, Nejat Eczacıbaşı, İbrahim Bodur, Feyyaz Berker, Hüsnü Özyeğin, Rona Yırcalı, Rüştü Saracoğlu…

Görüldüğü üzere her biri siyasette, sporda, sanatta, ekonomide atbaşı gitmiş bu insanlar türkiyenin yakın tarihine damga vurmuştur. Sadece ünlülerin bir kısmını alabildiğimiz bu liste uzayıp gider dolayısıyla bizim uykumuzda uzayıp gider. Bizi uyandırmak istemeyenler batı aşısı ile uyandırdıkları kimeleri başa geçirmekte mahir olmuşlardır.

Bir diğer kolej Galatasaray Lisesi ve Üniversitesi. Başlangıcı ta 1481 yılına dayanır. O zamanlar Sultan İkinci Beyazıt tarafından saraya devlet adamı yetiştirmek üzere kurulur. Sultan Abdülaziz tarafından 1868 yılında modern görünümüne kavuşturulur. Osmanlının son zamanlarında Fransa etkisinin had safhaya çıktığı zamanlarda Fransızca eğitim vermeye başlar ve son zamanlarda Fransız hayranlarının yetiştirildiği bir okul haline gelir. Mezunlarından ünlü olan bir kaçını yazalım.

Yunus Nadi, Erdoğan Teziç, Şerif Mardin,Ahmet Haşim, Reşat Nuri Güntekin, Tevfik Fikret, Cemal Reşit Rey, Fatin Rüştü Zorlu, Ziya Osman Saba, Ferhan Şensoy, Erol Günaydın, Işıl Kasapoğlu, Süheyl Batum, Engin Ardıç, Barış Manço, Abdülhak Şinasi Hisar, Kemal Tahir, Haldun Taner, Nihat Erim, Çetin Altan, Yalçın Tura, Sadun Boro, Özdemir Asaf, Ziyad Ebüzziya, Tahsin Yücel, Selim Sırrı Tarcan, Suat Hayri Ürgüplü, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yiğit Bulut, Mümtaz Soysal, Timur Selçuk, Sedat Simavi, Orhan Veli Kanık, Ali Sami Yen, Okan Bayülgen, Haldun Dormen, Şenkal Atasagun

Aslında fazla söze gerek yok her biri ünlü sanat spor siyaset adamları Türkiyenin yakın tarihine damga vurmuş insnalar. Binlerce mezun vermiş Galatasaray lisesi yakın zamanda kurulan üniversitesi ile lisans ve yüksek lisans düzeyinde öğretim vermeye devam etmektedir….

Dünya haritasında Türkiye’nin konumuna baktığımızda. Ülkemiz ön asya denilen Asya kıtasının batıya doğru en uç noktada yer aldığını yer almaktadır. Konumu itibari ile asya ile avrupa kıtaları arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Asya Afrika ve Avrupa kıtalarının tam ortasındadır. Türkiye Akdeniz Karadeniz Hazar Basra körfezi kızıldeniz havzalarının ortasında yer alır. Tarihi ipek yolları hep anadoludan geçer. Karadeniz havzasının can damarı olan Çanakkale ve İstanbul boğazları ülkemiz sınırları içereisindedir. Kuzeyden güneye Asya ve Avrupa’nın Afrika’ya geçiş yolu üzerindedir. İnsanlığın medeniyet beşiği Mezopotamya’yı sulayan Fırat ve Dicle nehirleri Türkiyeden doğmaktadır. Yeni ipek demir yolları ve gaz-petrol boru hatalrı çalışmaları hızla sürmektedir. Bu demiryolları ve gaz-petrol boru hatları bittiğinde Türkiye tarihi önemine tekrar kavuşacaktır. 

Bu nedenle Türkiye kendi haline bırakılmamalıdır! Yukarıda da belirttiğimiz gibi geçmişte batı hayranı birçok ünlü yetiştiren Türkiye’nin yakın tarihine damga vurmuş yabancı okulların yerine neo yabancı okullar FETÖ okulları kuruldu. Artık İslam dünyasına müslüman görünümlü papaz ve misyonerler kılıç gibi girebilirdi. Nitekim öylede oldu. CIA nın kurduğu FETÖ okulları bütün İslam dünyasını sardı. Robert’in, Saint Joseph’in giremediği İslam dünyasına müslüman görünümlü FETÖ okulları giriyordu. Her ne hikmetse olullardaki bütün ingilizce öğretmenleri yabancı ve hepside CIA ajanıydı. Bu durumu erken farkeden Rusya Amerika adına casusluk yaptığı gerekçesi ile bütün FETÖ okullarını kapatmıştı. 15 Temmuzun hayırlı bir çok yönünden biriside hem ülkemizde hem de İslam dünyasında bir çok yerde bu okulllar kapatılmaya başlanmış, halende bir bir kapatılmaktadır. 

Netice olarak biz kendi milli, insani ve İslami eğitim sistemimizi kurmak zorundayız. Biz kendimize ait müfredatını tarihimizden alan ve aklın medeniyetine sahip çıkan bir eğitim sistemi kurmazsak Robert gider FETÖ gelir, ama hiç bir zaman bu vatanın samimi evatlarına sıra gelmez. 

Artık yüzyıllık uykudan uyanmaya başladık. Bunun emareleri her alanda görülmeye başlandı. Öncü göstergeler siyasette ve ekonomide görülsede uyanışımızı eğitim alanınada taşıyamazsak içinde bulunduğumuz yarı sömürge düzeninden tam olarak kurtulamayız. Çünkü bağımsızlık bağımsız beyinler ve kalplerden geçer. Buda akşamdan sabha olacak bir iş değildir. Acilen hedef belirlemesi yapıp bu hedef doğrultudunda genç beyinler ve gönüllüler yetiştirmeliyiz.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort