JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Ocak 2017 00:11

ÎSAR

isar

Îsar - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Îsar

 

Ne yazık ki fedakarlık devrimizde herkesin sadece karşısındakinden beklediği ve bu istikametten gelmesi şartıyla hiç kimsenin asla geri çevirmeyeceği bir mefhum halini almıştır. Üstad Necip Fazıl’ın da söylediği üzere fedakarlık, artık herkesin yolunu gözlediği bir tevzî (dağıtma) memuru olmuştur; tahsil memuru değil.

Cemiyet hayatını düzenleyen diğer ilahi ölçülere olduğu gibi, veren elin alan elden üstün olduğunu belirten ilahi düsturun da unutulması, sadece para bahsinde değil akla gelebilecek her mevzuda cimriliğin tavan yapmasına sebep olmuştur. 

Maddeyi her şeyin ölçüsü yapan ve kıymetliyi, kıymetsizi bu yolla belirleyen insanın hasisliği tabi olarak maddeyle sınırlı kalmayarak bütün hayatına sirayet etmiştir. Sonuç olarak sevgiden, gayretten, arzudan ve heyecandan da cimrilik etmek kaçınılmaz hale gelmiştir.

Bunu en yakın zamanda ve en belirgin şekliyle “Suriyeliler” meselesinde gördük. Sahi bizim “Suriyeliler” diye bir meselemiz vardı. Evvela ensar-muhacir edebiyatı yapan birçoklarının bile daha sonraları tahammül edemediği, hiçbir yere sığdıramadığımız Suriyeliler…

Çok değil üç ay öncesine kadar tek gündemimiz onlardı. Evde, işte, sokakta, televizyonda, gazetede, kahvede, pazarda, fırında ve diğer her yerde onlardan bahsediyorduk. Bize göre gençleri gidip toprakları için savaşmıyordu, kadın ve çocukları dileniyordu, yaşadıkları yerlerde sorun çıkarıyorlardı… Ayrıca devlet onlara ev verecekti, vatandaşlık verecekti, durumları bizden iyiydi…

Cemiyet olarak biz, onların başına gelen felaketin farkına varamamıştık. “Mü’minler ancak kardeştir.” (Hucurat 10) ilahi mesajının gereğini bir ibadet vecdiyle ifa edemez haldeydik. Oysaki Cenabı Mevlâ bizde görmeyi arzu ettiği ahlakı ve onun karşılığını Kur’an-ı Kerim’inde:

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız!’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (İnsan, 8-11) şeklinde beyan ediyorken “yokluğun değil bolluğun sınavında” bocalamaya başlamıştık.

Onların halini anlamamız, ne yazık ki onların haline düşmeye ramak kalana kadar mümkün olmadı. Hain darbe girişiminin ardından sanki ilahi bir el bizi silkeleyerek gaflet uykusundan uyandırdı ve yıllardır yanı başımızdaki yangının bizi de yutmamasının Cenabı Mevlâ’nın lütfundan başka bir şey olmadığını gösterdi. Ertesi sabah aliminden cahiline herkes “verilmiş sadakamız varmış” dedi ve bununla evvela memleketimizde barınan Suriyelileri kastetti. 

Bu din bize gelene kadar hep vermenin, daima vermenin, risk alarak korkusuzca vermenin, boyuna vermenin diniydi. Başta Efendimiz (sav) ve O’nun sahabesi daha sonra da Hakk’ın dostları, mahrum olmayı göze alarak vermenin misalleriyle dolu hayatlar sürmüşlerdir. Onlar vermeyi sadece para ve malla sınırlı tutmayıp Cenabı Mevlâ’nın nasip ettiği bütün nimetleri dağıttılar. Kendilerine verilen maddi manevi ne varsa büyük bir fedakarlıkla infakta bulundular. 

Onların bu hareketi cömertliğin zirvesi olan “îsar” olarak adlandırıldı. Çünkü cömertlik ancak malın fazlasını, kendisine lazım olmayanı vermek koşuluyla yapılan davranışın adıdır. Oysa îsarda kişinin kendisinin de muhtaç olduğu şeyi infak etmesi söz konusudur

“Îsar, peygamberlere ve Hakk’ın veli kullarına mahsus, fedakarlık ve cömertliğin zirvesi olan bir haslettir. Nefsinden fedakarlık yaparak veya hakkından vazgeçerek, kendisinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkanı, diğer bir mümine devredebilmektir. Her halükarda kendinden önce din kardeşinin huzur ve saadetini düşünebilmektir. Yani benlikten diğergamlığa geçip “önce ben” yerine “önce o” diyebilmektir.” 

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en iyiye eremezsiniz” (Al-i İmran 92) ayetiyle beyan olunduğu gibi, kişinin kendisi için sevdiği ve ihtiyaç duyduğu şeyi vermeden en iyiye yükselmesi mümkün değildir. Efendimiz (sav) ve sahabeleri (ra) bunun mümkün olduğunu İslam’ın henüz madde planında kuvvetlenmiş olmadığı bir dönemde tekrar ve tekrar sergilemişlerdir. 

Bizlere güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen Peygamber Efendimiz bütün güzelliklerde olduğu gibi îsar hadisesinde de en mükemmel örneğimizdir. Bunu ispatlayan sayısız hadisenin en meşhurlarından birisini Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor:

Hz. Peygamber bir gün bir koyun kesmiş ve etinin yoksullara dağıtılmasını istemişti. Bir ara, biz aile fertlerine:

“Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Biz de şöyle cevap verdik:

“Sadece bir kürek kemiği kaldı.” Bunun üzerine Hz. Peygamber şu ibretli cevabı verdi:

“Desene, bir kürek kemiği hariç hepsi bizim oldu!”

Efendimiz’in (sav) terbiyesi altında yetişen sahabelerinin hayatı da îsar konusunda müminlerin ufkunu açıcı hadiselerle doludur. Yine bunlar içerisinde en meşhuru ve bir o kadar acıklısı Yermük’te birbirleri uğruna susuzluktan ölmeleridir. Ebu Cehm bin Huzeyfe (ra) anlatıyor:

Yermük Savaşı’na katılan amcamın oğlunu aramaya çıkmıştım. “Belki o susamıştır, ona su veririm.” diye yanıma bir kırba su aldım. Derken onu bir yerde düşmüş, can çekişirken ve son nefeslerini vermek üzereyken gördüm. “Bir içim su vereyim mi?” diye sordum, işaretle “Evet!” dedi. O sırada ona yakın bir yerde ölmek üzere olan biri “Ah!” çekti. Onun sesini duyan amcamın oğlu onun yanına gitmem için işaret etti. Suyu alarak onun yanına gittim. O Hişam bin Ebi’l-As idi.

Yanına varmıştım ki onun yakınında üçüncü bir sahabi son nefesini veriyordu, “Ah!” diye inledi. Hişam ona gitmem için bana işaret etti. Ben suyu alıp yanına vardığımda o son nefesini vermişti. Hişam’ın yanına geri döndüğüm zaman, o da ruhunu teslim etmişti.

Oradan amcaoğlunun yanına döndüğümde onun da hayatı son bulmuştu. (M. Zekeriyya Kandehlevi, Fezâil-i Â’mâl, s.65)

Efendimiz ve O’nun sahabelerinin ahlakını ve yolunu bize ulaştıran Allah dostlarının da hayatı yine îsar örnekleriyle doludur. Bunların meşhurlarından birisini Hücvirî şu şekilde nakletmektedir: 

“Gulam Halil, sufiler cemaatine karşı beslediği düşmanlık duygularını ortaya koyup, her bir sufiye ayrı bir şekilde hasım olma yolunu tutunca, Nuri (Ebul Hüseyn en-Nûrî), Rakkam ve Ebu Hamza’yı yakaladılar, hilafet merkezine sevk ettiler. Gulam Halil (Halife Muvaffak’a): “İşte zındıklardan olan cemaat bunlardır, emiru’l-müminin bunların idam edilmeleri için ferman çıkarırsa, zındıklığın kökü yok edilmiş olur, zira hepsinin başı bunlardır. Şayet bu hayırlı iş onun eli ile icra edilirse çok sevap kazanacağına dair onu temin ederim!” dedi.

Bunun üzerine halife derhal boyunlarının vurmasına ferman çıkardı. Cellat geldi her üçünün de elini bağladı. Cellat, Rakkam’ı katletmeye kastedince Nuri ayağa kalktı, son derce neşeli ve gönüllü olarak gitti, Rakkam’ın yerine celladın önüne durdu. Halk bu harekete hayret etmişlerdi. Cellat: “Ey civanmert, sen öne atılıyorsun ama bu kılıç o kadar çok rağbet edilerek önüne çıkılacak cinsten bir şey değildir. Henüz sana nöbet gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi.

Nuri: “Evet ama benim yolum îsar üzerine kurulmuştur, en aziz ve en değerli şey yaşamaktır. Şu birkaç nefesi (ve soluk alacak vakti) bu biraderlerin (biraz daha fazla) yaşamaları için feda etmek istiyorum. Zira dünyadaki bir nefes, bir soluk alacak kadar vakit; benim için ahiretteki bin yıldan daha sevimli ve daha değerlidir. Çünkü burası hizmet yeridir, orası ise kurbet (ve Allah’a yakın olma) mahallidir. Kurbet ise hizmetle elde edilir.” (buna rağmen şu birkaç nefesimi de dostlarıma feda ediyorum), dedi. (Hücvirî, Hakikat Bilgisi, çev. Süleyman Uludağ, s. 254)

Belirttiğimiz gibi İslam tarihi hep vermenin, tükenme korkusu olmadan ve karşılıksız vermenin, sadece para ve mal ile sınırlı bir infak anlayışıyla değil tüm nimetleri ve hatta yeri geldiğinde canını bile feda ederek kendi nefsi yerine karşısındakini tercih etmenin, bol bulduğundan değil muhtaç olduğundan dağıtmanın örnekleriyle doludur.

Şimdi biz bu bolluk mevsiminde, tepemizden aşağı yağan nimetlere rağmen, daha para ve mal basamağında cimrilik edersek sonumuz ne olur? Bizim için değerli olanları dağıtmadıkça üstün emellerimizin hizasını nasıl yakalayacağız? “Bana neden verilmiyor?” diyerek gözümüzü, tepesine atılan bombalardan, akıl almaz zulümlerden kaçarak bize sığınanlara yahut “İmdat!” çığlıklarıyla sesini bize zar zor duyuranlara gönderilen yardımlara dikersek, hesap gününde, maddi manevi bütün varlıklarını müslümanlara adayanların yüzüne nasıl bakarız?

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

Zinnûr

Zinnûr (İki Nur Sahibi) Hz. Osman - Sâlik-i İrfân

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Zinnûr (İki Nur Sahibi) Hz. Osman

 

Hamd olsun alemlerin Rabbi olan Mevlamıza ki O her şeyi görendir, gizli açık her şeyi bilendir. Gücü her şeye yeten Kâdir fakat kullarına mühlet veren Halîm’dir. 

Salat ve selam ise Cenabı Mevlamızın insanlığa en büyük hediyesi, Efendimiz, Şefaatçimiz Ahmed-i Mahmud Muhammed Mustafa Hazretleri’nin üzerine olsun.

Şükürler olsun ki Cenabı Mevlamız bizlere iman denilen cevherden nasip etmiş hak ve batılın iç içe geçtiği şu dünyada iman denilen o cevherin ışığında meselelere bakıldığında işler netlik kazanıyor. 

Ülkemiz 15 Temmuz’da bir milat yaşadı. 50 yıldır içimizde beslenen büyütülen Amerikan tohumlu ağacın eli, kolu, dalı kırıldı. Kökleri de kazınılmaya çalışılıyor. Fakat ciddi öz eleştirilere ihtiyacımız var. FETÖ’nün din anlayışına bakıldığında yerine göre modernist-reformist, yerine göre bidat-hurafeci, kimi yerde nabza göre şerbet-omurgasız, dinin temel değerlerini es geçebilen bir anlayışın olduğunu görüyoruz. Bu anlayışın toplum içerisinde bu denli yaygınlaşmasında bizim de kusurumuz var.

Temelde Kur’an’ı Kerim’in, sünnet-i seniyyenin ve İslam dünyasının ana omurgası olan ehli sünnet ve’l-cemaat anlayışının muhalifi olan bu FETÖ’cü yaklaşımın “nefsimize uygun çıkarımlarla” toplumda yaygınlaştığını görüyoruz. 

Efendimiz (sav): “Ey Allahım! Senin rahmetini umuyorum. Beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle baş başa bırakma. Halimi tümüyle düzelt, Senden başka ilâh yoktur.” (Ebu Dâvûd, Edeb, 110) buyurmuşlar.

Ulema-suleha nefs küfür üzeredir, tespitinde bulunmuşlar. Nefsin etkisi kalenin içinde olmasından gelir. Şeytan vücuda girer, damarlarda dolaşır fakat asıl etki alanı nefs üzerindedir. İbrahim Suresi 22. ayeti kerimede şeytanın kendini savunmasında nefsle ilişkisi ifade edilir. “Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın…” buyrulur.

Espriyle şeytan nefsin antrenörüdür, demişler. Eğer şeytan onu telkinleri ile azgınlaştırabilirse dizginleri eline almış demektir. Şeytan gemi azıya alan nefsi bir ömür heva ve heves peşinde koşturacaktır. 

FETÖ toplumda hızla yayıldı; çünkü kendi vücut ülkesinde nefsini fark edemeyen, onunla mücadele etmeden kalpte Hakk’ın hakimiyetinin olamayacağını görmeyen bir insan, elbette ki büyük şeytan ABD’nin antrenörlüğünde hazırlanan nefs FETÖ’süyle de ciddi mücadele edemeyecekti. Cenabı Mevlamız:

“(Ey Rasulüm!) Gördün mü, o nefs arzusunu ilah edineni? Artık ona Sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 43) buyururken haramları helalleştiren, Hakk’ın isteği yerine nefsinin isteklerini esas alan bir anlayışa işaret eder. Bunu bireyde görebildiğimiz gibi şeytani bir üst aklın yönetimindeki FETÖ yapılanmasında da görebilmekteyiz.

Sonuçta toplum olarak bizim gafletimiz, zaaflarımız, “işimize gelen durumlar” nedeniyle FETÖ’nün bu kadar yayılabildiğini görmek gerekir. Şükürler olsun ki Mevlamız bizi bize bırakmadı. Mevlamızın lütfü keremiyle bir cesaret, bir şehadet rüzgarı bütün ülkeyi harekete geçirdi. İşgal hareketi püskürtüldü. Ne kadar şükretsek az.

Tevbe etmek asla dönmek demektir. Yeniden başlamak demektir. Umutsuzluğa yer yok. Toplum temizlenerek yola devam ediyor. Tarihimizdeki yerimize yani ümmetin hamisi/koruyucusu olma konumumuza dönüyoruz.

Tevbe ediyoruz, gücü-kuvveti Rabbimizden biliyoruz. Dinimizi ehli sünnet ve’lcemaat çizgisinde yeniden anlamaya-yaşamaya çalışıyoruz. Allahımıza imanı, Peygamberimiz’e aşkı ve Peygamber varisi evliyaya itikat ve itaati esas alıyor, yola devam ediyoruz. Sahte peygamber, gerçeğini inkarı gerektirmez. Sahte imam, sahte alim; evliya gerçeğini inkarı gerektirmez. 

Tarih boyunca zalim hükümdarların yanında olan, onlara destek veren örneklere bakmalıyız: Musa (as) zamanında Belam ibn Baura prototipini, Efendimiz (sav) zamanında Mescid-i Dırar (Fitne Mescidi) olayını, münafık lider Abdullah bin Ubey tipini, Hz. Osman (ra) zamanında ümmetin fikir birliğini bozarak siyasi birliğine kasteden yahudi İbni Sebe olayını, Vezir Nizamülmülk’e bir kin ve o hırsla ölüm fedaisi Haşhaşileri yetiştiren dindar Hasan Sabbah’ı ve daha nicelerini görmemiz lazım. Hz. Adem’in (as) evlatlarıyla başlayan ve insanlık tarihi boyunca kendini gösteren hak ile batılın ayrıştırılması insanlığın temel imtihanıdır.

Peygamber Efendimiz (sav) dönemindeki ayrıştırma tam bir örneklikle kendini gösterir. Cenabı Mevlamızın “Usve-i hasene - En güzel örnek” buyurduğu Efendimiz’in (sav) 63 yıllık mübarek hayatı, özellikle 13 yıl Mekke ve 10 yıl Medine’de yaşanan risalet günleri kıyamete kadar yaşayacak bütün müminler için ölçüdür. Ardından “yıldızlar gibi” olan ashabın, raşit halifelerin yaşadıkları da bizler için ibretli, nasihatli ve önemlidir. 

Evet, raşit halifelerimizin hayatlarını inceliyor, dersler çıkarmaya çalışıyorduk. Bu yazımızdan itibaren de Hz. Osman (ra) efendimizin hayatına bakmaya, kimi ayrıntılara girmeye çalışacağız:

Hz. Osman (ra) efendimizin Taif’te 577 veya 580 yılında doğduğu rivayet edilir. Hz. Osman’ın, Peygamber Efendimiz’den (sav) 9 yaş küçük olduğu yani 580’de doğduğu görüşü ağırlıklıdır. Ticaret yapan babası Affan’ın ölümü üzerine ticarete başladığı, Hz. Ebu Bekir (ra) efendimizle dostlukları, ticaret arkadaşlıkları nakledilir. 

34 yaşlarında iken müslüman olduğu, amcası Hakem bin Ebil As’ın onu bağlayarak eziyet ettiği, kararlı tutumu üzerine diğer akrabalarının devreye girerek bıraktırdığı, Peygamber Efendimiz’in (sav) kızı Rukiye ile evlendiği, ailece Habeşistan’a ilk hicret edenler oldukları da rivayet edilir. Hatta Mekkelilerin müslüman olduğu şeklindeki yanlış haber üzerine Mekke’ye dönmüş fakat gerçeği görünce tekrar hicret etmiştir. 622 yılında Medine’ye hicret emri üzerine Mekke’ye gelip Medine’ye hicret ettiği de ifade edilir.

Medine’de ticaret daha çok yahudilerin elinde iken Hz. Ebu Bekir (ra) gibi kimi sahabelerle ticaret yaptığı, müslümanlara ticareti öğrettiği de önemli bir yöndür. 

Hz. Rukiye annemizin vefatı ile sonuçlanan hastalığı nedeni ile Bedir’e katılamamış fakat diğer tüm savaşlara katılmıştır. 

Efendimiz (sav) kızı Hz. Rukiye’nin vefatından sonra diğer kızı Ümmü Gülsüm ile Hz. Osman’ı evlendirmiştir. Bundan dolayı ona Zinnûreyn (İki nur sahibi) lakabı verilmiştir. Hz. Rukiye’den olan Abdullah adlı oğlu 6 yaşlarında vefat etmiştir. Hz. Osman’a Ebu Abdullah da denilmiştir.

Hicretin 6.yılında (628) umre için Efendimiz ve ashabı kiram yola çıktıklarında Hz. Osman müslümanların elçisi olarak Mekkeli müşriklerle görüşmeye gönderilir. 

Medine’de fakirlerin gözetilmesinde yine Hz. Osman öndedir. Hele ordunun teçhizindeki fedakarlığı dillere destan olmuştur. 

Veda Haccı’nda da Hz. Osman, Efendimizin yanındadır. Efendimiz’in vefatından sonra da Hz. Ebu Bekir’e beyat etmekte gecikmemiş, onun yardımcısı olmuştur. Hz. Ebu Bekir’in 2 yıl 3 ay kadar süren hilafetinden sonra Hz. Ömer’in 10 yıl 6 ay kadarki yönetiminde de danışmanlık görevini sürdürmüştür.

644 yılında Hz. Ömer’in (ra) şehadetinden sonra halife seçilmiş 12 yıl süren hilafet yıllarının ilk 6 yılı fetihlerle geçmiştir. İran’dan Trablusgarp ve Tunus’a, Kıbrıs’tan Rodos’a, Kafkasya içlerine kadar İslamiyet yayılmış, fetihler gerçekleşmiştir.

650 yılından sonraki 6 yılda ise başta Abdullah ibni Sebe’nin fitneleri nedeniyle fikri-itikadi tartışmalar çoğalmış, Hz. Osman efendimiz halim selim yapısı ve akrabalarına yönetimde yer vermesi sebebiyle haksız yere eleştirilmiştir. 

656 yılında İbni Sebe’nin ve farklı fitnelerin etkisiyle harekete geçen Mısırlı isyancılar Medine’ye gelerek Osman efendimizi evinde şehid etmişlerdir.

Bu yazımızda genel kronoloji girişinden sonra hayatının her döneminden ayrıntılara girmeye çalışacağımız Hz. Osman (ra) efendimiz ile ilgili Peygamber Efendimiz’in (sav) şu mübarek müjdesi ile yazımızı bitirelim:

Tarihçiler onun Ceyş’ul-Usra diye adlandırılan Tebük Seferi’ne çıkacak ordunun techiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına techiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para. (A. Köksal, IX,162) 

Onun bu davranışından çok memnun olan Rasulullah (sav): “Ey Allahım! Ben Osman’dan razıyım. Sen de razı ol!” (İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuş ve ayrıca: “Bundan sonra Osman’a işledikleri için bir sorumluluk yoktur.” buyurmuşlardır. (Suyûtî, Târihu’l-Hulefâ, 169) 

Cenabı Hak bizleri ashabı kirâma bağışlasın. Osman efendimizin şefaati üzerimize olsun. Bizleri cennette-cemalinde Hz. Osman efendimizle buluştursun. Amin velhamdulillahi Rabbil alemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Ankebut Suresi 69

Adabı Fethullah'ın Işığı İnsanın; Gönlüne Düşen Dostun Özlemiyle Başbaşa Kalışı - Dilhûn Âşık

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Adabı Fethullah'ın Işığı İnsanın; Gönlüne Düşen Dostun Özlemiyle Başbaşa Kalışı

 

Rabıta İslam itikadını iki insan arasındaki ilişkide tashih etme usulüdür. Her şey iki insan arasında geçmektedir. Allah’ın ezeli ilmi, nefsin tutumları, mürşidin Allah katındaki konumu…

İnsanın düşmanlarını bilmesi İslam itikadında çok önemli bir yer tutar. Düşman, Allah inancımıza saldırır. Çağımızda Allah inancımız soyut ve sanal bir hal almıştır. Oysaki elimizdeki Kur’an somuttur, Kabemiz somuttur, cennet ve cehennem somuttur, İslamî devlet(!) anlayışımız somuttur… Ne yazık ki Allah inancımız böyle değildir. Bunun ana sebebi peygamber inancımızın somut olmamasıdır. Küfrün temel çabası peygamberi devam ettiren ne varsa onu yıkmak, zayıflatmak üzere kurulmuştur. Küfrün saldırısı sünnetedir, ehlibeytedir, peygamber varislerinedir.

İşte burada rabıtanın yeri can alıcı bir noktadadır. Çünkü iki insan arasındaki ilişki tamamıyla somuttur. Zan halindeki Allah inancı peygamberler ve varisleriyle oluşan ilişkiyle örülürse yakîne varır.

Allah’ın sıfatlarının tezahür ettiği en iyi mazhar insandır. Bu nedenden iki insanın tevhidi Allah’ın sıfatlarının görünür hale gelmesini sağlar. Allah’ı çağrıştıran en mükemmel mazhar, ayna insandır. Peygamberi gören Hakk’ı görme, bilme, Hakk’ın istediği şekilde O’nunla irtibata geçme imkanlarını yakalamış demektir. Bu hakikat İslam devletinde, Kabe’de… İnsandaki gibi gerçekleşmez. En büyük kaybımız peygamberin devamlılığının engellenmesidir. Peygamber yoksa ne din kalır ne de iman…

Çağımızdaki ana kayıp insandır. Bulmamız gereken hazinemiz insan ilişkilerinde yatan İslam’dır. Allah’ın insana yaptığı yatırım gerçek kıymetini iki insan arasındaki ilişkide gösterecektir. 

“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 91)

Şeytanın amacı bizleri Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak, engellemektir. Dikkat edilirse saldırdığı yer insan ilişkilerimizdir. Aramıza düşmanlık ve kin sokmak ister. İki insanın arasına düşmanlık ve kin girdi mi Allah’ı anmak, namaz vb ibadetlerle ara açılır. Allah’ı anmak, namaz kılmak istiyorsak aramızdan su sızmaması gerekir. Biz bu hakikate iki insanın tevhidi diyoruz.

Çağımızda da İslam ile aramızın açılması iki insanın arasının açılmasıyla gerçekleşmektedir. Rabıta bu hezimetin başımıza gelmemesi için bütün İslam ümmetine Allah’ın bir lütfudur.

“Eğer kendisinde herhangi bir hal belirmezse mürid mürşidinden yardım istemeyi en büyük kazanç bilir. Çünkü aciz ve cimri değildir. Fakat her şey Allah’ın ezeldeki ilmine göre belirli bir zamanda olur, daha önce açığa çıkmaz.” 

İnsanın geçireceği en hayırlı an Allah dostunun yanında olduğu andır. Huzurda olmak nimet-i uzmâdır. Başımıza gelecek en büyük bela ise her an Allah’ın nazarı önünde yaşadığımızdan gafil olmamızdır. Rabbimizin bizlere her an murakıp (sevgi ile izleyici, gözetici) olması saadetimizin yegâne sebebidir. Ama insan bundan habersiz yaşamına devam eder de birçok beklenti içine girer. Beklenti içinde olmak ise insanı nankör yapar. Oysa Rabbimizin bizlere lütfettiği nimetler ile yaşamımızı sürdürürüz. Bizlere lütfedilen nimetleri saymaya bile gücümüz yetmez. Örneğin hayatı ele alalım. Hayatın kendisi şükrünü eda edemeyeceğimiz bir nimet değil midir?

Nimeti lütfedeni nimet ile meşguliyetimiz bizlere unutturmamalıdır. Nimeti lütfeden nimetlerden kıyas kabul etmeyecek derecede güzel ve alımlıdır. Nazarımızı güzelin yüzüne çevirmeli; eline bakmamalıyız. Üstelik bizlere nimetleri lütfetmesinin nedenlerini düşünmeliyiz. Düşünen insan nimetlerin lütfedilmesinin en büyük sebebinin Peygamber Efendilerimiz olduğunu bulacaktır. Rabbimiz sanatını peygamberlerinde, özgünlüğünü ise halkta izhar etmiştir. Bizlere Rabbimizin insanı kendi sanatını göstermek için var etmesi ne muazzam bir nimettir, lütuftur.

İşte insan böyle muazzam bir kastın ürünüdür. Hâce Hazretleri insanın var edilme nedenini açıklarken: “Allah Kendini gördüğünde yani Zatından Zatına tecelli ettiğinde insan açığa çıktı.” buyurmuşlardır. Var olmamız Rabbimizin muradı iledir.

İşte mürid kendisinin yol arkadaşlığına kabul edilmesinden dolayı devamlı şükür halindedir. Büyüğünün karşısında muhatap alınmasının değerini çok iyi bilir. Meselesini sunmuştur. Meselesi en ince ayrıntısına kadar dinlenilmiştir. Sonrası müridi ilgilendirmez. Çünkü sonrası onunla alakalı değildir. Müdahale sahasının dışına çıkmıştır. Artık hükmü bekler. 

Müridin gayesi isteğini, arzusunu mürşidden koparmak değil verilecek en güzel hükme kavuşmaktır. Rabbimize mürşidimiz vesilesiyle meseleleri sunmamızın nedeni ise bizleri hükmün en güzeline kavuşmamızı sağlayacağındandır. 

Kısacası mürşidden yardım talep edebilmek hükmün en güzeline yol bulabilmek demektir. 

İsteklerimizin gerçekleştirilmesi büyükler açısından hiç de zor değildir. Büyükler Allah adına hareket ettiklerinden bizlere verecekleri her karşılık bu bağlamda gerçekleşir. Hâce Hazretleri buyurdular ki: “Allah isteğimizi verirse bir seviniriz vermez ise bin seviniriz.” Mühim olan Allah’ın hükmüdür kulun arzusu değil. Büyükler aciz değiller, cimri hiç değiller. Allah adına yapmaları gerekeni yaparlar. Allah ile kullarını buluşturma görevleri vardır. Bu buluşturmada merkez Allah’ın kulu için neyi tercih ettiğidir. Bu tercihi mürşid bilir. Allah’ın tercihi mutlak hayırdır. Tercih, tercih edilir. İşte bundan dolayı istenenler olmayabilir veya geç olabilir. Allah’ın bizim için tercih ettiği ne varsa tercihlerini öğrenmek mürşid ile muhatap olmakla anlaşılabilir. Bu ilişkide ezel bilgisi gün yüzüne çıkar.

Burada rabıtanın yanlış algı ve anlayışları düzeltme yöntemi olduğu karşımıza çıkmaktadır. İki insan arasındaki ilişkinin bozulmaması, rıza kazanımının devamının sağlanması, nefs ve şeytanın saldırılarının ilim üzere def edilmesi… Hep rabıtanın sonuçlarıdır. Rabıta sadece bir feyz alımı değil feyz ile gelen hakikatleri kullanma bilgisini de içerir.

“Mürid nefsine: Büyüklere bağışlanan sevgi ve aşktan sana da pay verilir diyerek avutur.”

Aşk Allah’tan dostlarının payına düşen nimettir. Büyükler cimri olamaz. Hazreti Ebu Bekir cömertliği ile nam salmıştır. Hâcegân yolu Hazreti Ebu Bekir’in açtığı yoldur. Kendilerine tahsis edilen nimetten bizlere lütfederler. Büyüklük sadece büyük olmak değil büyüklüğü paylaşabilmektir. Mürşidimin Şeyhi Abdulhakim Hüseyni buyurmuşlar ki: “Mürşid kendisinden büyük olanı doğurandır.”

Büyüklük büyük fedakârlık yapanların işidir. Büyüklük elde tutma değil ellere dağıtma işidir. Mürşidim şeyhi Abdulhakim Efendi için: “Ümmete imanını dağıtmıştı.” buyurmuşlardı. Burada dağıtılan imandır, aşktır.

Ey nefsim şu an huzurunda bulunduğun Şahsı Ekber öyle hakikatleri, nimetleri bizimle paylaşmış ki huzurda niye böyle olmadı niye şöyle olmadı diye hayıflanmak nankörlük olur.

Burada insandaki arzu ve isteklerin eğitilmesinin nasıl yapılacağı karşılıklı konuşma ile örneklendiriliyor.. Verkanisî hazretlerinin insanın içinde gerçekleşen duygu ve düşünce savaşını karşılıklı konuşma ile misallendirmesi çok manidardır. “Oku!” ile başlayan vahyin bizleri nerelere götürmek istediğini bu örnekleme sayesinde daha iyi anlıyoruz. Sanki şöyle deniliyor: İçindeki bu konuşma ortamını izle. İçinde gerçekleşen bu gelgitleri iyi tahlil et. Asıl cevap vermen gereken şüpheciler, nankörler duygu ve düşüncelerine saldıran nefsin ve şeytanındır. Onları iyi tanı. Onları okumayı bil. Fıtratlarını iyi bil. Cibilliyetlerini, karakterlerini iyi izle.

Bu aşamada rabıtanın insanın iç alemindeki hareketlenmelere karşı iç alemini tedbir etmesinin, yönetebilmesinin öğretimi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Burada rabıta iç alem siyaseti, stratejisidir.

“Nefsi inanmaz ve kendisine; sen kötü talihli ve yoksunsun diyerek karşı çıkarsa, mürid derhal Allah’a sığınarak: ‘Nefsim kusur sendendir.’ Suçlamasıyla yalvarmalıdır.”

Nefs ikna edilmesi gereken bir varlık değil avutulması gereken bir varlıktır. Hâce Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Nefsin asliyeti küfür üzeredir. Cenabı Hakkın mekrinin tecelligâhıdır. Nefsin değişen yönleri sıfatlarıdır. Asliyeti değişmez.”

Nefs küfür üzeredir ifadesini bizler mutlak nankördür biçiminde algılıyoruz. Nankörlüğü beklentisinin olmadığı zamanlarda hemen hayıflanması ve insanı Allah’tan uzaklaştıracak vesveseleri hemen gündeme getirmesi ile gerçekleşir.

“Sen kötü talihlisin, yoksunsun, seninle ilgilenmiyorlar, seni unutmuşlar…” Bütün bunlar düşmanımızın iki insanın tevhidini bozma çabalarından başka nedir ki?

Hazreti İsa bir gün havarileri ile seyahat ederken bir kadın ile karşılaşır. Hazreti İsa kadını havarilerine göstererek der ki: “Bu yolu kötüye düşmüş bir kadın. Sizlerin ondan bir farkınızı göremiyorum!” Havariler şaşkın bir halde: “Efendim bizler nasıl olur da böyle bir kadınla aynı oluruz?” diye sorduklarında Hazreti İsa: “Bu kadın kendisine iyilik yapan, kendi istediği ücreti veren herkese iyi davranıyor. Kendisine kötülük yapan ve istediği ücreti vermeyen herkese de buğz ediyor.” Şimdi size soruyorum. Sizin bu kadından ne farkınız var?

Ey nefsim, istediğini alamadığında herkesi kötülüyorsun. Arzuların gerçekleşmediğinde saldırganlaşıyorsun. Beğendiklerini elde edemediğinde çıldırıyorsun… Sen senden başkasına yaşam hakkı tanımıyorsun. Allah’a da utanmadan senin heva ve hevesini tatmin etme pozisyonu veriyorsun. 

Ey nefsim bu şekilde davranmaya devam edersen senden Allah’a sığınırım. Kusur senin vasfındır, Allah ise her şeyin berraklığıdır. Temizlik Allah ile anlaşılır. Kusur ve kabahat seninle açığa çıkar. 

Hâce Hazretleri’nin ifadesiyle: “Allah’tan tatmin olmak için değil tathir olmak için isteyin.”

“Ayrıca nefsinin iyi işlerinden ve kemaliyetinden (erdim, oldu iddiasından) Allah’a sığınmalıdır. Allah’ın ezelde kendisi hakkında iyilik ve yardımının olduğunu; yüce hedef ve amaçların O’nun bağışlamasıyla gerçekleşebileceğini bilmelidir. Her türlü kemalatı O’ndan istemelidir.”

İşte insanın enfüsi seyri. İç alemine girişi. İç alemindeki duygu, fikir, inanç... Akışlarını, çalkantılarını, gidiş-gelişlerini izlemesi. İç alemindeki oluşlara karşı yönlendirme, yola koyma usullerini yapabilmesi.

Burada rabıtanın iç alemimize şekil verebilme, müdahale edebilme yollarını öğrenmek olduğunu görüyoruz.

İmam Bedruddin efendinin: “Münafığın bizi korkutan ameli bizlere dokunan iyilikleridir.” ifadesi konuyu anlamamıza ne kadar da yardımcıdır.

Münafığın bizlere dokunan iyiliği kalbimizin ona karşı yumuşamasını getirebilir. Nifaka olması gereken buğz kalbimizden gidebilir.

Şeytandan, nefsten Allah’a sığınmamızın aslı iyiliklerinden Allah’a sığınmaktır. Allah’a ait her iş ancak Allah’ın bizleri bağışlaması ve kayırmasıyla oluşabilir.

Peygamber Efendimiz’in günde yetmiş kez istiğfar getirmesi Allah’tan bizlere gelecek iyilik, yardım ve lütufların gün yüzüne çıkmasını sağlamak içindir bir yönüyle.

Kemalatımıza katkı yapacak ne varsa Allah ve dostlarından gelmelidir. Nefsin iyiliğiyle ulaşılacak kemalatın bizleri götüreceği yer hevamızı ilah edinmekten başka neresi olabilir.

Bize Allah ve dostları iyilik ederse kemalatımıza yatırım, nefsimiz bize iyilik yaparsa bizi esarete altına alım gerçekleşmiş olur.

Kitabı kadimde ne güzel ifade etmiş Rabbimiz...

“Ya şimdi baksana o kimseye ki ilâhını hevası ittihaz etmiş, Allah da onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir, artık onu Allah’tan sonra kim yola getirir? Hâlâ da düşünmez misiniz?” (Câsiye 23)

Mürid yeteneğine güvenmemeli; yalnızca Allah’ın iyilik ve cömertliğini kendisi için yeterli görmeli ve mürşidin yardımını dileyerek kesinlikle kendisiyle Allah arasında aracı olduğuna inanmalıdır. Bu düşünce onun nefsini tembellik ve ümitsizlikten kurtarır. Cenabı Hakk’ın şu ayeti bunu göstermektedir:

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, gelince, onları mutlaka yollarımıza eriştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, elbette iyilik edenlerle beraberdir.” (Ankebut 69)

İnsan başarıyı kendi elinin sahasında sandı mı hırsının, arzularının esaretinden nasıl kurtulacak? İnsan başarılarını muhtaciyetiyle gerçekleştirmelidir. Kudreti ve kuvvetiyle değil. İki insanın birbirlerine yaklaşması, yaşaması, beraber yürümesi ile açığa çıkacak hakikatler Allah katındaki nimetlerin kulları ile paylaşılması demektir. İki insan birleşir Allah katından yağdırır da yağdırır... Evliliğin dinin yarısının tamamlanması biçiminde anlatılması bizlere bu gerçeği işaret etmektedir.

Yetenek nimetin gelmesi için yeterli değildir. İnsana yapılan yatırım bütün insanlığa yapılmıştır. Bundan dolayı bütün insanlıkta rızkımız, nasibimiz vardır. Birey olarak insan bütün insanlığa yapılan bir yatırımla yoğrulmuştur.

“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” (Lokman 28)

İslam iki insanın yaşantısı sonucu açığa çıkar. Mürid mürşidinin yardımını Allah’ın iradesi olarak görür. Fatihamız’da sadece Allah’ı yada Allah’tan isterizin bizleri getireceği alan nimet verilenlerin yolu, kendileri değil midir?

Kişi kendini yeterli görmez dostuyla, arkadaşıyla yeterliliğe ulaşacağını anlarsa rabıtanın onu getirmek dilediği yere varmış olur. İnsan tamamlanan varlık demektir. Arapça’da insan kelimesi zaten ikil biçimindedir.Tekili ins, çoğulu nastır. İnsan ikinin bir olmasıyla açığa çıkar. Birlikte sevginin neticesidir.

Savaşılması gereken gerçek ikinin bir olmasını engelleyen her şeydir. Cihad ikiyi bir yapmak için eda edilir. Allah’ın ihsanı ikiyi bir kılanlaradır. Burada rabıta ikinin bir olmasının yani aynileşmeyi gerçekleştirmenin yolunun insanlığa bahşedilmesidir.

Cihadımız Allah’ın muradı olan insana yol bulmak için, hayatımız Allah’ın muradı insana hizmet için, yaşam süremiz Allah’ın muradı insana benzememiz için lutfedilmiştir.

Hâce Hazretleri’nin mükemmel ifadesiyle: 

“İnsan Allah’ın takdiri değil muradıdır.”

 

Yazar: Dilhûn Âşık

 

Pazar, 01 Ocak 2017 00:08

MUHARREM VE HİCRET

muharrem ve hicret

Muharrem ve Hicret - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Muharrem ve Hicret

 

Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Efendimiz’e, ehli beytine, ashabına ve etbaına olsun.

Hicri ayların birincisi Muharrem ayıdır. Muharrem sözlükte haram kılınmış, saygıdeğer anlamlarına gelmektedir. Dini kavram olarak, dinen haram kılınmış, yasaklanmış olan şeyler demektir. İslam’dan önce de bu ay muhterem kabul edilip, bu ayda savaşmak haram olduğu için muharrem ismi verilmiştir. Şayet bu aylarda savaş olursa yasak çiğnendiği için bu savaşa “Ficar Savaşı” denirdi.

Eşhur-u hurum (haram aylar) Zi’l-Ka’de, Zi’l-Hicce, Muharrem, Receb aylarıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu aylar şöyle ifade edilmiştir:

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu dosdoğru dindir. O aylar içinde kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekun savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekun savaşın ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe 36) Hicret, İslam tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz. Ömer (ra) zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren Hicrî yılın ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.

Muharrem ayında Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretinin yanında üzerinde düşünülmesi gereken birçok hadiseler de yine takdiri ilahi bu ayda meydana gelmiştir. Bu hadiselerden bazılarını şöyle ifade edebiliriz:

Nuh’un (as) tufandan kurtuluşu bu ayda olmuştur. Hz İbrahim’in (as) ateşten kurtuluşu bu ayda olmuştur. Hz. Eyyub’un (as) hastalıktan sıhhat bulması bu ayda ol muştur. Bu hadiselere baktığımızda genelinde bir kurtuluş görülmektedir. Bu ayda meydana gelen bir başka hadise vardır ki o da kurtuluşun farklı şeklini bize anlatmaktadır. Bu hadise Kerbela olayıdır. Kur’an-ı Kerim’de Hicret şöyle ifade edilmiştir:

“Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Al-i İmran 195)

Allah Teala onlardan razı olduğu ve onlar için cennetler hazırladığını bildirmiştir:

“Öne geçen ilk muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kazançtır.” (Tevbe 100)

Onların Hakiki müminlerden olduğunu bildirmiştir:

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve muhacirleri barındıran ve yardım edenler var ya işte gerçek müminler onlardır. Onlar İçin mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfal 74)

“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar Allah’ın rahmetini uman kişilerdir. Allah, Gafur ve Rahîm’dir.” (Bakara 218)

Onlar mallarını canlarını ortaya koymuşlardır: “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur. Ancak aranızda sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olursa, o bu hükmün dışındadır. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” (Enfal 72)

Hâce Hazretleri (ksa): Tevzihu’l-Hakaik isimli eserinde şöyle buyuruyorlar: “Rasulü Ekrem’in (sav) inananlarla birlikte Medine’ye hicret etmesinde birçok hikmetler vardır. İnananlar nefslerinden, mallarından, rahat hayatlarından, güzel ticaretlerinden, akraba ve şöhretlerinden yüz çevirerek Allah’ın rızasına hicret ettiler. Yani mürşide irşad için gittiler. Hicretten murat; irşaddır, mürşiddir. Mürşid ise Allah’tır.Çünkü irşad edici O’dur.” 

Efendimiz hicret ederek insanlığa kıyamete kadar devam edecek olan mübarek ve kutlu bir yol açtı. Bu yol ki Allah’ın daha önce yalnızca peygamberlerine nasip ettiği fakat Habibi Edib’inin (sav) hatırına O’nun ümmetine de sunduğu bir hediyedir. Zatını, Cemalini arzu eden ve yalnızca bunun için yaşayan insanların yoludur. 

Müminlerin ve Hicret Edenlerin Mükafatı

‘‘İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanların Allah yanında derecesi çok büyüktür: Kurtuluşa erenler de işte onların ta kendileridir. Rableri, onlara rahmetini, rızasını, içlerinde tükenmez. Ve ebedi bir naim bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Çünkü Allah katında büyük bir ecir vardır.” (Tevbe 20-22)

Ayeti kerime tefsirlerde şöyle izah olunmuştur: Allah Teala, iman ve hicret sıfatlarına sahip olanların (mümin muhacirlerin), Allah katında çok büyük bir dereceye sahip olduklarını bildirince, kurtuluşa erenlerin de onlar olduğunu beyan buyurmuştur. Ayeti kerimede geçen iman eden ve hicret edenlere verilen O mükâfatların en yücesi ve en kıymetlisi o rahmet ve rıza müjdesinin Allah tarafından oluşudur.

Nimetle sevinme iki kısımdır:

a) Bir nimet olduğu için nimetle sevinme. 

b) Bir nimet olması bakımından ziyade, nimet verenin o nimeti kendisine tahsis etmiş olması bakımından onunla sevinmek. Ayette geçen müjde ise: Müjde, ancak rahmet ve ihsan hususunda olur. Herkesin müjdesinin, kendi haline uygun olması gerekir. Bundan dolayı bu ayette müjdeleyen, kerimlerin en kerimi olan Allah Teala olduğuna göre, müjde konusu olan hayırların, akılların, anlayışların o nimeti nitelemekten aciz kalacağı hayırlar olması gerekir.

Müjde, meydana geldiği bilinmeyen bir şeyin, meydana geldiğini haber vermektir. Meydana geldiği zaten bilinen bir şeyi haber vermek, “müjdeleme” olmaz.

Ayette verilen müjdeler ise müjde konusu olan şeyler şunlardır:

1) Allah’ın rahmeti

2) O’nun rızası

Ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır:

“Ey mutmain nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden razı ve hoşnud olmuş olarak, dön Rabbine!” (Fecr 27-28) Burada geçen rıza şöyle izah edilmiştir:

Rahmet, kulun Allah’ın kaza ve kaderine razı olmasıdır. Çünkü kendisinde bu hal bulunan kimsenin bakışı (nazarı), nimet kendisine değil. Bunları verene yönelik olur. Bakışı buna yönelik olan kimsenin hali hiç değişmez. Çünkü nimeti veren değişmekten münezzehtir. Dolayısıyla bu kişinin halinin de değişmekten uzak olması gerekir. Fakat bunları sırf nefsini düşünerek isteyen kimse ise, devamlı olarak sevinçten hüzne, sürurdan kedere, sıhhatten hastalığa, lezzetten eleme değişir durur. Böylece tam rahmetin, ancak kulun ilahî kaza ve kadere razı olması halinde gerçekleşeceği sabit olmuş olur. Bundan dolayı Hak Teala’nın, “Rableri, onlara rahmetini müjdeler.” ifadesi, kulun kalbinden, bu halin dışındaki şeylere iltifat etmeyi siler ve onu kaza ile kaderine razı olan birisi haline getirir. Böylece Allah Teala da ondan razı olmuş olur manasında anlaşılır.

Allah ve Rasulünü Her Şeyden Çok Sevmenin İfadesidir Hicret:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah’tan, O’nun peygamberinden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)

Hz. Nuh’un (as) tufandan kurtuluşu:

“Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: “Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ettinizse biz de sizinle alay edeceğiz. Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve ebedi bir azabın kimin başına İneceğini yakında bileceksiniz.” (Hud 38-39)

“Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun, de. Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın!” (Müminun 28-29)

“(Nuh) dedi ki: “Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” (Hud 41)

“Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. (Her iki) su, takdir edildiği şekilde birleşti. Nuh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik. İnkâr edilmiş olana (Nuh’a) bir mükâfat olmak üzere gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.” (Kamer 12-14)

“Ey yer suyunu yut! Ey gök sen de suyunu tut!” denildi. Su çekilip azaldı; iş bitirildi, gemi de Cûdî üzerine yerleşti. Ve o zalimler topluluğu yok olsun, denildi.” (Hud 44)

Hz. Eyub’un (as) Sıhhate Kavuşması:

“Eyub de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” (Enbiya 83)

“Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiya 84)

“Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su (dedik).” (Sa’d 42)

Hz. İbrahim’in (as) Ateşten Kurtulması:

“Dedi ki: O halde Allah’ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız.” Dediler ki: “Eğer (bir şey) yapacaksanız onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun.” Biz de dedik ki: “Ey ateş İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol. Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.” (Enbiya 66-70)

 

Kaynakça:

-Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir

-Hüseyin Algül, İslam Tarihi

-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili

-Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları

-Şamil İslam Ansiklopedisi

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

zikir kulun

Zikir Kulun Rabbi ile Barışık Olmasıdır - Yusuf-i Kenân

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Zikir Kulun Rabbi ile Barışık Olmasıdır

 

“Zikir” kelimesi Arapça kökenlidir ve Türkçeye “hatırlamak, anmak, ismini söylemek” şeklinde çevrilir. “Hatırlamak” da yine Arapça “hatır” kelimesinden türetilmiştir. “Hatır” Arap dilinde “düşünce, bellek, akıl, anımsamak” anlamlarına gelir.

Rabbimiz Allah (cc) her an alemde tecelli halindedir. Her an varlığa, insana ve kainata tasarruf etmektedir. Dolayısıyla insan, Cenabı Hak ile aktif diyalog halindedir. Kulun Rabbini zikretmesi, kendisinin de zikredilmesine vesiledir. Bu karşılıklı diyalog, kulu Rabbinin tecellilerine mazhar kılar. Böylece kul Cenabı Hakk’ın esması ile O’nun tecellilerini celbeder. 

Yaratıcı ile yaratılan insan arasındaki söz konusu iletişimde önemli olan, iletişimin çift yönlü olmasıdır. Yüce Allah’ın bize bahşettiği bunca nimetlere karşı, kul olarak bizim de O’na sunabileceğimiz bir şeylerimiz olmalıdır. Olmalı ki O’na ait olduğumuzu gösterebilelim ve O’nun nimetlerini hak edebilelim. Allah ile insan ilişkisini şu cümle ile özetleyebiliriz: Yaratıcıdan kullara ilahi mesaj ve ilahi yardım; kuldan yaratıcıya bu mesaja gönül kulağını açmak ve yardıma layık olmak. Bu ise O’nu tanımak, O’nun ölçüleri doğrultusunda bir hayat yaşamak, kısaca dua ve kulluk yapmaktır.

“Ben insan ve cinleri, bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” (Zariyat 56), “Sizin duanız/kulluğunuz olmasa Rabbim sizi neylesin/size ne diye değer versin!” (Furkan 77) ayetlerinin vermek istediği mesaj da budur.

Allah kuluna çok daha yakındır. Hatta Cenabı Hakk’ın kendi beyanıyla, “Kuluna şah damarından daha da yakındır.”

Burada asıl nükte; kulun, Allah’a yakın olması için, Rabbinin bu yakınlığını bilmesi, O’na inanması, O’na göre yaşamasıdır. Bu yakınlığının en bariz ifadesi ise zikrullahtır. Nitekim kulun Rabbine en yakın olduğu secde hali dahil, bütün ibadetlerde zikrullah ve tespih hakimdir. Kul bu zikir lafızlarıyla Cenabı Hakk’ın tecellilerini celbeder. Umumi ve hususi manada nefs tezkiyesi ve insan terbiyesi de bu zikir ve tesbihatın lafızlarıyla Allah’ın cemal yahut celal tecellilerini celbetmek suretiyle mümkün olur. Dolayısıyla her zikir ve tespih lafzının ilahi bir tecellisi söz konusudur.

Nitekim insanlığı tezkiye ve irşada memur peygamber ve mürşidler, fertlerin seviyesine, nefsi ve ruhi durumlarına göre genel ibadetlerin yanı sıra özel manada zikir ve virdler tarif ederler. Kulun Rabbi ile olan dinamik bağı bu virdlerle daha da güçlenir ve kul arınmaya başlar. Vuslata doğru adım adım seyreder. “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim.” (Bakara 152) ayetinin sırrı tecelli etmeye başlar. 

Zikir, kulu yüce Rabbi’ne yaklaştırır. İnsanın marifet ve muhabbetini artırır, manevi derecesini yükseltir. İhlasla yapılan zikir kul ile Rabbi arasındaki perde ve engelleri kaldırır. Aynı zamanda kalbin cilasıdır, onu manevi kirlerden temizler, içindeki gafleti yok eder. Kalp, zikrin nurları ile aydınlanır ve parlar. Zikirle gelen nur insanın bütün vücuduna yayılır, her organ ondan bir pay alır, nurlanır; böylece de bütün vücut Allah sevgisiyle tatlanır. Zikir nurları içinde kaybolan kimsenin yüzü güzel, sözü tatlı olur. Bakışı feyiz akıtır, gülüşü huzur verir. Her hali hayrı yansıtır. Bu kimse Allah’ın yeryüzündeki canlı şahididir. Kendisine bakana Allah’ı hatırlatır.

Allah Teala: “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d 28) buyuruyor. Mutmain olmak; sakinleşmek, emin olmak, huzura kavuşmak demektir. Bu hal insanın, sonu gelmeyen, yoran istek ve arzularının, cevapsız sorularının sona erdiği, mutluluğa ve sükunete ulaştığı yerdir. Yine kalp için Rasulullah (sav) şöyle buyurur: “İnsanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte o et parçası kalptir.”

Demek ki kalp insanda merkezi bir konuma sahiptir. O düzelmedikçe insanın düzelmesi mümkün değildir. Kalbin düzelmesinin tek yolu da zikretmektir. İşte buradaki zikir kalbin sürekli Allah (cc) ile irtibatlı olmasıdır. Yerken içerken, evde işte, alışverişte hatta uyurken kalp daima Allah ile birlikte olması... Bu haldeki kişi nereye baksa ilahi bir hikmet görür. Yaptığı gündelik işlerde bile kalbinde hep Allah vardır. Dükkanı açarken bereketi düşünür, işçisinin hakkını gözetir, konuşurken kalp kırmaktan, gıybet etmekten çekine çekine konuşur. Attığı her adımda, aldığı her nefeste daha iyisini yapma arzusu ve hata yapma korkusu vardır. Kısaca işin özü kalp O’nunlaysa her iş zikir, her an ibadet ve huzur doludur.

Dünya hayatı ahiretin sermayesidir. Vakitleri devamlı olarak Allah’ın zikriyle değerlendirmek gerekir. Hangi iş olursa olsun, Hak Teala gönülde tutularak, dinin emri uyarınca işleniyorsa zikre dahildir. Zaten Rabbimiz Allah (cc) biz kullarını yaratırkenki muradı da hep hatırlanmak bir an bile hatırdan çıkmamaktır. 

Zikirden asıl maksat Rabbimizin çizdiği sınırlara en güzel şekilde uyulması için dikkat ve direnç kazanmaktır. İnsan yaratıcısını hatırlamazsa elbette yaptığı şeyler dikkat etmez, kaale alınmaz. Çünkü ilahi iradeyi hesaba katmadığı için, Rabbinin güzel adlarını değil kendi bildiğini, nefsinin talim ettiklerini okur. İçinde bulunduğu duruma ve hislerine göre hareket eder, dolayısıyla kendini ilahi terazide sınama ihtiyacı duymaz.

Halbuki zikir vesilesiyle insan gönlünde sürekli Rabbini taşısa yavaş yavaş günahlardan uzaklaşır ve hatırladığı şeyler onu hep daha güzel davranmaya sevk eder. Aksi takdirde insan ne ile meşgul ise o tarafından işgal olur. Gönülde zikir değil nefsi arzu ve istekler dolu ise insanın meşguliyeti de fani arzu ve istekler olacaktır.

Zikirde amaç Allah’ı hatırımızdan çıkarmamak olsa da bu makama ulaşmanın yolu Allah’ın isimlerini söylemekten geçer. Zaten zikir kelimesinin anlamlarından biri de budur. Araf suresinde “Rabbini gönlünden korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam zikret, gafillerden olma.” buyrulur.

Zikrin sevabı ve fazileti konusunda çok fazla ayet ve hadisin gelmesi, onun müminler için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Zikirle kalplerini ihya eden Allah dostları, nimet ve faydalarını bizzat müşahede ettikleri için bu ibadeti bütün insanlara şiddetle tavsiye etmişlerdir. Zikir kulun yüce Rabbi ile beraber olmasına vesiledir. Allah dostları; bir insanın Allah’ı zikretmesinin bundan başka faydası olmasa bile, bu müjdenin zikrin şeref ve faziletini anlatmaya, insanı zikre koşturmaya yeterli olacağını belirtir.

Rasulullah Efendimiz ashabına bir gün: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oradan bolca istifade edin; içine girin, yiyin için.” buyurur. Orada bulunanlar “Bu cennet bahçeleri neresidir?” diye sorduğunda ise Efendimiz: “Zikir halkalarıdır.” der. Efendimiz’in işaret ettiği bu zikir bahçelerinde, ilahi aşk, muhabbet, rahmet, sekinet, nur, ihlas, edep, tevbe, gözyaşı, sevgi, feyiz, meleklerin teşrifi, istiğfarı ve hayır duası gibi manevi meyveler mevcuttur. Bu nimetlerden elde etmek isteyen herkes o bahçeye koşmalıdır. Zikir vuslat yoludur.

Zikir manevi zevk kapılarını açar. Kul, zikir sayesinde Allah (cc) ile özel sohbet ve muhabbet eder. Allah zikredenin en yakın dostu olur. Kalbini şenlendirir, onu doyumsuz ve benzersiz zevklere ulaştırır. Allah Dostlarından İbrahim b. Edhem (ra) bu zevki şöyle tarif eder: “Yüce Rabbim kendisini seven ve çokça zikreden dostlarının kalbine öyle bir zevk koymuştur ki, eğer dünya sultanları bunun ne kadar tatlı olduğunu bilselerdi, onu ele geçirmek için bütün ordularıyla ariflerin kalbine hücum ederlerdi. Ancak Allah dostları onu gizlerler, dünya sultanları ise ondan habersizdirler.”

Susuz balığın öldüğü gibi, zikirsiz kalp de bir bakıma ölür. Kalbi ölen bir insandan ise hayırlı ve tatlı işler çıkmaz. Böyle bir insan nefsinin ve şeytanın kolayca esiri olur. Şeytanı kalbimizden, işimiz, evimiz, ailemiz, çocuklarımız ve soframızdan uzaklaştırmak istiyorsak, bunun tek yolunun ihlasla zikretmek olduğunu bilmeliyiz. Kötülüklere karşı en sağlam kale olan zikir insanı haramlardan kurtarır.

Zikirle meşgul olan bir kalp ve dil, gıybet, yalan, laf taşıma, fitne yayma gibi haram ve boş işlere vakit bulamaz. İbadet, hizmet ve zikir ile meşgul olmayan kimsenin boş işlerden korunması da mümkün değildir. Kalbe gelen günah arzularını zikirle söndürme ve hayra yönlendirme imkanı vardır. Zikir ile desteklenen kalp iyiyi kötüyü fark eder.

Zikir mahşer gününe zafer biletidir. Allah mahşerde zikir ehlini özel himayesine alır, rahmet gölgesinde gölgelendirir. Rasulullah Efendimiz’in (sav) müjdelediği gibi, Allah Teala’yı çokça zikreden erkek ve kadınların hesabı kolay olur. Zikir insanı en büyük felaket olan cehennem ateşinden korur. Zira Rasulullah Efendimiz insanı ateşten kurtaracak en güzel amelin zikir olduğunu müjdelemiştir.

Allah, müminleri kalplerine yerleşen Kelime-i tevhid ve zikir üzere dünya ve ahirette sabit tutacağını haber vermiştir (İbrahim 27) Kulun yüce Rabbini zikretmesi öyle büyük bir sermayedir ki, ömründe bir kere olsun samimi olarak “Lâ ilâhe illallah” diyen kimse, bu zikrin bereketine ebedi ateşte kalmayıp cennete girecektir. Zikre ait bu müjdeler herkes içindir. Erkek-kadın, genç-ihtiyar, fakir-zengin herkes bu nimetlere davet edilmiştir. Kul kalbi ve dili ile ne kadar zikir çeker ve buna devam ederse o derece ilahi ikram ve müjdelere ulaşır. Allah dostları iman ve namazdan sonra en fazla zikrin üzerinde durmuşlardır. Çünkü onlar zikirle elde edilecek nimetleri bizzat tatmışlar, onun kalp hastalıklarına kesin ilaç olduğunu görmüşler ve zikri herkese tavsiye etmişlerdir.

İnsan ve cin şeytanlarının hile, vesvese ve kötülüklerinden korunmanın en güzel yolu sürekli zikir halinde olmaktır. Zikir kalesine giren kimse emniyette olur. Bunun için günlük vird, ders ve hizmetlerine edebince devam eden kimseye büyü, sihir, vesvese gibi şeyler kolay kolay zarar vermez.

Kısaca, Allah’ı zikir kalbin hayatı, tadı, ilacı, gıdası, cilasıdır. Zikirsiz kalp zayıflar, hastalanır, kararır, kapanır, katılaşır ve sonunda manen ölür. Bu halden Yüce Allah’a sığınmak gerekir. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi:

“Zikir kulun Rabbi ile barışık olmasıdır. Aididiyet, meşruiyet zikrimiz kadardır, zikrimiz ile belli olur. Yaptıklarımız içerisinde Allah’ın bizdeki değeri ne ise biz de Rabbimiz indinde o kadar değerliyiz. Biz Rabbimizi unutursak, O’da bizi unutacaktır.”

Netice olarak; zikir, kulluk borcumuzdur. Her fırsatta, her vesile ile Allah’ı anmalı, gafillerden, Allah’ı unutanlardan olunmamalıdır. Allah’ı unutmak, nankörlüktür. Rabbim, kendini anan ve anılanlardan etsin.

 

Yazar: Yusuf-i Kenân

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort