JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 03 Aralık 2016 11:50

Aralık 2016 Mukaddime

 

Sayı : 108 - Aralık 2016

 

Dergimizin kıymetli okuyucuları;

Dokuzuncu yılımızın son sayısında sizlerle birlikteyiz. Rabbimizin inayeti, büyüklerimizin himmetleri ve sizlerin destekleriyle bugünlere ulaştık elhamdülillah. Bu manada Cenabı Muinimiz’e (cc) nihayetsiz şükrediyoruz. Bütün varlığımızın sebebi olan Kâinatın Efendisi’ne (sav), âline ve ashabına binlerce salât ve selam ediyoruz. Sâdat-ı kiram hazeratına ve mürşidimiz, canımız, cananımız Hâce Hazretleri’ne (ksa) sonsuz minnetlerimizi sunuyoruz. Nihayetinde dergimizin yayımlanmasında emeği bulunan tüm kardeşlerimize, özellikle Hâcegân ihvanına ve hassaten siz değerli okuyucularımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz. Cenabı Hak ebediyyen razı olsun.

Kıymetli kardeşlerim, geçen ayki yazımızda da belirtmiştik. İslam’ın son kalesi olan ve ehli küfrün bunu gördüğü için saldırılarını iyice arttırdığı Türkiyemiz büyük bir baskı altındadır. İçerideki hainlerin ve dışarıdaki azılı düşmanların tasallutu artmaktadır. İmkânlarımızın bu saldırıları karşılayacak kadar çok olmadığını görüyoruz. Bizim yegâne yardımcımız Allahımız (cc) ve dayanacağımız inançlı bir milletimiz var. Bu sayede bugüne kadar birçok badireyi atlattık. İnşaallah bunları da Rabbimizin inayetiyle geride bırakmaya muvaffak oluruz. 

Fakat biliyoruz ki, büyük nimetler büyük fedakârlıklarla kazanılır. Mademki edip eyleyen Cenabı Hak’tır. O zaman O’nu razı edebilmek için emirlerine sevgiyle sarılmamız, yasaklarından yine O’nun (cc) sevgisini kaybetmemek için titizlikle kaçınmamız gerekir.

Kardeşlerim, Aralık ayı içerisinde Efendimiz’in dünyayı şereflendirişinin yıldönümü olan “Mevlid Gecesi”ni idrak edeceğiz. Efendimiz’in (sav) bin beş yüz sene önce gelişi, dünyadaki her türlü zulmün, isyanın, tuğyanın yıkılmasına ve yok olmasına sebep olmuştur. Geliniz bu mevlidi şerifte O’nu (sav) öyle karşılayalım ki adeta dünyamıza nübüvvet güneşinin yeniden doğmasına vesile olsun. O’nun (sav) sünnetine öyle bir sarılmaya ahdedelim ki ashabının üzerine titrediği gibi bizim de üzerimize mübarek ruhaniyetiyle titresin. Öyle bir imani duruş sergileyelim ki, Bedir’de ashabı için Rabbine yalvarırken; “Yâ Rabbi! Eğer sen bu bir avuç insanı helak etmeyi murad etmişsen, bil ki bunları helak ettikten sonra yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak” buyurduğu gibi biz ahir zamandaki ümmeti içinde aynı niyazda bulunsun.

Şurasını unutmayalım ki, Rabbimizi sevmenin ve razı etmenin yolu Efendimiz’i (sav) sevmekten ve O’nun sünnetine temessük etmekten geçmektedir. Başımızdaki her türlü felaketin ve saldırının akamete uğramasının tek yolu budur.

Bu duygularla Mevlid Kandilinizi tebrik ediyor. Ümmeti Muhammed’e hayırlar getirmesini niyaz ediyoruz. Allah yâr, kalbler beraber olsun.

 

Allah'ın Bizi Görmek İstediği Nokta... - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 104 - Ağustos 2016

 

Allah'ın Bizi Görmek İstediği Nokta...

 

Sual: Efendim, günümüzde, meşrû çerçevedeki her grup, her cemaat İslamî hizmet alanlarından birinde yoğunlaşmış, profesyonelleşmiş, toplumda o hizmetleriyle ön plana çıkmışlar. Bu çerçeveden bakıldığında Hâcegân Cemaati’nin öne çıkarılması istenen özellikleri nelerdir ve biz bu beklentilerin neresindeyiz?

Cevap: Büyükler irfan ehli için buyurmuşlar ki, “Onların nam u nişanı olmaz.” Onlar hizmet eridirler, bir şeyle kendilerini öne çıkarmak, bir şeyle kendilerini belirginleştirmek istemezler. Ama Hakk’ın kulunu görmek istediği bir nokta var. Kul da insaf edip bunu anlamalı. “Benim Rabbim beni nerede görmek istiyor, nasıl görmek istiyor?” bunu anlamalı, buna say etmeli, bu noktaya varmak için gayret etmelidir. 

Geçmişte Hazreti Sultanımız’la böyle bir konu müzakere ediliyor, cemaatler tahlil ediliyor, onların belirgin özellikleri vurgulanıyor. Filan cemaat daha ziyade şer-i ilimleri tahsil eden insanlardan müteşekkil… Bu konulara ağırlık veriyorlar; fıkıh, hadis, tefsir veya diğer Arapça ilimleri okuyorlar; gayretlerini bu alanda sarf ediyorlar. Başka bir cemaat kültüre ağırlık veriyor; müspet ilimleri tahsil eden insanlar genelde orada toplanıyor. Onlar da bu alanda belli hizmetlere talip oluyorlar; idarecilik, yönetim gibi… Bir başka cemaat tüccarlara talip olmuş, tüccarları organize ediyor; onlara İslam ahlakını, veren elin alan elden üstün olduğunu işliyor. Onlar da bu yönleriyle temayüz ediyorlar. 

Bunlar konuşulurken Hazreti Pirimiz’e de soruyorlar; siz kimlerle meşgulsünüz? O da buyuruyor: “Hocalar şurada, yüksek tahsilliler burada, tacirler orada, bize de bu toplumun isyankârları, günahkârları kaldı. Cenabı Hak da bizi onlara hizmetçi kıldı; bizim yolumuz günahkârların yoludur.” 

Bunu belki de biraz espriyle karışık buyuruyor ama bakıldığında toplumun esas çoğunluğu bu zümrenin içinde… Toplumu bu anlamda bir eleğe vursak kaçta kaçı acaba âlimdir, kaçta kaçı ciddi anlamda yüksek tahsilden istifade etmiş ve bunu toplumun hizmetinde kullanabilmektedir. Ticaretten anlaşılan nedir, toplumun kaçta kaçı bunu anlayabilmiştir? Arşın gölgesindeki yedi sınıftan birisinin de bu dürüst tüccarlar olduğu idrakine varıp adeta birbirleriyle o arşın gölgesi için yarışanlar acaba toplumun kaçta kaçıdır? 

Kalanına baktığımızda, ben nefsim için söylüyorum, bizim gibi insanlar oluşturuyor toplumu. Bu anlamda Cenabı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır ki bize de bir sahip çıkan olmuş bizi arafta bırakmamışlar ve bizi toparlayıp derleyip Cenabı Hakk’ın görmek istediği noktaya sevk etmeye çalışmışlar. 

O yüzden biz çerçeveyi dar bir anlamda değil de yani “Hâcegân Cemaati” olarak değil, ahir zaman Müslümanları olarak, İslam insanı olarak, ümmeti Muhammed’in bir ferdi olarak meseleyi değerlendirirsek daha isabetli olur. 

Bu cemaat belki bir arı gibidir. Cenabı Peygamber arıyı misal vermişler… Olgun bir müminin misali arıya benzer yani o arı gibidir; temiz çiçeklere konar o çiçeklerden bir öz elde eder ve çok temiz bir meyve, bir ürün ortaya koyar: Bal… Ama bu özü her çiçekten alır. Sadece bir çiçekten değil; lalesinden, sümbülünden, menekşesinden, papatyasından… her türlü çemenden bir öz alır. Allah Rasulü mümin böyle olmalıdır buyuruyor. Bulunduğu zamanda meşru olan, güzel olan her şeyden nasibini almalıdır. Onları bünyesinde güzelce değerlendirmeli, onları Allah’ı tanımaya vesile kılmalıdır. 

Geçen ayki derginin konusu “Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir.” idi. Bundan ne anlamalıyız? Demek ki varlık âleminde her meşru olan şey bizi Allah’a ulaştırmada vesile olabilir. Bu vesileler sadece ilimle, amelle sınırlı değil. Mademki Mevla abes bir şey yaratmamış her şeyi bir hikmete mebni yaratmış, her şeyde bir öz, bir sır gizlemiş; o sır üzerinden, o öz üzerinden her şeyin Allah ile bir irtibatı var, Allah’a bir nispeti var. Çünkü her şeyin üstünde Cenabı Hakk’ın tuğrası var. Tabirimi mazur görün, bütün zerreden kürreye Cenabı Hakk’ın imzası var ve Cenabı Hak bütün eşyanın, varlığın patenti bize aittir, buyuruyor. Lisanı haliyle, eşyanın patenti bize aittir, buyuruyor. 

Böyle olunca demek ki o eşyanın Hak ile bir nispeti var, bir irtibatı var. O nispet gereği bizimle Allah arasında bir vesile olabilir, bir vasıta olabilir. Biz Cenabı Hakk’ı o şeyin üzerinden tanıyabiliriz. Eşya ve hadisenin üzerinden Hakk’ın ilmini, kudretini, sanatını görebiliriz. 

Ve biz bu gördüğümüzü yani kâinat kitabıyla mukaddes kitabımızı birleştirebilirsek bunlar bizim Hakk’a kavuşmamıza vesile olabilir. Çünkü adeta bütün bu kâinat o mukaddes kitabın tefsiridir. وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ - Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 59) buyrulduğuna göre kâinatta her ne varsa adeta bunlardan bir cüz Kur’an-ı Kerim’de var. Yani bunların hakikatine dair, hilkatine dair, hikmetine dair bir işaret, bir beşaret var. Dolayısıyla kâinat kitabıyla Kur’an, insanla Kur’an birliktedir, ikiz gibidir. O yüzden biz o hikmetleri idrak ettiğimizde o hikmet bizim Hakk’a kavuşmamıza vesile olur. 

Bu hadisi şeriftir Sultanul Enbiya (aleyhissalatu vesselam) buyuruyor: “Adamın biri düşmüş, eli çamur olmuş. Kalkmış elini yıkayacak, silecek bir yer arıyor, bir su arıyor. Bakmış ki o esnada orada bir çocuk ağlıyor. -Allahu a’lem- Bir şeyden ürkmüş, korkmuş, canı yanmış ağlıyor… Bu da gitmiş, çamurunu silmek için elini o çocuğun başına sürmüş.” Efendimiz buyuruyor ki “O elini temizlemek için çocuğun başına sürdü ama çocuk hadiseyi böyle anlamadı. Çocuk, beni seviyor, okşuyor diye anladı. Sevgiye muhtaç çocuk, yetim çocuk… Beni okşuyor diye çocuk sustu. Çocuğun gözyaşı dindi. Allah o zamanın peygamberine vahyetti ki o adamın tüm günahları affoldu, Allah onu mağfiret etti.” Adam çok günahkâr, isyankâr biri. Ne o çocuğu tanıyor ne çocuk onu tanıyor… Yaptığı işe bakın… O iş Allah’a yol oldu onun için… O elini silmesi Allah’a yol oldu. O yolla Allah’a makbul bir kul oldu. 

Şimdi hayatımızdaki her şey böyle… Biz yeter ki meseleyi laftan öze taşıyalım. Bir şeye “Allah için” dendi mi o şey sadece o sözle Allah için olmaz. O şeyin “Allah için” olabilmesi o şeyde Allah’ın hudutlarının gözetilmesi, Allah’ın emirlerine riayet edilmesi ve kastımızın da bu yönde olmasıyla olur. Efendimiz buyuruyor: “Kimin kastı, hicreti, niyeti neye ise ulaşacağı netice odur.” 

Adam bir kadını çok seviyor, o kadın da Rasulullah’ı seviyor, İslam’ı seviyor. Mekke-i Mükerreme’den kalkıyor Efendimiz’le birlikte Medine’ye hicret ediyor. Adam bunun sevdasına dayanamıyor, hicret maksadıyla değil o kadından sebep Medine-i Münevvere’ye geliyor. Bu Medine’de duyuluyor. Demek ki adam Müslüman olmamış daha... Diyorlar ki hadi biz iman ettik de geldik bak filanca o kadına duyduğu muhabbetten, sahabe annemize duyduğu muhabbetten geldi, kadının peşine geldi o. 

Bu söz Efendimiz’in kulağına geliyor, onu işitiyor Cenabı Peygamber. Ve bunun üzerine buyuruyor: “Kimin hicreti neye ise neyin muhaciri ise elde edeceği netice de budur. Allah’ı kastederek hicret etmişse Allah’a kavuşacaktır ve o kadını kastettiyse inşaallah ona kavuşur, sevdiğine kavuşur…”

İnsan yaptığı işi de Hak’la bütünleştirirse bu şey Hakkani olur, Allah için olur. İfadeyle değil… İşte o zaman yaptığı şey Allah ile arasında vesile olur. Bazen fiil güzel olur; çocuğun başını okşayan adamın örneğinde olduğu gibi. Fiil güzel niyeti bozuk ama yerini buluyor. 

Bütün mesele ilahi ölçülere riayet edebilmek… Misal bir insan dese ki ben Allah için namaz kılacağım ama bir farz namazı altı rekât kılsa, Allah için olur mu o namaz, olmaz. Allah dörtten fazla bir namaz emretmemiş; farzlarda en ziyade namaz dört rekât… Ama sen, ben Allah için yapacağım diye bunu altı rekât yaparsan Allah bundan razı değil, dört rekâtı emretmiş bunu dört yapacaksın. 

“Ben altı yaptım, oldu!” dersen kâfir olursun, Allah’ın emrini inkâr etmiş olursun. Allah dört buyuruyor, onu dört kılacaksın. Hayır, canım ben altı kılacağım, hem de bunu Allah için kılacağım, diye ısrarcı olursan sen dini tebdil etmiş olursun, tağyir etmiş olursun, bozmuş olursun, dinden çıkarsın. 

Ha sen nafile namaz kılacaksın farzdan sonra yüz rekât kıl, tamam. Bu Allah için. Ama “Allah için” ifadesini Allah’ın emriyle doldurmak zorundasın; hevan ile onu dolduramazsın. Hak seni önce burada görmek istiyor, seni hevandan ayrı görmek istiyor. La teşbih, sen o ağlayan çocuk gibi ol günahına ağla Mevla başını okşasın. Ama Hakk’ın kapısında ağla, Hakk’ın eşiğinde ağla… 

Sure-i Nur’da, Sure-i Nisa’da, Sure-i Ahzab’ta bayanların tesettürüyle ilgili emirler var. Allahu Teâlâ bayanlara evlerindeki iç kıyafetlerini ve dış kıyafetlerini tarif buyuruyor. Dışarıda, evlerinden çıkınca nasıl giyinecekler ve evlerinin içinde nasıl giyinecekler bunları tarif ediyor; ihtiyara bırakmıyor. 

Ne buyuruyor, iç kıyafeti olarak başörtülerini göğüslerinin üzerine indirsinler. Başlarından, omuzlarından aşağıya göğüslerinin üzerine indirsinler, göğüslerini de örtsün. Bu içerideki kıyafeti… (Nur, 31) Dışarıdaki kıyafetini tepeden tırnağa olarak tarif ediyor Sure-i Ahzab’ta. Cilbab diyoruz buna veya bizim Anadolu tabiriyle çarşaf dediğimiz elbise. Kur’an buna cilbab diyor. Tepeden tırnağa onları örten bir örtü ile örtünsünler (Ahzab, 59). İçeride göğüslerini örten bir örtüyle örtünsünler. Dolayısıyla da o örtüyle namaz kılsınlar. Tesettür kadına farz edilirken örtü de böyle tarif buyuruluyor. 

Şimdi bir kadın Allah için misal namaza duruyor. Namaz kılarken üçgen bir başörtü alsa, boğazının altından tavşankulağı şeklinde sıksa veyahut ensesinden arkaya bağlasa (boyun ve boğazı açık kalacak şekilde) o başörtü göğüslerinin üzerine dökülmese… Bu kadının namazı olur mu? Bu namaz Allah için olur mu? El cevap, olmaz. Bu kadının namazı olmaz. Çünkü Allah onun örtüsünü tarif etmiş, öyle örtünecek. Allah’ın emrettiği gibi örtünmezse o namaz olmaz. 

Abdestin farzları dörttür. Yüz, eller, baş, ayaklar… Bu farzlardan birini terk etse; elinin birini yıkamasa, kolunu yıkamasa abdesti olur mu? Özrü yoksa, olmaz. Normal bir insanın bu şekilde abdesti olmaz. Ayağının birini yıkamasa, kolunun birini yıkamasa bu insanın abdesti olmaz. Abdesti olmayanın namazı olmaz. 

Bu insan şimdi dese ki “Ben böyle yaptım oldu!” Namazı olmadığı gibi imanı da olmaz bu insanın. Çünkü Allah olmaz buyuruyor. Kolunu yıkamadan abdest olmaz, abdest olmadan da namaz olmaz buyuruyor Cenabı Hak. Sen Allah’a karşı iddia ediyorsun ki ben kıldım, oldu… Hayır, bu imanı da götürür. 

Tevbe etmen, dalgınlığıma geldi, unuttum, fark edemedim, anlayamadım, kolumu yıkayamadım hemen yeniden abdest alayım, demen gerekir. O zaman belki konu üstünde bir çare araştırılır, bu ayrı ama bir de inatlaşmak imana zarar verir. 

O üçgen başörtüyle tesettür oldu, namaz oldu diye iddia etmek ve bunu Allah için yaptığını söylemek kabul edilemez. Ortada Allah’ın emri yok nasıl Allah için olsun? İbadet Allah için ve Allah’a yapılan bir vazife öyleyse bu ibadetin ölçülerini de Allah belirler. Sen bunu hevan ile belirlersen işte “Hevasını ilahlaştıranı görmez misin?” (Furkan, 43) buyuruyor Kur’an. Bu yüzden diyoruz ki onun imanı da olmaz. 

Evet, Maturidilere göre kebair bile olsa günah imanı götürmez yeter ki o günahı helal itikat etmesin. Büyük günahlar insanı imandan çıkarmaz… Ama burada bakın ne var? Yanlış bir şeyi meşru görmek var. Allah olmaz buyuruyor, sen olur diyorsun. 

Veya bayanın eteği diz kapağının altında… Kalan aşağıya ince ten rengi bir çorap giymiş… Namaz olur mu? Vallahi olmaz, yeminle söylüyorum. O bayanın namazı olmaz. Oldu, böyle de oluyor dese kâfir olur o bayan. Allah tesettürü farz kılmış. Hür iradesiyle Allah’ın emrini terk ediyor, farzı terk ediyor, nasıl namazı olsun? 

Efendim, o çorap ten rengi değil de kalın çorap olsa namazı olur mu? Olmaz. Çünkü o çorap ayağının şeklini belli ediyor. Tesettürde şekil de belli olmayacak. O kadın eteğini uzatacak… 

Cenabı Peygamber erkeklerin uzun elbiselerine, topuklarından aşağıda olan elbiselerine buyuruyor ki bunlar ateştedir. Cenabı Peygamber, yürürken sahabenin elbiselerine yırtılsın diye basıyor ve elbiseler yırtılıyor. Şimdi giydiğimiz pantolonları düşünelim, ayakkabımızın topuğuna değiyor, yere değiyor. Böyle biraz daha sükseli oluyormuş!!. Ama Allah’ın Rasulü buyuruyor ki topuktan aşağısı ateşte… Rasulullah’ın topuk dediği şu bizim ayağımızın arkasındaki topuklar değil. Biz göz kemiği diyoruz, bazı yerlerde incik kemiği derler. İncik kemiklerinden aşağısı… Erkek için bu ateştedir, bu kibir alametidir, buyuruyor Peygamber. Çünkü Kur’ân, Allah kibirlinin hasmıdır, buyuruyor. O elbise de kibir alâmetidir ve ateştedir. 

Aynı şeyi bayanlar için soruyorlar Cenabı Peygambere. Onların etekleri nasıl olsun ya Rasulallah? Topuklarından bir karış aşağıda olsun, buyuruyor Cenabı Peygamber. Bakın erkeğinki ateşte idi, kadınınki bir karış aşağıda oldu. O onun takvasındandır buyuruyor. Peki, Ya Rasulallah aynı tehlike bayan için de yok mu? Erkeğinki uzun olduğunda necis oluyor, kibir alameti oluyor; bayanda da aynı tehlike yok mu bir karış aşağıda, uzun, yerlere sürünecek, pis olacak? Sultanu’l-Enbiya buyuruyor ki: “Olabilir, pis yere sürülür pis olur; sonra gelir temiz yerlere sürer temiz olur.” Kısaltsın buyurmuyor. 

Kadın bu ölçüye girmezse yaptığı iş Allah için olmaz. İnadında ısrarcı olursa ona cevap veriyor Allahu Teâlâ; 

“اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ - “Hevasını ilahlaştıranı görmez misin?” (Furkan, 43) 

Bak hevasına tapınanı görüyor musun? Bizim emrimizi bırakmış, bizim rızamızı bırakmış hevasıyla hareket ediyor. “Canım bu memlekete hoca gelmedi mi, hacı gelmedi mi bu dini bir siz mi biliyorsunuz?..” Bize böyle suçlamalar geliyor. “Siz niye bu kadar zorlaştırıyorsunuz?” diyorlar. Biz olanı söylüyoruz. Dinden bir şeyi çıkarmaktan, dine bir şeyi eklemekten Allah’a sığınırız. Bu Cenabı Hakk’ın istediği… Nur Suresi’nde, Ahzab Suresi’nde, Nisa Suresi’nde tarif buyurduğu ölçüler… Cenabı Peygamber’in tarif buyurduğu ölçüler… “Allah için ben mestureyim başımı da bağladım!..” Tamam ama emre uygun değilse Allah için olmuyor. 

Hazreti Ömer valilerine mektup yazıyor. İslam yayılmaya başlayınca İslam’ın nuru değişik ülkelere de ulaşıyor elhamdülillah, halk Müslüman oluyor. Hazreti Ömer valilere yazıyor ki, halkınıza, size tabi olanlara, Müslüman olanlara söyleyin, ya fistan giysinler (biz şimdi fistan diyoruz, uzun gömlek) ya şalvar giysinler (biz de şalvar diyoruz, Anadolumuz’un kıyafeti) ya da izar bağlasınlar (Peştamal; yani Umre’de kullandığımız ihram gibi). Asla pantolon giydirmeyin, buyuruyor valilere. Tabilerinize Batının örfünü giydirmeyin. 

Erkek için dahi Hazreti Ömer bunu uygun görmezken bugün biz bütün kadınlarımıza hem de Allah’ın evinde, Beytullah’ta pantolon giydiriyoruz. Hazreti Ömer’in mekânında, makamında Medine-i Münevvere’de bayanlarımıza pantolon giydiriyoruz. Niye giyiyor o kadın onu, “Ya daha örtücü, Allah için giyiyor!..” Fıtratını değiştirene; kadın iken erkeğe benzemeye çalışana erkekken kendisini bayana benzetene Allah’ın laneti olsun, buyuruyor Cenabı Peygamber. 

O Peygamber bize buyuruyor ki Ben’den sonra Benim sünnetime nasıl temessuk ediyorsanız, Benim sünnetime nasıl sarılıyorsanız, Benim raşid halifelerimin sünnetine de aynı Benim sünnetim gibi sarılın. Onların da ölçülerini, kaidelerini, emirlerini izahatlarını Benim sünnetimden kabul ederek tutun. Ona yapışın. 

Şimdi biz erkekten de geçtik bayanlarımız bunu giyiyorlar. Bu Allah için mi, hayır. Eğer zaruret yoksa. Söz ile bir şey Allah için olmuyor. Evet, niyet olacak, kastın Allah olacak ama fiilin de Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine uygun olacak. 

Özetle Allah’ın bizi görmek istediği öncelikli nokta bu… Bunda hepimiz müttefik olmak durumundayız. Emirler ve nehiyler cümlesinden her ne varsa kabul edeceğiz. Bunları yapmaya gücümüz yettiği olur, yetemediği olur ayrı…

“لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَا - Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.” (Bakara, 286)

Ağır bir yükün altına Rabbim bizi sokmuyor. Ama kabul noktasında, iman noktasında, ihlâs noktasında emir ve nehiyler cümlesinde ittifak edeceğiz. Allah neyi nasıl emretmiş, Hak olan odur, doğru olan odur, mutlak olan odur. Neyi nehyetmiş küllü zarardır o şey. Bunda müttefik olacağız. “Ya şu faydası da olabilir…” Hayır, Allah’ın yasak kıldığı bir şeyin hiçbir faidesi yok. 

Bunda bütün müminler ittifak etmeli. Önce Hak bizi burada görmek istiyor; bu akidede, bu ihlâsta… Sonra uygulamada, bunu amele dökmede… Müslüman alakaderilimkan/Allah’ın kendisine verdiği imkânlar nispetinde bu inancını pratiğe dönüştürüp tatbikata koyulmalı… O zaman yaptığı şey Allah için olur, hevasından kurtulmuş olur. 

İnsan hevasından kurtulup Allah’a teslimiyet gösterince “Allah, kime hidayet etmeği dilerse, onun göğsünü İslam’a açar…” (En’am, 125) buyruluyor. Allah onun gönlünü İslam’a açıyor. Yani İslam’ı la teşbih bir harita gibi bütün tafsilatıyla o kişinin gönlüne nakşediyor. O kişinin illa fukaha, muhaddis, müfessir olması şart değil; mümin olması yeterli… Siz bildiklerinizi yaşarsanız Allah bilmediklerinize sizi varis kılar, buyuruyor Cenabı Peygamber. Onda ihlâs var, onda samimiyet var, Allah da onun gönlünü İslam’a açtı, İslam’ı onun gönlüne doldurdu… Onda Allah korkusu var, gereği gibi Allah’tan korkuyor; onun muallimi Allah’tır. Allah, siz gereği gibi bizden korkarsanız biz size öğretiriz buyuruyor; öğretiyor. Her şeyden belki sana bir hakikat öğretiyor. İşte korkulması, dikkat edilmesi gereken firaset bu… Mümin firaset sahibidir, buyuruyor Cenabı Peygamber onun firasetini dikkate alın yani o Allah’ın nuruyla bakar. 

O nuru elde eden insandan, Allah’ın gönlünü İslam’ın nurunu açtığı, Kur’an’ın ifadesiyle, sadrını İslam’a açtığı insana Allah firaset nuru verir. Allah ona basiret verir. “وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ - Allah’tan korkun, Allah size ilim öğretiyor” (Bakara, 282) buyuruyor. Siz Allah’tan korkun; Allah sizin mualliminiz olsun sizi eğitsin, size öğretsin. 

Bir insanın illa müfessir olması şart değil. Elhamdulillah bütün tefsirler dilimize çevrilmiş. Müslümanın böyle bir ihtiyacı olduğunda okuyabileceği bir tefsiri açıyor müşkülüne oradan bakıyor. İlla hadis hafızı olması şart değil açıyor bir hadis külliyatını sıkıntısı, ona lazım olan şey ne ise bakıyor… Fıkıh kitapları, elhamdulillah, tercüme edilmiş. Bunlar mevzu mevzu ilmihallere dönüştürülmüş… Her mevzuda; ticaretle ilgili, ziraatle ilgili, zanaatle ilgili elhamdulillah ilmihal tipi eserlerimiz var, ulemamız boş durmamış Allah onlardan razı olsun. Adam ihtiyaç duyduğu konuya alsın o eserlerden birine baksın. 

İşte bu firasetin gereği, Allah ona öğretiyor. Bilmediklerine varis kılıyor. Her iş kolaylaşıyor o zaman. Allah ona firaset veriyor, dinde güzel bir anlayış veriyor ona. İnce bir anlayışa sahip oluyor. Belki bir âlim değil ama bir âlimden daha çok ihlâslı olabiliyor icabında. Bazen âlimlerde olmayan ihlâsı samimi bir müslümanda görebiliyoruz. Âlim, kendisine bir şey biraz zor geldi mi bilgi de var ya onun hemen kaçamağını araştırıyor. Ben bu faturayı nasıl azaltırım ona bakıyor. Ama o müslüman icabında en zoruna talip oluyor. 

Cenabı Hak elinden tutuyor, sana basiret firaset veriyor, gönlünü İslam’ın nurlarına açıyor, gönlünü nurlandırıyor, kalbini genişletiyor böylece seni görmek istediği noktaya getiriyor. Sen hevayı, arzuyu bıraktın, Hakk’a yöneldin Allah için dediğin şeyin içini doldurmaya çalıştın, Cenabı Hak da senin elinden tuttu. O bir insanın elinden tutarsa, bir insan Hakk’ın tarafında olursa galib olacak olan odur.

“ فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ۟ - Şüphesiz ki üstün gelecek olanlar, Allah taraftarlarıdır.” (Maide, 56) buyuruyor Allah. Kim ki bizim tarafımızdadır, Biz kimin ki elini tutmuşuz mutlak galip olan odur, kazanan odur, başarı onundur, saadet onundur. 

“اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ - İyi bilin ki, şeytanın tarafında olanlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücadele,19) Kimse şeytanın elini tuttu şeytanın tarafı oldu o hüsrandadır, büyük bir hüsranda, büyük bir kayıptadır, ziyandadır. Onlar hüsrandadır buyuruyor. 

İşte bu noktayı önce iyi anlayacağız. Biz kimin tarafındayız, biz kimin elini tutuyoruz. Hakk’ın bize uzanan eli Kur’an’dır: “وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ - Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.”. Biz manasıyla Kur’an’ı tutacağız… 

Hakk’ın bize uzanan eli Sultanu’l-Enbiya’dır. Çünkü O’nun için buyrulmuş; “يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ -  Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” Elimiz O’nun elinin üstündedir, Allah’ın eli Muhammed’in elinin üstündedir. O ele yapışacağız. O el sünnettir. O el nebevi bir görüş, anlayış, nebevi bir usuldür. Biz buna yapışacağız. 

“وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ - Sadıklarla beraber olun!” buyuruyor Kur’an, o el sadıklardır. Allah’ın kullarına uzanan elidir sadıklar… Biz o sadıklara, sıdk sahibi insanların eline yapışacağız. Elden kastımız; onların ameline, onların haline, onların ihlâsına, ölçülerine… Bunlara yapışacağız. O zaman Cenabı Hak bizi bırakmayacak inşaallah. Ve her şey güzelleşecek, anlayışımız değişecek, ufkumuz değişecek.

Kasm 2016 2

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin KASIM 2016 sayısı çıktı.

 

Cumartesi, 05 Kasım 2016 21:45

Kasım 2016 Mukaddime

Kasm 2016 2

 

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Dergimizin muhterem okuyucuları…

Ümmet-i Muhammed olarak zor ve çalkantılı günlerin içinden geçiyoruz. Ehli küfür adeta müslümanların sonunu getirmek için topyekûn saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun da en önemli halkası olan ülkemiz dört bir yandan kıskaca alınmaya çalışılıyor. Rabbimizin inayetiyle mücadele etmeye çalışıyoruz. Ancak elimizdeki maddi imkânlar onların imkânlarının yanında çok zayıf kalıyor. Bundan dolayı yapmamız gerekenleri ancak onlarla birlikteymiş gibi görünerek yapabiliyoruz. Bugünkü müslümanların elindeki imkânlara baktığımızda da kısa vadede onları yakalama durumumuz yok gibi görünüyor.

Bizlere yardım için semanın kapılarının açılmasından başka bir çare görünmüyor. Tıpkı Bedir ashabı gibi ellerinde bir kaç sopadan başka bir şey bulunmayan, sayıca müşriklerden birkaç kat az iken tek çareleri kalmıştı: Allah’a sığınmak. Onlar da bunu yaptılar. Allah’a güvendiler, Allah da semanın kapılarını onlara açtı ve meleklerinden binlerce ordu göndererek düşmanlarını perişan etti.

Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda ecdadımız yedi düvele karşı mücadele etti. Cenab-ı Hak onlara da düşmanlarına karşı zaferi tattırdı.

Son olarak 15 Temmuz gecesi adeta ebabil kuşlarını göndererek onların filleri mesabesinde olan tanklarını çalışamaz duruma getirdi. Halkın gönlüne öyle bir cesaret ilham etti ki tarihte kimsenin cesaret edemediği bir cengâverlikle tankların önüne yatarak onları hareketsiz hale getirdiler. Başlarından uçan savaş uçaklarına meydan okudular ve yine düşmanı alt ettiler.

Bütün bunlar Hakk’ın gücünün yanında diğer bütün güçlerin ne kadar cılız olduğunu gösteriyor.

İşte bugün yine daha kapsamlı bir saldırının altındayız. Bizim silah gücümüzün onların silah gücüne karşı durması imkânsız görünüyor. O zaman bizlerde sadece Allah’a sığınarak O’nun yardımını dilenmeliyiz.

Bunun da yolu O’nun zikrine sımsıkı sarılmaktır. Zikri dar manada anlamayalım. Allah için yapılan her şey zikir kabilindendir. Fakat bunun yanında ağlayarak, sızlanarak, acizliğimizi kabullenerek O’nun güzel ismi şerifini tekrar ederek, kelime-i tevhide sarılarak, istiğfar ederek rahmetini ve merhametini cûşa getirmeliyiz. Elbette ki elimizden gelen her türlü imkânla teknolojimizi geliştirmeye çalışacağız. Ancak şurasını unutmayalım ki, Faili Hakiki O’dur. Eşyanın sahibi O’dur. O bir şeyi murad ettiğinde “ol” demesi kafidir. Bizler her türlü imkâna sahip olsak bile Hakk’ın rızası olmadan onları kullanamayız.

Bunun içindir ki, O’nun emirlerine aç insanın azı dişleriyle ekmeye sarıldığı gibi sarılmalıyız. Her daim zikrine devam etmeliyiz. Başka da kurtuluş ümidimiz yoktur.

Allah yâr olsun, kalpler beraber olsun.

 

Kur'an-ı Kerim ile İnsan-ı Kamil Tev'emdir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Kur'an-ı Kerim ile İnsan-ı Kamil Tev'emdir

 

Sual: Bir sohbetinizde Kur’an-ı Kerim’in kendisini temiz olanlara, temiz niyetle bakanlara açtığını buyurmuştunuz. Misal Kur’an-ı Kerim’i herkes okur fakat herkesin istifadesi farklı olur. Bu pencereden bakarsak mürşidi kamil, insanlara kendisini nasıl açar, ondan istifade nasıl olur?

Cevap: Büyükler buyurmuşlar, insanı kamil ile Kur’an-ı Kerim tev’emdir, yani ikiz gibidir. İnsan konuşan bir kitaptır. Cenabı Hak birçok esrarı, hikmeti insana yazmıştır. Kitap yani elimizdeki Mushaf Bediüzzaman’ın da ifadesiyle “fihriste-i âlem”dir; alemlerin bir fihristidir. Yani onlarda mevcut olan şeyleri bildirir. 

İnsan bir kitaptır, kainat bir kitaptır. Dolayısıyla nasıl ki Kur’an’ın kendisine has bir edebi varsa Kur’an’la bütünleşmiş olan insanın, Hazreti Peygamber’in edebini de yine Kur’an tarif etmektedir: Önüne geçilmemesi, O’nun yanında sesin yükseltilmemesi, birbirimize yaptığımız muamelenin O’na yapılmaması noktasında ciddi bir şekilde Kur’an bizi ikaz buyuruyor. Hatta bunlara riayet etmezsek amellerimizin iptal olacağını bildirir Sure-i Hucurat’ta: “اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ - Amelleriniz batıl olur.” diye Cenabı Hak ikazda bulunur.

Temiz olmayanlar Kur’an’ın hakikatine giremedikleri gibi demek ki taharet-i batine, taharet-i kamile sahibi olmayan insanlar da insanı kamilin hakikatine ulaşamazlar. İmamı Rabbanî: “İnsanı kamili tanımak Allah’ı tanımaktan zordur.” diye ifade eder. Kainat Allah’a delalet/işaret eder. Ama insanı kamil hicabı beşerle mestur olduğu için beşeri sıfatlarla gizlidir. Meğerki insanın onda nasibi olsun.

“Kamil insan kibriti ahmer gibidir.” der İmamı Rabbanî, az bulunan bir kimyadır. Kibriti ahmer; kırmızı başlıklı kibrit anlamında kullanılır. Bu abı hayat misali bir iksirdir, bir kimyadır. Kamili ona teşbih eder. Bu yüzden onu tanımak güçtür. Meğerki Allah bir nasip halk etsin. Ondan yana sende bir nasip halk etsin ki o sana açılsın…

Tabi bütün meseleler kişinin ihtiyaç hissetmesiyle başlar. Hazreti Sultanımız: “Görenedir görene, köre nedir köre ne!” buyururlardı. Yoksa Cenabı Hak her şeyi gözümüzün önünde zahir kılmış.

Niyazi Mısrî (ks) buna işareten buyurur ki:

Hak’tan ayan bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhan imiş. 

Hakikatten ve hikmetten açık bir şey yok. Cenabı Hakk’ın batıniyyeti; zuhurunun şiddetindendir. Cenabı Hak kadar zahir bir varlık yoktur. Zuhuru o kadar şiddetlidir ki bundan dolayı görünmez olmuştur. Dolayısıyla da O’nunla irtibatlı olan her şey zahirdir ama biz görmek istersek, biz ihtiyaç hissedersek… İman bir ihtiyaç meselesidir. Bu yüzden Kur’an buyurur ki:

“فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ - Artık dileyen iman etsin dileyen inkar etsin.” (Kehf 29)

Kim buna ihtiyaç hissediyorsa iman etsin; dileyen de inkarda bulunsun, iman etmesin. Bu aslında çok gerçek bir demokrasidir. Bu bir ihtiyaç meselesidir. İnsan bu imanın tekamülü, işlenmesi, cevhere dönüşmesi manasında bir ihtiyaç hissediyorsa kamile de ihtiyaç hisseder. Onun için Rabbimiz:

“مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ” buyurur (Lokman 15). Kim Allah’a inabe etmişse onlara uymamızı emreder. Kainatta her şey birbirine sebeptir. Sebepsiz insan vuslat bulamaz. İstisnalar şaz hükmündedir. Onların üzerinden bir durum değerlendirmesi yapamayız. Dinin inzaline de insan sebeptir, çünkü insan içindir. İnsan olmasaydı dine bir ihtiyaç duyulmayacaktı. Cenabı Hakk’ın farklı muratları olabilir, bilemiyoruz. Ama biz zahire göre konuştuğumuz için ancak idrakle yani anlayışımızla konuşabiliyoruz. Dinin inzaline, dinin nazil olmasına insan sebep olmuş; insanın terbiyesine, Hakk’a vuslatına da din sebep olmuş. Din insanı eğitmek içindir.

Her şey mutlak bir sebeple bir menzilden bir menzile ulaşabiliyor. Bu anlamda da kamil insanlar öğrenmemizde, yaşamamızda ciddi bir sebeptir.

Büyüklerimiz öyle buyuruyorlar, ki bu da bir cilvedir, bazen kamiller adamın elinden tutup kapı kapı dolandırır kamil aratırlarmış. Allah bizi böylelerinden etmesin.

Bu anlamda Ebu Talib’in, Ebu Leheb’in, Ebu Cehil’in durumunu düşünün. Bunların Peygamber (asv) ile zahir noktada ciddi bir karabeti/yakınlığı var. Kan bağları var; amcaları, amcaoğulları ve belki sürekli bir birliktelikleri var. Ebu Talib’in ciddi katkıları var. Belki o dönemdeki birçok müslümanın sağlayamayacağı kadar katkıları var. Ama ihtiyaç meselesi, bakış meselesi… Öbür tarafta bir Selman’a bakın, Bilal’a bakın, Zeyd b. Harise’ye bakın, Süheybi Rumî’yi düşünün. Bunların konumu; dışarıdan gelen garip insanlar, yabancı insanlar, hiçbir zahiri karabeti olmayan insanlar. Ama onların istifadesini düşünün, onların teslimiyetini, nasiplenmesini düşünün…

O gün durum ne ise aslında bugün de durum o. Biz bugün ne durumdaysak o güne yetişseydik yine aynı durumda olacaktık. Bugün bizim kamillere bakışımız o gün nebilere bakışımızı belirleyecek. Şimdi biz belki bu meseleyi kendimize sorduğumuzda mangalda kül bırakmıyoruz; biz şöyle yapardık, böyle yapardık diyoruz. Ama bir söz var ya “Halep orda ama arşın burada.” derler. Hadise çok farklı değil…

Meseleyi şöyle anlamayın; bu ifade kamille en mükemmeli yani bir peygamberi eşitliyoruz anlamında değil… Bizim tavrımız değişmez. Yoksa verilişte Ebu Leheb’in imanı ile Ebu Bekir’in imanı aynıydı.

İkisine de mevhibe olarak iman verildi. Her ikisi de yaratılışında İslam fıtratı üzere yaratıldı. Ama birinde o iman kömür oldu, birinde elmasa döndü. Ebu Bekir’de (ra) cevherleşti elmasa döndü, öbüründe kömüre dönüştü, kendini de yaktı. Fark ettiren şey; bakışları, ihtiyaçlarıydı.

Cennetmekan Terzi Baba’nın Erzincan’da biraz şöhreti duyulmaya başlayınca bazı çevreler merak ediyorlar; altı üstü bir terzi bu kemali nasıl elde etmiş, nasıl kazanmış, nerden bulmuş, kimden almış diye. Bir mektep, medrese gördüğüne dair çok da bir şey duyulmamış, çok fazla öyle rivayetler de yok onun hakkında. -Günümüz insanı da böyledir; bu hepimizde olan bir hastalık. Allah eş-Şafii ismi hürmetine bu yönlerimizi şifayab kılsın.- 

Erzincan müftüsü bir gün davet etmiş Terzi Baba’yı, o da meraklanmış demek o çevrelerde bu tip konular konuşuluyor. Biraz sohbetleşip tartmak istiyor Terzi Baba’yı. Konuşurlarken Cenabı Hakk’ın sıfatları üzerine mevzu açılmış. Akaide dair neler biliyor, kelamdan haberi var mı gibi bir kantara çekecekler. Yunus da der ya; “Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”

Bunu da sigaya çekmeye başlamışlar. Cenabı Hakk’ın sıfatları üzerine mevzu açılınca Terzi Baba adette birini noksan söylüyor. Cenabı Hakk’ın ilim, basar, hayat, kudret, irade… gibi sıfatlarını zikrediyorken bunlardan birini noksan söylüyor. Diyorlar ki; 

- Bu bir tane eksik olmadı mı? 

- Sizin için böyle, buyuruyor. 

- Nasıl bizim için böyle? Diyor ki,

- Siz Allah’ın kudret sıfatına inanmıyorsunuz, size göre Allah kadir değil.

- Nasıl olur, diyorlar. Terzi Baba buyuruyor ki: 

- Eğer siz Hakk’ın kudret sıfatına inansaydınız, düşünürdünüz ki Allah dilerse bir terziye de bir şeyler verir. Bu Allah’ın kudretinden eksik midir, değildir. Buna gerçekten iman etmiş olsaydınız bir düşünce hissesi, bir pay ayırırdınız. O yüzden ben sizin inanışınızı söyledim; size göre bir tanesi noksan…

Mahcup oluyorlar ve konular açıldıkça bakıyorlar ki mesele onların bildiği gibi değil ve aralarında sulh oluyor. 

İşte insan bunu bazen düşünemiyor; kamilde ne var, bizden farkı ne? Bunu Peygamber için de düşünmüşler ki; Cenabı Hak O’nun dilinden o farkı bize açıklıyor, o farkı söylemesini emrediyor O’na:

“قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ” (Kehf 110)

Evet, görünüşte bir farkım yok. Bir insanda beşeri olarak ne özellikler varsa bir Peygamber olarak bizde de o özellikler var buyuruyor Cenabı Peygamber. Ama bir fark var; Allah bizi seçmiş. İşte düşünülmeyen nokta burası; Allah’ın seçiciliği... Terzi Baba’nın ifadesiyle kudreti, tercihi… İşte bu anlayışla bakınca sufiler demişler: “Her gördüğün Hızır bil.” Yani herkeste böyle bir hazine olabilir. “Her geceyi Kadir bil.” Ki Hakk’a kurbiyet/yakınlık, vuslat için vesile olsun sana. İlla Kadir Gecesi için oturup da ramazanı şerifi bekleme.

Zaman zaman paylaşırım sizlerle Üstadımızın halifelerinden cennetmekan Lütfi efendi var. Biri gelmiş bunu sıkıştırmış; vaktin kutbu kim, zamanın manevi sahibi kim, irşad postunda oturan kim, diye. Gelen kişinin sözde bu işlere de merakı, muhabbeti var. Biraz da demek ki nazı geçiyor, bunu ona sürekli soruyor ve onu kendince sıkıştırıyor. Kalender meşreb biri ama bazen de sertleşebiliyor Lütfi efendi, Allah rahmet etsin.

Buyurmuş ki: “Aha da benim! Kutup benim, gel!” Adam kalmış, böyle bir şey beklemiyor. “Kutup benim!” demiş. Yani niye böyle bu kadar zorlayıp duruyorsun, buyur hadi gel ne yapacaksan yap, demiş. Adam kalmış... Lütfi efendi buyurmuş ki: “Sana desem ki kutup başka biri ne değişecek ki sende?”

Eğer bizde o öz olursa, o ihtiyaç olursa ve bunda samimi olursak Cenabı Hak bizim irademizi, ihtiyarımızı yönlendirir. Bizim o bir adımımıza karşılık onları bize on adım yaklaştırır. Yoksa kamillerin başında gök kubbe boyunlarında ak habbe olmaz, diyor Ladikli Ahmed Ağa.

Reşahat’da zikredilir de Zenci Ata hazretleri diye bir zat var, Türkistan’da yaşamış büyüklerden birisi. Biz nasıl şimdi şeyh diyoruz, Türkler de büyüklerine o dönemlerde ata unvanı verirmiş. Oldukça esmer bir zat imiş devletli. Çobanlık yaparmış... O dönemin meşhur alimlerinden dört kişi medreseden mezun olmuşlar. İkisi seyyid, sâdâttan, Peygamber nesli insanlar. Aralarında meşverette bulunmuşlar ki; şimdi biz bir ilim sermayesine kavuştuk ama bu sermayeyle bir ticaret yapmamız lazım ki kâra geçelim. Bu ilmi; amele, ahlaka, irfana dönüştürmeliyiz. Bunu da biz kendi başımıza yapamayız. Biz bir ustaya çırak olalım, oradan bu işi talim edelim. Aramaya başlarlar; duydukları, işittikleri, tavsiye edilen sohbet meclislerine gitmeye başlarlar.

Bir gün yine bir yere giderken yolda yorulur, dururlar ve burada Zenci Ata hazretlerini görürler. Sürülerini yaymış, oturmuş kendince tefekkürle, zikrullahla meşgul. Selam verirler ve otururlar. Neyse hoş-beş, ikram faslı; sorar kimsiniz, nerden gelip nereye gidersiniz. Derler ki bizim böyle bir maruzatımız var, senin bu bölgelerde bildiğin, duyduğun, tanıdığın, kamil bir insan, bize cevap verebilecek, bizdeki cevheri işleyebilecek birilerini tanıyor musun, biliyor musun, hiç işittin mi diye. Gözlerini kapatır dalar mübarek. Sonra gözünü açar der ki; kainatı taradım, sizin irşadınız bana verildi. Size benden başka mürşid yok, sizin irşadınız bende… Çok şaşırırlar; sen ne diyorsun sen bir çobansın, derler. Evet, ben bir çobanım ama gerçek bu, der. Hayır, olmaz derler. Buyurun gidin arayın, mürşidinizi bulun der. Kalkarlar, biraz dolaşırlar bir zaman geçer o iki seyyid der ki; bu kişi bir çobandı ama bu çoban sözü değildi. Bunu Allah söyletti. Bu ya hakikatse biz neyi arıyoruz? Onların ikisi gelir teslim olurlar. Hatta Yunus misali dergahın kazanlarının diplerinden alıp üzerlerine sürmüş; tekkenin eşiğine yatmışlar. Demişler ki; biz senin zahirinin karasına itiraz ettik. Dudakları kalın, elleri ayakları nasırlı, zenci, çoban… Senin karana takıldık, biz içimizin karasını görmedik. Bizim içimiz kara imiş; şimdi Allah için bize yardım et, bu içimizin karasını ak edelim, biz bunun için geldik. Ardından intisab eder; kısa zamanda tekamül ederler. Öbür iki arkadaşları bunların halini görünce eyvah derler. Biz ne yaptık… Onlar da gelmek isterler ama geldiklerinde öbür iki arkadaşları gibi kabul görmezler.

Elbette gözümüz kapalı, meseleyi hiç araştırmadan, tetkik etmeden bir şeyler yapalım anlamında bunları söylemiyoruz. Ama insanoğlu eğer bu kainat çarşısında ne aradığını bilemezse aradığını bulamaz. Biz kendimizi mi arıyoruz, Hakk’ı mı arıyoruz, bu önemli? Eğer Hakk’ı arıyorsak ve biraz önce de dendiği gibi bunda da samimi isek, o zaman bizi arayan asıl onlardır. Ama biz kendimizi arıyorsak yani kendi vehmimizi, kendi hayalimizi arıyorsak, kendi kurgularımızı arıyorsak öyle biri olmayabilir.Bu yüzden kamili tanımak gönül temizliğiyle oluyor, diğer şeyler sonra… Gönül temizliği, niyet temizliği, ihtiyaç, ihtiyaçta samimiyet...

Sual: Bu son anlattığınız konuyla ilgili olarak bir noktayı sormak istiyoruz. Kişinin bu kainat çarşısında ne aradığını bilmemesi durumunda akıbeti iyi olmaz. Bu aramayla ilgili olarak vazife yine kendisine mi ait? Mesela biz şöyle düşünüyoruz; bana gelen, elde ettiğim bilgilerle, okuduklarımla, vesaireyle ben birçok şeyi bulabilirim. Bunu derken aslında çok da bir şey bulamıyoruz. Karmaşıklıktan olsun, kendimizdeki temiz olmamadan olsun, kişinin kendisindeki o temiz şeyleri görememesinden olsun bazen levhaları karıştırıp başka bir yola girebiliyoruz. Yani buradaki tercih kendimizin yaptığı bir tercih olduğu için bazen isabet ediyoruz, bazen edemiyoruz. Bu durumda; benim gayretim iyiye doğru yol almaktı ama ne yapayım olmadı diyebilir miyiz? Bu bizi neticeye götürür mü? Bir de bunlar sadece tasavvufun incelikleridir, bunlar mutasavvıfların işidir diyebilir miyiz?

Cevap: Daha önce yine naklettiğimiz bir vakıa var. Pirimizle bizim aramızda yaşanan bir vakıadır. Bir anekdot kabilinden bunu ifade etmek istiyorum. Bir gün Gazzalî’nin İhya’sını okuyorum. O anda içeri girdiler, ne yapıyorsun diye sual ettiler. Kitap okuyorum dediğimde bırak, okuma buyurdular. Hatta Türkçeleri zayıf olduğu için; at diye buyurdular. Fakir, ifadelerini tevil etmedim attım kitabı. O anda bir şey buyurmadılar, odadan çıktılar; peşlerinden ben de çıktım.

Bir zaman sonra bahçede otururken o kitabı niye attın, buyurdu. At buyurdunuz, dedim. Dedi ki, ben o anlamda değil, bırak anlamında söyledim. Sen bir bahis okuyordun oradan dediler. -Mürşid bahsini okuyordum. Biliyorsunuz İmam Gazzalî, sâdâtın büyüklerinden Ebu Ali Farimedî’ye mensuptur.-

Sonra da buyurdular ki: “Eğer Gazzalî’nin gözüyle mürşid ararsan rehbersiz kalırsın, ortada kalırsın. Zamanın mürşidi zamana göredir, zamanın müridi zamana göredir. Eğer sen Tebrizli Şems gibi birini ararsan senin de Mevlana olman lazımdır. Sen İmam Gazzalî’nin mürşidi gibi bir mürşid ararsan senin Gazzalî olman lazımdır.” Yani o da Gazzalî gibi bir mürid arar…

Şimdi insan bunu anlayınca işte bu çarşıda aradığı şeyin lüksünden vazgeçer. Kendini dev aynasında görmez. Ciddi rahatsızlığı olan, bir dertten muzdarip olan bir insanın hastanede ilk müracaat ettiği yer hastanenin acil bölümüdür, başhekimi aramaz. Hayır, ben başhekime görüneceğim o yoksa kimseye görünmüyorum, demez. Bunu diyen insanın derdi yoktur, bu insanın derdi lükstür. Bu yüzden ararken biraz kendi konumumuzu da düşünmemiz lazım; davul bile dengi dengine çalar derler.

Tasavvufun konusuna gelince… Elbette ki bu bahsedilen konular tasavvufun ilgilendiği meselelerdir ama asli konuları değildir. Hakikatte mürşid Allah’tır. İnsan tasavvufa bunu bilerek girmelidir. İstikamet ve irşad yani hidayet Allah’a aittir. Bunun dışında olan şeyler sebeptir. Cenabı Hak yapacağını bu sebepler dairesinde yapacaktır. Öyleyse bizim burada dikkat edeceğimiz şey sebeplerin temizliğidir. Sebeplerin şartlara uygunluğudur. Onun zahiri şartları vardır. Misal abdest alacağız; abdest almak için suyun özellikleri vardır. O özellikler o suda mevcutsa o su hem temizdir, hem temizleyicidir. Ama Paşapınarı suyu olmayabilir. Şimdi sen şart koşarsan ki; hayır ben Paşapınarı’ndan olan su ile abdest alacağım, bu senin lüksündür bunu bulamayabilirsin. Ama İslam fıkhının suda bildirdiği temiz ve temizleyici özellikleri varsa, mesele yoktur. 

Namaz için namazın ön şartları bellidir. Bunlar tahakkuk ettiyse insan namaz kılabilir. Bu insan derse ki illa benim kalbim mutmain olacak, basiretim açılacak, Kâbe gözümün önüne gelecek ben böyle namaz kılacağım; bu senin yolunu yokuşa sürmendir. Hayır, sen müslüman isen, baliğ isen ve namaza engel bir konumun, bir durumun yoksa temizsen namaz senin üzerine farzdır. Namazı kılmakla yükümlüsün; Kâbe gözünün önüne gelir, gelmez. Böyle bir mecburiyet yoktur.

Diğer bazı meseleler tasavvufun incelikleridir benim aklımda bu inceliklere çok yetmez öyleyse kendimi bu işten müstağni tutayım; yok. İnsan şeriat ayrı tarikat ayrı diye bakarsa bu insan aldanmıştır. Biz bunu hep söylüyoruz, isterseniz bizi tenkit edebilirsiniz. Diyoruz ki: “Bizim şeriatımız tarikatımızdır, tarikatımız da şeriatımızdır.” Bunların ikisi arasında biz fark gözetmiyoruz. Eğer bir farklılık varsa biz o tarikatı kabul etmiyoruz. Öyle bir yoldan beriyiz.

Eğer o tarikat ki; şeriatın içinde yürümüyorsa, şeriat dairesinde değilse tariki butlandır. Ve bizim bütün müminlere de tavsiyemiz budur; böyle bir ayrıma gitmeyin. Çünkü bu ayrımda baktığınızda arada ciddi uçurum görürsünüz, orayı aşamazsınız. Tarikat şeriatı daha itinalı, daha dikkatli yaşamanın adıdır, bunun dışında bir şey değildir. Eğer hangi tarikat bu anlamda şeriatı zorlaştırıyorsa, şeriattan farklı bir anlayış ortaya koyuyorsa biz öyle tarikat için “لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ – Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” diyoruz.

Her bir isim bu anlamda bir dindir. Bir tarikat olmaktan çıkar. Şeriatımız tarikatımız, tarikatımız da şeriatımızdır elhamdulillah. Böyle olunca bir zorluk kalmıyor. Biz şeriatın farz kıldığı, vacip kıldığı yükümlülüklerimizi yine şeriat çerçevesinde tarikat neşesiyle ziyadeleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunu yaparken yine onun müsaadesiyle… Misal biz namazı ziyadeleştiriyoruz ama şeriatın verdiği ruhsat dairesinde nafilelerle. Namazı ziyadeleştirme adına namazı altı vakte çıkarmıyoruz; sünnetteki namazları farzlara ilave ediyoruz; teheccüdüdür, evvabinidir, duhasıdır, işrakıdır vesaire…

Biz yine şeriatın müsaadesiyle orucu ziyadeleştiriyoruz; muharremdir, üç aylardır, eyyamı bîzdir, pazartesi, perşembedir. Ama ziyadeleştireceğiz diye bir ay farz olan orucu kırk gün tutmuyoruz. Veya bunu eksiltmiyoruz, birilerinin yaptığı gibi yirmi dokuz gün yapmıyoruz. Verilen ruhsat dairesinde ibadetlerimizi ziyadeleştiriyoruz. Biz zekatın kırkta birinin farz olduğuna iman etmişiz, inanıyoruz ama bunu sadaka ile infakla ziyadeleştiriyoruz. Ve Allah yolunda verilmesi gerektiğinde biz bütün malımızı zekat gibi görüyoruz. Ama zekatın hududunu bozmuyoruz, demiyoruz ki bu kırkta bir değil de ellide birdir. Bu anlamda diyoruz ki; bizim tarikatımız şeriatımız, şeriatımız da tarikatımızdır.

Tarikatı şeriatten farklı görmeye başladığımızda ona ulaşamıyoruz, ulaşamayınca da ulaşamadığımız ete kedi misali murdar diyoruz ve bundan bütün bütün mahrum oluyoruz. Bu yüzden tasavvufun şeri şerifin dışında bir konusu yok. Yani bir şey ki; şeriatta yok ama tasavvufta var; hayır, biz onu kabul etmiyoruz. Kitapta yoksa, sünnette yoksa, icmada yoksa onu kim söylerse söylesin muteber bir söz, muteber bir uygulama olmaz bizim için.

İşte insan burada kendi lüksünden fedakarlık etmelidir. Kişinin kendi belirlediği vehim de olabilen belli şeyler vardır. Bunlar insana bazen engel olabiliyor. İnsan onlarla bakınca aradığını bulamıyor. Hani insan sufi deyince, tasavvuf deyince bir farklılık istiyor ya, sanki insanüstü, doğaüstü bir şeyler düşlüyor, hayal ediyor. Öyle de olmayınca yok benim aradığım yer bura değil, diyor. Bu anlamda diyorum ki; ne aradığını bilmiyor.

Sual: O zaman da akla şu soru geliyor. Önceki konuda tekamülden bahsettiniz. Madem ki tarikatın şeriattan bir farkı yoksa yani tarikat şeriatı daha iyi yaşamak ve daha itina ve dikkate vererek, incelikleriyle içselleştirmekse, o zaman birbirlerinden farkı nedir bu iki hususun? Ve tekamül noktasında ne tekamül etmektedir?

Cevap: Ayeti kerimede buyrulmuş:

“ فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ - Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl 43)

Bizim Allah’ın dini hususunda bilmediğimiz o kadar çok şey var ki… Biz bunları eğer öğrenmek istiyorsak, bu inceliklere, bu hikmetlere talip isek; bunu ehlinden öğreneceğiz. Emanetlerin ehline verilmesini emir buyuruyor Cenabı Hak. İşte tekamül bu noktadadır. Biz şu anda ne yapıyorsak, taklit noktasındayız.

Ben nefsime bakarken böyle bakmayı uygun görüyorum, illa siz de böyle bakın anlamında bunu söylemiyorum. Cenabı Hak Hucurat Suresi’nde buyuruyor ki: “Onlar biz iman ettik demesinler.” Bunlar Peygamberi gören insanlar, İslam’ı Peygamber’den talim eden insanlar ama Rabbimiz buyuruyor ki: “İman henüz onların kalplerine yerleşmedi.”

Biz şöyle bir müjde olduğunu da düşünebiliyoruz bu ayette ki; demek ki yerleşecek. Şimdi yerleşmemiş ama zaman içinde eğer samimi olurlarsa, sebat gösterirlerse bu iman kalplerine yerleşecek. Şimdi biz kendimize bu konumda bakıyoruz. Kalbimiz tam itminan bulmamış, huzura ermemiş, iman kalbimize yerleşmemiş dolayısıyla azalarımız tam bir istikamet tutmamış. İnanıyoruz ki tasavvufun bereketiyle o iman kalbimize yerleşecek, itminana erişecek kalbimiz. Ve biz şöhretten, şehvetten, riyasatten vs… kurtulacağız. Tekamül bu noktada olacak.

Dolayısıyla biz dinin inceliklerini öğreneceğiz. O inceliklerin nasıl tatbik edileceğini öğreneceğiz. O tatbikle işte taklitten tahkike geçmiş olacağız, ihsana erişmiş olacağız. Bunu kişinin tek başına yapması güç… Daha önce olmamış çünkü, bunun bir örneği yok. Bu anlamda insanların tekamülü peygamberler eliyle olmuş. Eğer bu surette sanal bir şekilde olsaydı peygamberler gelmeyecekti. İnsanlara kitap belki gelecekti ama peygamberler gelmeyecekti.

Cenabı Hak insanların tekamülünü yine insan eliyle gerçekleştirmiş. Hem de onların kendi içlerinden biriyle. Geçmiş insanlar ne demişlerdi; bunun bir melek olması lazım değil miydi? Müşriklerin böyle ifadeleri var, Kur’an bunu haber veriyor. Bu nasıl bir peygamber ki bu bizim gibi yiyor, içiyor, çarşıda geziyor, yük taşıyor, iş yapıyor şimdi bunun işlerini melekler yapması lazım değil miydi? Veya bunun yerinde Allah’ın meleklerinden biri olması lazım değil miydi, diyorlardı.

Halbuki Allah:

“Kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 151) buyuruyor.

İşte tasavvuf bunun için… Yani tasavvuf yine şeriatın tatbiki anlamında, şeriatın talimi anlamında… Mesela İslam’ın öyle hükümleri var ki İslam’ın hükmü olmasına rağmen insan bunu münferiden uygulayamıyor. Mesela bir insan kendi kafasına göre biri hakkında kısas hükmü uygulayamıyor. Misal birisi sizin evinizden bir şey çaldı, çalarken yakaladınız ama siz ona had uygulayamıyorsunuz. Halbuki Kur’an had cezasını emrediyor. Ama bunu siz uygulayamıyorsunuz. Bu cezayı uygulayabilmesi için bir kadıya ihtiyaç var, devlete ihtiyaç var. Veya cuma namazı farz ama siz bunu münferiden kılamıyorsunuz. Ben cuma kılacağım deseniz tek kılamıyorsunuz. O cumayı kılabilmek için birilerine ihtiyacınız var. Tatbiki ancak böyle mümkün… Şeriatın da bu anlamda inceliklerini siz münferiden yapamıyorsunuz. Bunları görerek, bir toplulukla, bir talimle, eğitimle yapabiliyorsunuz; bu ancak böyle mümkün oluyor. 

Bu anlamda insanı kamile, üstada, mürşide… ne diyorsanız, buna ihtiyaç var. Tarikat şeriattan ayrı değil zaten ben de bunu yaşıyorum diyemeyiz. Bu noktada da samimi olmalıyız biz şeriatı ne kadar yaşıyoruz? Veya bizim şeriat dediğimiz şey ne acaba? Biz neye şeriat diyoruz? Bu soruları önce kendimize samimiyetle sorup ciddi cevaplar ortaya koymalıyız. Ondan sonra biz neyi ne kadar yaşıyoruz zaten ortaya çıkmış oluyor.

Sual: Tabii ki tarikatla şeriatı ayırmamak lazım da; şimdi şeriatın kemale getirdiği kişilere ashabı kirama bakıyoruz mesela bu anlamda; riyasat gibi, bazı dünyevi arzular gibi vesaire şeyler yerli yerine oturmuş. Yeri gelmiş mesela o riyaset makamında oturmuşlar ama bu nefsleri adına olmamış. Yeri gelmiş eşleri olmuş ama nefsleri adına bir durum meydana gelmemiş. Kişide bunlar yerli yerine oturmamışsa; çıkıp da ben şeriatı yaşıyorum diyebilir mi? Acaba bahsedilen tekamül bu noktalarda mı?

Cevap: Bu noktada veyahut şeriatın farz kıldığı ibadetlerde bile bu durum var. Misal namaz kılacak bir insan. Namazın zahiri belli; kıyam, kıraat, rüku, sücud vs. Ama namazdan özde Kuran’ın istediği şey huşu… Eğer insan bu huşuyu elde edememişse, bu huşuyu elde edecek vesilelere yönelememişse o huşuyu yakalayamıyor. İşte tasavvuf bunun vesilesi… Tasavvufun bu anlamda konusu huşu oluyor. Namazın zahirinden ziyade, batınını ele alıyor, huşuyu ele alıyor. Abdest zahiri kirleri gidermek için; tasavvuf bunun batıni yönünü esas alıyor ve insanı günah kirlerinden kurtulmaya yönlendiriyor. Nefsin zulümatından insanı temizlemeye yönlendiriyor. Abdesti bu anlamda anlıyor. Bu abdest de ancak samimi bir istiğfar ile mümkün. Abdest alırken de bu düşünceyle ğaşyolarak abdest almak… Bunu insana öğretiyor. Öbür türlü insan kolunu suyun altına tutuyor çıkarıyor; abdest tamam mı tamam ama bu abdest kamil mi; değil. İşte böyle bir abdestle, böyle kılınan bir namazla namazdan beklenilen netice hasıl olmuyor.

“اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ - Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”  (Ankebut 45) Bakıyorsun ki insan o kötülüklerden kendini alıkoyamıyor. Fahşadan, münkerden kendini men edemiyor. Tasavvufun konusu bu sefer bu oluyor. Bu anlamda sende namaz kılma duygusunu tekamül ettiriyor. 

Mesela sahabeyi kiramdan örnek verdiniz. Riyasata gelmişler ama sahabilerin hepsi bakın riyasata talip olmamış. Yani ben de Peygamber’i gördüm, ben de bu İslam’ı Peygamber’den öğrendim ben halife olacağım dememişler; şu olsun demişler. Misal Hazreti Ebu Bekir’i seçmişler, Hazreti Ömer’i seçmişler. Niye; onda gördüklerini kendilerinde görememişler.

O anlamda kendilerini tam bir manada kamil kabul etmemişler. Belki kendileri bu anlamda hâdidir, hidayet üzeredirler ama mehdi olmadıklarına idrak etmişler, hidayet edici değiller. İşin bir de bu cephesi var.

Bu yüzden riyasetten geri durmuşlar, kabul etmemişler, karışmamışlar. Bu da aslında bir kemalattır. Bu tevazuyu anlamak durumundayız. Çünkü ehliyetin ne olduğunu anlamışlar. Yani şeriatın ehliyet dediği şeyin, liyakat dediği şeyin ne olduğunu çok iyi anlamışlar. İnsan bunu anlayamayınca misal namaz kıldı; tamam kıldım bitti diyor. Oruç tuttum; tuttum tamam ama nasıl tuttum nasıl kıldım, namaz da beni kıldı mı, oruç da beni tuttu mu? Nasıl bir bütünlük oluştu arada ve bunun semeresi, bunun meyvesi nerede?

Allah için yaptığım şeylerin bir semeresi olması lazım değil mi? Geriye dönüp baktığında rüzgar esiyor toz kalıyor, sel gidiyor iz kalıyor da ibadetin acaba bende bir tozu, bir izi olmamalı mı? İşte tasavvufun ilgilendiği bu; bu noktada insanı tekamül ettiriyor.

Kurban kesiyoruz misal; ancak takvamız Allah’a ulaşıyor eti, kanı O’na ulaşmıyor. Biz meselenin o cephesini de düşünmüyoruz. Örf olmuş, çoluk çocuk da et yesin kestim, Allah kabul etsin ama meselenin takva boyutu nerde? Oruçtaki takva boyutu nerde? “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ” buyruluyor ayette.

Oruç tutan kaçımız buna riayet edebiliyoruz: gıybetten, yalandan, malayaniden sakınıyoruz, göz zinasından sakınıyoruz takvayı zedelemesin diye?

İşte tasavvufun bize öğrettiği yönler bunlar. Yani orucu bu noktalardan inceliyor, irdeliyor. Sadece meseleyi yemeden, içmeden, -afedersiniz- cimadan uzak durma olarak değerlendirmiyor. Sadece bu cephelerden meselelere bakmıyor. O kişinin özünde kişiliğini etkileyen yönleriyle bakıyor. İşte böyle olunca da insan bu noktalardan tekamül etmiş oluyor. Oruçlu olmadığı zamanlarda da adeta insan o eğitimin bereketi sanki sürekli oruçluymuş gibi oluyor.

Sufiler derler; ehli zahirin namazı beş vakittir ama gönül ehli insanların namazı daimidir. Onlar hep namazdaymış gibi hareket ederler. Çünkü ihsan açısından meseleyi değerlendiriyorlar. Bu anlamda şeriatın da insanda tekamülü gerekiyor.

Evet, belki Cenabı Hak bize zor gelmesin diye bunları bize direk açık hükümlerle bildirmemiş; bunlar hep Kur’an’ın satır araları… Biz bunları nerde görüyoruz; Cenabı Peygamber’de… Biz bunları O’nun ashabında görüyoruz. Ben Peygamberi de ashabı da görmedim, peki bugün bunları nerede göreceğim?

Hadisi şerifi okuyorum ama bu görsele dönüşmediğinde, örneği göremediğimde bunu anlayamıyorum. İşte onu ben o kamilde görüyorum. Tek başına da yapmıyorum yorucu geliyor, sıklet geliyor yapmıyorum. Cemaatte ise bir taksimat var; ağırlığı taksim etmiş oluyoruz o yüzden her şey hafifliyor, her şey kolay oluyor.

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort