JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Vhdt Allaha giden yollar

Allah'a Giden Yollar Mahlukatın Nefesleri Adedincedir - Vahdettin ŞİMŞEK 

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Allah'a Giden Yollar Mahlukatın Nefesleri Adedincedir

 

“Sana da (ey Muhammed!) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab’ı (Kur’an) hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.” (Maide 48)

Muhterem kardeşlerim, dergimizin bu sayısında sizlerle bir hadisi şerifin içerdiği manayı sohbetleşmeye çalışacağız.

Kainatın Efendisi, yaratılmışların en hayırlısı ve mükemmeli olan yüce Peygamberimiz (sav) buyuruyorlar ki: “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” Bu hadisi şerif İslam’ın anlaşılmasında ve yaşanmasında müslümanlar için muazzam bir genişlik sunarken, tecdide ve içtihada da kolaylık kapılarını açmaktadır. 

Şurası muhakkaktır ki, İslam dini Allah’ın Peygamberi vasıtasıyla bizlere bildirdiği değişmez, değiştirilemez bir vaaz-ı ilahidir. O ilahi vaazın içerisinden bir harf bile değiştirme hakkımız yoktur. O (cc) Kitab-ı Kerim’inde bize ne buyurmuşsa bize sadece “Âmenna ve saddakna” demek düşer. Bu noktada bir değişiklik, farklı düşünce elbette mümkün değildir. 

Fakat insanların anlayış kabiliyetlerine göre akidede sapkınlık olmamak kaydıyla, Efendimiz’in sünneti seniyyesini örnek alarak ve bölgelerde uygulanan meşru örfleri inceleyerek farklı anlayışlara ulaşmalarında bir mahsur görülmemiştir. Bu anlayışlar başlangıçta mezhebleri ortaya çıkarmıştır. Ashabı kiramdan tabiin hazeratı, onlardan da kendilerine tabi olan ulemayı izam hazeratı önce fıkıhla yani müslümanların yaşantılarını ilgilendiren meselelerde içtihat etmişlerdir. Daha sonraki zamanlar da ise itikadi meselelerde ayrılmalar olduğundan dolayı itikadi konularda içtihat edilmiştir. Halkın İslam’ı yaşamadaki ihtiyaçları arttıkça değişik müesseseler, camialar yine ulemayı izam ve sulehayı kiram hazeratının öncülüğünde kurulmuştur. Bunlar daha çok tasavvufi ekoller olarak neşvü nema bulmuştur. 

İşte bu meşru çeşitliliklerin kaynağı olarak Efendimiz’in konumuzu teşkil eden hadisi şerifi olmuştur. Konunun açıklığa kavuşması açısından büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ksa) görüşlerine başvurduk. Buyurdular ki; “Şimdi hadisi şeriften anladığımız meşru olan meslekler, meşrepler, mezhepler Allah’ın rızasını kazanmaya, Allah’a yaklaşmaya bir vesile olabilir. Bu yüzden vesilelerde de taassup sahibi olmak yani sadece bununla olur, sadece şununla olur, böyle taassup sahibi olmak kişiyi neticeye ulaştırmayacağına inanıyorum. Cenabı Hak Sure-i Maide’de de bunu bildiriyor: “Dileseydik biz bütün insanlığı bir ümmet olarak ve bir millet olarak, bir dine şeriata bağlı bir ümmet bir millet olarak yaratabilirdik. Ama biz her ümmete, her millete bir şeriat va’z ederek o şeriatler içinde de onlara bir kolaylık olarak meşrebler, meslekler ve mezhepler lutfederek onların imtihanlarını kolaylaştırdık.” buyuruyor. Bu da bize vesilelerin ne kadar çok olduğunu gösteriyor. Yani bu anlamda din bir vesiledir. İnsanların Allah’a ulaşmasında dolayısıyla dinin içinden süzülüp gelen dinin o hududunu, ruhunu bozmayan her güzel şey Allah’a ulaştırır. Yeter ki insan ifrat ve tefritten uzak dursun. Kur’an ve sünneti iyi anlayabilsin. Yapacağı her şeyi Hakk’a ulaşabilmek için kullanabilsin. Yani rıza dairesinde, lika dairesinde kullanabilsin. İnsanın bazen bu anlamda günahı bile onu Allah’a ulaştırabiliyor. Eğer o günahın ardında samimi bir tevbe varsa, nedamet varsa, pişmanlık varsa, ikrah varsa o günahı bile hazreti Âdem misali onun Allah’a ulaşmasına vesile olabilir.”

Allahu Teala’ya bu manada nihayetsiz şükretmemiz gerekir. Ayeti kerimede de buyrulduğu gibi Rabbimiz hazretleri bizden tek tip insan olmamızı isteseydi, belki de bizler bunu kaldıramayabilirdik. Aslında ümmeti Muhammed’e Cenabı Hakk’ın Efendimiz’den sonra en büyük ikramı O’nun varisleri olan her biri büyük velayet derecelerinde ulemayı izam hazeratıdır. O büyük zatlar ümmeti Muhammed’in en küçükten en büyüğe kadar bütün ihtiyaçlarını karşılayacak meseleleri düşünmüşler, onlar üzerinde çalışmışlar ve en kolay bir şekilde bizlere sunmuşlardır. İşte aslında bu Cenabı Hakk’ın dinini muhafazasının en büyük delilidir. Hiç bir müslüman diyemez ki benim bir meselem vardı da İslam alimlerinin fikirleri veya eserleri arasında buna cevap bulamadım. Bu mümkün değildir. Bin dört yüz küsur yıldır İslam’a tabi olmuş ve ehli sünnet anlayışları içinde kalmış bütün müminlerin ihtiyaçlarını bu peygamber varisi alimlerimiz karşılamışlardır.

İşte bu manada coğrafyaların değişik olması, fıtratların farklılığı, kaynaklara ulaşabilme açısından ümmet farklı mezheblere, meşreblere, mesleklere yönelmişlerdir. Bunlar bizim meşru çeşitliliğimizdir. Büyüğümüzün buyurduğu üzere bizim kanaatimiz odur ki, bu hadisi şerif genel manada bunu izah etmektedir. Kur’an ve sünnet çerçevesi dışına çıkılmadığı müddetçe ümmeti Muhammed, mahlûkatın nefesleri adedince de olsa farklı anlayışlarla, Allah’a giden yollar ihdas edebilir. Burada dikkat edilmesi gereken taassuba düşmemektir. Yani tek doğru benimkisidir dememektir. Zaten aksini düşünmekte hele de günümüzde taassuptan da öte ham yobazlık olur. İki milyara yakın müslümanın yaşadığı bir ortamda herkes benim gibi olacak demek ahmaklık olur, kanaatindeyiz. 

Bunu söylerken hiçbir ekol diğerleriyle alışveriş yapmaz anlamında da anlamamak lazımdır. Fikirlerimizi, düşüncelerimizi, birbirimizle paylaşmalıyız. Olabilir ki, doğru bildiğimiz bir fikrimizi kardeşimizin bize öğüt vermesi neticesinde tashih edebiliriz. Ya da kardeşimizin yanlış bildiği bir anlayışı ona izah ederek onu ikna edersek, müminin mümin üzerindeki haklarından olan hakkı tavsiye vazifemizi de yerine getirmiş oluruz. 

Fakat bugün maalesef bazı müslüman gruplar fikirleri değişir korkusuyla kendi bağlılarından olanları diğer müslümanların yanına göndermiyorlar. Bütün meselelerini kişi sayısına bağlayan bu anlayışlar günümüzde gerçek İslam mefkûresinin yayılmasına maalesef engel olmaktadırlar. 

Özellikle fedakarlığın, mahviyetin, kardeşinin nefsinin kendi nefsinden önce tutulduğu anlayışının talim ve tatbik ettirildiği tasavvuf yolunda bu ben merkezli fikirlerin olması daha da yaralayıcı olmaktadır. İşte asıl bu noktada Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir emr-i Peygamberîsi önem arz etmektedir. Çünkü biz inanıyoruz ki, evliyaullah hazeratının her birinin Allahu Teala (cc) ile farklı bir yakınlığı vardır. Mümin bunlardan meşrebine uyan birisiyle yakınlık kurarak direkt olarak Rabbi ile yakınlaşmış olur. İşte her insanın kabiliyetine ve fıtratına uygun olarak Cenabı Hak ile yakınlık kurması bu yolla mümkün olur. Yaradılış gayemiz Allah’a kulluk ve nihayetinde ona kavuşmak olduğuna göre asgari ayrılıklarımızı ön plana çıkarmamız doğru olmaz kanaatindeyiz.

Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız!” (Müslim, İman, 93-94) buyuruyorlar. Bakınız burada Efendimiz hiçbir müslümanı ayırt etmiyor. İmanın şartını müslümanların birbirini sevmesine bağlıyor. Baştan beri izah etmeye çalışıyoruz. Rabbimiz bizleri, farklı ırklarda, renklerde, fıtratlarda, meşreplerde yarattı. Bunun manası şudur ki, farklı anlayışlarımız mutlaka olacaktır. Bu İslam’ında mükemmel anlaşılmasına sebep olacaktır ve olmuştur. Önemli olan birbirimizi gerçekten sevebilmemizdir.

 Seversek tahammül gösteririz, seversek kusurlarımızı görmeyiz. Müslümanların hepsinin sürekli dillendirdiği “İslam birliği” sadece devletlerin birbiriyle anlaşmasıyla olmaz, kanaatindeyiz. Önce gönüllerde “İslam kardeşliğini” oluşturmalıyız ki, Rabbimiz celle ve âla hazretleri de bizlerin arasındaki suni sınırları kaldırsın. Bugünkü birbirimize bakışımızla kurulacak bir hilafeti önce kendimizin yıkacağına inanıyoruz. 

Bunun içindir ki, Allah’a giden yolların çokluğu bir adetullahtır. Bunu bozmaya kimsenin Hakk’ı olamaz. Rabbimiz celle celaluh yarattığı her insana mübarek ruhundan üflediğini buyuruyor. Her insanın içinde bir sırrı ilahi saklıdır. Bunun farkına varan her insan O’nun sıfatlarının tecellileriyle O’na farklı bir cepheden yakınlaşabilir. Dolayısıyla her türlü meşru çeşitliliği anlayamasak da kabullenmek zorundayız. Anlayamadığımız birçok güzelliği onların anlayıp farklı bir yoldan Rabbimizi razı ve hoşnut ettiğini düşünelim ve onları öylece kabullenelim. Birbirimizi ihmal etmeyelim. Sürekli ziyaretleşelim. Ümmeti Muhammed’in dertlerini konuşup, çözüm yolları üretelim.

Netice olarak bilelim ki, bizim birbirimizle “bir binanın tuğlaları gibi olmamız” Rabbimizin rahmet ve merhametini cûşa getirip bizlere zafer kapılarını açabilir. Ehli küfrün elindekileri alıp asıl sahibi olan müminlere iade edebilir. Bunlar Hâlık-ı Zülcelal Hazretleri için zor değildir.

“O’nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da oluverir.” (Yâsin 82)

Rabbimizin ümmeti Muhammedi İslam davası etrafında toplamasını ve her bir müminin mümin kardeşi hakkında sevgi beslemesini niyaz ederek, hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

zumer 53 55

Allah'a Giden Yollar Mahlukatın Nefesleri Adedincedir - Andelib

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Allah'a Giden Yollar Mahlukatın Nefesleri Adedincedir

 

İnsan Hak’ta Hak insanda,
Arıyorsan bak insanda,
Her marifet var insanda,
Mademki ben bir insanım.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Kapkaranlık bir gecede, kapkara bir taşın üstündeki kapkara bir karıncayı gören Rabbimiz; hiçbir yaprağın dahi izinsiz sallanmayacağı bir kudrete sahip Hâlıkımız; gönlümüzdekini bilen Mevlamız bize şah damarımızdan daha yakındır.

Allahımız bize bizden yakın iken biz O’nu nerelerde arıyoruz? “Ara sende bul sende.” buyurmuş büyüklerimiz. Kendinde bulamayan nerede bulacak bu hakikati, irfanı, marifeti? İnsan bu dünyaya kulluk etmek için gönderildi. Allah’ı (cc) tanımak, bilmek ve O’na kulluk etmek bütün insanların en önemli ve hayatında ilk sırada olması gereken meselesidir. Bazıları insanlığa faydalı bazı şeyler yapsa da Allah’a (cc) kulluk konusunda gereken hassasiyeti göstermedikleri için mahvolup gittiler bu dünyadan. 

Sadece ten gözlerinin gördüğüne ve akıllarının kavradığı şeylere inandığını söyleyen insanlar aslında kendilerini kandırmaktadır. Kendilerine baksalar, alemleri/kainatı inceleseler hakikati anlayacaklar. Yaptıkları robotların köşeli, sınırlı hareketleri karşısında taparcasına secde edenler; Allah’ın (cc) yaptıklarına tesadüf diyorlar ya aslında kendi akıllarıyla oynuyorlar. Firavun’un sihirbazları kendi yaptıkları sihir karşısında hakikati görünce iman ettiler ve çaprazlama kesilse de el ve ayakları imanlarından vazgeçmediler. 

“Allah, her an bir iş üzerindedir.” (Rahman 29) buyurmuş yüce Mevlamız. Allah her an yaratma halindedir. O öyle bir kudrete sahiptir ki, yarattığını her seferinde farklı yaratır. Kendimize bakalım. Seslerimiz, gözlerimiz, parmak izlerimiz, genlerimiz… Birbirimize benzesek de ne kadar farklıyız aslında. Hepimiz, Allah’ın yaratma kudretinin müthiş tezahürleriyiz. 

Allah (cc) kainatı yaratmış, ama başıboş bırakmamıştır. Allah kainata bir an nazar etmese her şey mahvolur. Her şeyi müthiş bir düzen ve intizam içinde yaratan Rabbimiz, bizleri kendine kulluğa davet etmektedir. “Allah’a gelin, Allah’a koşun!” daveti bezm-i elestte başlayıp kıyamete kadar devam edecektir. Allah (cc) bütün kapılarını, yollarını insanlığa açmıştır. “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” buyrulmuş. Hiçbir insanın Allah’a (cc) inanma hususunda bir mazereti olamaz. Düşünen her insan kendini yaratan yüce kudreti bilip O’na inanacaktır. 

Allah (cc) insana yollarını açmıştır. Kendine yaklaşana misliyle karşılık vermiştir. Bir adım atana on adım, yürüyene koşarak karşılık vermiştir. Niyetinde Allah’a dönme isteği olan kuluna Allah (cc) yardım etmiştir. Yüz kişiyi öldürdükten sonra tevbe edip Allah’a kul olmak isteyen kişi; yaşadığı beldeyi değiştirip salih insanların yanına giderken yolda ölünce, onu rahmet meleklerine aldırmıştır. Niyetinde Allah’a (cc) yönelen ve bu uğurda yola koyulan kulunu Cenab-ı Hak boş çevirmemiştir. Hz. Hamza’yı (ra) şehit eden Vahşi müslüman olmak ister, ama tevbesinin kabul edileceğinden kaygılıdır. Allah (cc) Hz. Vahşi’nin (ra) tevbesinin kabul edileceğini üç ayetle Peygamber Efendimiz’e (sav) bildirmiştir. “De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53) ayeti bütün kullara Rahman’ın bir müjdesi olmuştur. 

Peygamber çocuğu isyan ederken, Firavun’un hanımı iman etmiştir. İman uzaktan gelenlere nasip olurken yanı başındakilere nasip olmamıştır. 

Günümüzde de nice insanlar karanlık yollardan nura kavuşurken, niceleri de nurlu yollardan karanlığa saplanmışlardır. 

Kendimizi hesaba çekmeliyiz. Yolumuz nereye gidiyor? Mahlukatın nefesleri adedince Allah’a yol varken bizim yolumuz nefsin, şeytanın yolu mu yoksa Cenabı Hakk’a giden yol mu? Bu öyle çok zor bir soru değil. Üç bilinmeyenli denklem, türev, integral, logaritma sorusu hiç değil. 2+2 kaç eder gibi kolay bir soru. Hayatımıza, duygularımıza, düşüncelerimize bakmak yeterli. Hayatımızda Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına ne kadar uyuyoruz? Sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyler; arzularımız ve isteklerimiz neler? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar yolumuzun yönünü belirleyecektir. Kimini yolu Allah’a (cc) giden aydınlık bir yodur, kiminin yolu da nefsin ve şeytanın kapkaranlık yoludur. 

Şu üç günlük dünyada Allah’ı (cc) razı etmek, Peygamber Efendimiz’in (sav) sevdiği ve arzuladığı ümmet olmak varken neden nefsin ve şeytanın yolunu tercih edelim? Bizi dostumuz ve düşmanımız davet etse hangisine gideriz?

İnsan çabuk unutuyor, çabuk gaflete düşüyor. Yüce Mevlamız Kur’an’da öyle buyuruyor: ”Gemiye bindikleri zaman, dini O’na halis kılarak Allah’a dua ederler. Fakat, onları karaya çıkarıp kurtardığımız zaman, onlar hemen şirk koşarlar.” (Ankebut 65)

Bugün inançsız, ateist dediğimiz insanlar bile havada uçaktayken bir sarsıntı geçirse veya deprem anında Allah’a (cc) yöneliyor. Bizler karadayken kendimizi güvende hissettiğimizde ne haldeyiz?

Bazılarımız da ne nefsin arzularından ne de İslam’dan vazgeçiyor. Hayatının bir kısmını dine, bir kısmını nefsin arzularına ayırmaya devam ediyor. Başörtüsü yasakları kalkmasına rağmen namaz kılıp ama başını örtmeyen birçok bayan var. İmam-hatip ortaokulunda dinine duyarlı bazı öğrenciler tesettürlü olmayan öğretmenlerine bu konuda birkaç şey söylerler. Öğretmen güzel görünmek istediğinden böyle olduğunu söyler. Allah’ın (cc) emri beni çirkin gösteriyor, demeye getiriyor adeta. Ramazanda oruç tutup namaz kılmayan; “Ya Rabbi, sadece oruç olsaydı; namazı da neden emrettin?” demek mi istiyor… Onlara sorsan böyle düşünmekten bile korktuklarını söylerler, ama lisanı halleri bunu söylüyor adeta… Dikkat edelim müslümanlar; yapmadığımız emirler, uymadığımız yasaklarla biz de benzer durumlara düşebiliriz.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) meşhur bir sözü var: “Ben hiç olmazsa mezhebinden değilim, benim mezhebim ya hep ya hiçtir.” 

Hayatımızın her alanını Cenabı Hakk’ın emir ve yasaklarına göre tanzim etmemiz gerekiyor. Müslüman hiç hata etmez, günah işlemez demiyoruz. Gaflete düşse de günah işlese de bunda ısrar etmez. Hemen tevbe edip iyiliklere yönelir. 

İnsanın yıllarca arzularını yerine getirerek büyüttüğü nefsi ve dünyevileşen aklı , ona dinin bazı emir ve yasaklarını mantığıyla reddettirebilir. Böyle belirsizliklerden ve karmaşadan kurtulmak için müslümanların ilmine güvendiği, ihlaslı, samimi, sırat-ı müstakim üzere yaşayan salih müslümanların yollarına uymaları gerekir. 

Peygamber Efendimiz (sav) , ashabını gökteki yıldızlara benzetmiş ve hangisine uysak yolumuzu bulacağımızı bize bildirmiştir. Ashabın izini takip eden tabiin ve onları da takip eden tebeuttabiin ve onların da yolunu takip edenler… 

Mezhepler; müslümanların hayatlarını İslam üzere yaşama ihtiyaçlarından doğmuştur. Mezhep, gidilen yol anlamındadır. Tarikat de gidilen yol anlamında. Allah’a (cc) gidilen yolda insan ihlaslı ve takvalı olmalıdır. Tasavvuf; insanın seyrinde ihlaslı ve takvalı olmanın usulünü öğretir bize. 

Allah’a (cc) yolculuğunda nimete ulaşanlar, rızaya ulaşanlar diğer müslümanlara örnek olmuşlardır. Onlar bu yolda sabredip Hakk’ın rızasına ulaşmışlardır. Cenabı Hak Fatiha Suresi’nde nimet verilenlerin yoluna uymamızı dua mahiyetinde bize bildirmiştir. Başka bir ayette de nimet verilenlerin “peygamberler, sıddıkler, şehidler ve salihler” olarak bize haber vermiştir. Bizler de o nimet verilenlerin yoluna uyarsak Hakk’ın rızasına ulaşanlardan oluruz. 

Hâce Hazretleri (ksa; “İman, ilim ve aşk mahluk değildir.” buyuruyor. Bunlar Hakk’ın zatından gelen şeylerdir. İnsanın Hakk’a yolculuğunda iman, ilim ve aşk önemlidir. Allah’a (cc) gidilen yollar mahlukatın nefesleri adedincedir, buyrulmuş. Kimin ki bu yolculuğunda iman, ilim ve aşk olmazsa bu yol onu maksuduna ulaştırmaz. 

Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir; bizi de sevdiklerine sevdir. Bizi sevdiklerinin yolundan ayırma.

Amin.

 

Yazar: Andelib

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:41

ALİ BENDENDİR!

alibendendir

Ali Bendendir! - Sâlik-i İrfân

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Ali Bendendir!

 

Elhamdulillah, elhamdulillah…

Elhamdulillahi Rabbil alemin. Bizleri oruç günlerine, bayrama eriştiren Mevlamıza hamd ve senalar olsun. 

Salat ve selamlar ise Cenabı Mevlamızın bizlere en güzel hediyesi Sahibimiz, Efendimiz Ahmed-i Mahmud Muhammed Mustafa (sav) Hazretlerine olsun.

Bizim için en önemli gün, içinde bulunduğumuz gündür. Bizim için en önemli şey, bizim yaptığımız şeydir. Haberleşmenin, bilgi edinmenin müthiş bir hızla yayıldığı bir dönemde hayatımıza giren ve bizi meşgul eden o kadar çok ve önemsiz şey var ki!.. Dünyanın bir ucunda yaşanmış abuk sabuk bin bir hadise aynı anda gündemimize girebiliyor. Zihnimize ve kalbimize musallat olan onca şey, Rabbimize arı, duru, temiz bir yönelişe engel oluyor. 

Kimseyi suçlayamayız. Cenabı Mevlamızın bizlere takdir ettiği bir ömrü yaşıyoruz. Ne sahabe dönemini ne Selçuklu, Osmanlı dönemini gördük. Bize takdir edilen bir ömürde; bu bedene, zihne, kalbe, kadere… sahibiz. Cenabı Mevlamızın -haşa- bize gadretmesi söz konusu değildir. Belki, Efendimiz’in (sav) emrettiği şeylerin onda birini yaptığımızda bizleri bağrına basacağı ümmet günlerindeyiz. Öyleyse bu durumu avantaja dönüştürmeliyiz. Bugün ihlasla yapılan az bir amel büyük karşılıklar görebilir. 

Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) varisi olan insanı kamil bizim için Nuh’un (as) gemisi gibidir. Onların sohbeti, nazarı, tasarrufu bizim gönül ve zihin toprağımızı ayrık otlarından ayıklayıp Rabbanî, Nebevî tohumlar ekebilir. Harap olmuş gönül bahçemizi bir gül bahçesine çevirebilir. Hz. Mevlana’nın buyurduğu üzere: “Gül yoksa da gülün suyu vardır.” 

Ramazan, oruç günleri kendi içimize dönme zamanları. Kendi iç haraplığımızı fark etmek işin başlangıç noktası. “Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz.” denilmiştir. Noksanlarımız, gaflet ve günahlarımızı tespit Cenabı Mevlamıza doğru adım atmanın en önemli merhalesi. İşte bu ihtiyaç bizi insanı kamile götürecek ve onun yanında durabilmeyi sağlayacak. Öğrendikçe cahilliğimizi anlayacağız. Gerçi Büyüğümüz Hâce Hazretleri, cahilliği mümine yakıştırmayarak: “Mümin bildiğinin alimi, bilmediğinin talibidir. Mümin cahil olmaz.” buyurmuşlardı. “Bildiğin alimi, bilmediğinin talibi” iki kelimeyle bütün bir hayatı özetleyebilmek Peygamber Efendimiz’in (sav) cevamiu’l-kelim özelliğinin bir yansıması. “Az kelime ile çok manalar ifade edebilmek” Efendimiz’in (sav) müşrikleri hayrette bırakan bir yönü. Hele Kur’an-ı Kerim’de bu icaz sanatı başlı başına incelenmesi gereken ayrı bir konu. Kur’an-ı Mûcizu’l-Beyan yani insanı acze düşüren, kendine hayran eden bu yönüyle ilgili Rabbimiz: “Yoksa, onu (Peygamber) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sure getirin.” (Yunus 38) ifadesiyle zaten son noktayı koymuş. 

Yukarıda geçen “bildiğinin alimi” ifadesini Hâce Hazretleri başka bir zamanda “bildiğinin amili” şeklinde buyurmuşlardı ki bu da ayrı bir anlam açılımı getiriyor. Mümin bildikleriyle amel eder, salih amel işlemek için öğrenir.

Yazımızın başında hamd kelimesini tekrar etmemiz dikkatinizi çekmiş olabilir. Oruç günlerine, bayrama erişebilmek konusuna biraz yoğunlaşınca ne kadar hamd etsek, şükretsek azdır diye düşünüyoruz. Cenabı Mevlamız milletimize, ümmetimize sıhhat selamet, izzet ve kudret lütfeylesin. Zahirde bu sürecin yaşandığını görüyoruz. Mevla bizleri o günlerin kemaline eriştirsin. 

Evet, yoluna kurban olduğumuz, ayağının tozu bize sürme olası, ehli beytin babası Hz. Ali (ra) efendimizden alıntılar yapmaya, ibretler almaya devam ediyoruz:

Hz. Cabir’den (ra):

Uhud günü savaş bittikten sonra Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın (r.anha) yanına girerek: 

“Gözünü sevdiğim şu kılıcımı al, Ben korkudan titreyen şerefsiz bir kimse değilim, Ben Ahmed’in yardımında ve kullarının niyetini bilen, Bir Rabbin hoşnutluğu uğrunda büyük bir hüner gösterdim.” mealindeki iki beyitlik bir kaside okudu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona: “Yalnız sen hüner göstermedin. Sehl b. Huneyf, İbnü’s-Sımme ve falan adam da hüner gösterdiler.” buyurdu. Cibril (as) ise: “Ya Muhammed! Baban başı hakkı için bu; Ali’nin hakkını başkaları ile paylaştırmaktan başka bir şey değildir.” dedi. Peygamber Efendimiz: “Bir şey olmaz Ali (yabancı değil) Bendendir!” dedi. Hz. Cibril de: “Ben de sizdenim.” dedi. (Heysemî, c. 6, s. 122)

Ebu Abdurrahman es-Sülemî’den (ra): “Ali ile birlikte Sıffın Savaşı’nda bulunuyorduk. Kendisini herhangi bir tehlikeye atmasın diye yanında iki kişiyi bırakmıştık. Karşı tarafın bir gaflete daldığını görünce hemen onlara hücûm ediyor ve kılıcını kana boyamadıkça dönmüyordu. Dönerken de: “Beni mazur görün. Zira kılıcım körleştiği için dönmek zorunda kaldım.” derdi.” (Hakim c.3, s.394)

Cebele b. Hârise’den: “Peygamber Efendimiz bizzat savaşa girmediği zaman silahını ya Üsame’ye ya da Ali’ye verirdi.” (Heysemî c.5, s.283)

Adamın biri bir oğlunu kendi yerine savaşa göndermek için onu alıp Hz. Ali’ye getirdi. Hz. Ali: “Benim için bir yaşlının görüşlerinden istifade etmek, bir gencin savaşta bulunmasından iyidir.” dedi. (el-Kenz c.3, s.164)

Hz. Ali dedi ki: “Şimdiye kadar siz nasıl namaz kılıyorduysanız, bundan böyle de öylece kılın. Zira ben ihtilafı sevmem. Ta ki, benim arkadaşlarım ölünceye kadar onların zamanında nasıl ihtilaf çıkmadıysa ben de ölünceye kadar benim zamanımda da ihtilaf çıkmasın.” (el-Müntehab c.5, s.50)

Süleym b. Kays el-Amirî’den: “Hariciler taifesinin reislerinden Abdullah b. Kevva Hz. Ali’ye; sünnet, bid’at, cemaat ve cemaatten ayrılma kelimelerinden murad nedir, diye sordu. Hz. Ali: “Ey İbn Kevva, sen soruyu bellemişsin. Şu halde cevabını da anlayıp belle. Sünnet vallahi Hz. Muhammed’in sünnetidir. Bid’at, O’nun sünnetine aykırı olan şeylerdir. Cemaat az da olsalar, ehli hakkın bir şey üzerinde toplanmalarıdır. Cemaatten ayrılma ise çok da olsalar, ehli batılın bir şey üzerine birleşmeleridir.” dedi. (el-Kenz c.1,s.96)

Bir gün Hz. Ali’ye İbni Nebbac geldi ve: “Ya emire’l-müminin, beytülmal altın ve gümüşle doldu.” dedi. Hz. Ali: “Allah Allah demek öyle!” dedi ve İbni Nebbac’a dayanarak kalktı. Beytülmala geldi. “İşte bu müslümanların ganimetidir. Kim onu yerine vermezse pişman olur. Ey İbni Nebbac, bunu Kufe’dekilere dağıtmalıyım.” dedi. Halka nida ettirdi ve beytülmaldeki paranın hepsini halka dağıttı. Dağıtırken de: “Ey altınlar ve gümüşler gidin, benden başkasını aldatın.” diyordu. Hazinede ne bir dinar ne bir dirhem kalıncaya kadar böyle yaptı. Daha sonra orayı temizlemelerini emretti. Ve orada iki rekat namaz kıldı. 

Mücemmi et-Teymî der ki: “Hz. Ali kıyamet günü kendisine şahadet eder ümidiyle beytülmali süpürüyor, orada namaz kılıyor, orayı mescid gibi kullanıyordu.” (Hadislerle Müslümanlık, c.2, s. 814)

Küleyb anlatıyor: Hz. Ali’ye İsfahan’dan ganimet geldi. Hz. Ali bu ganimeti yedi kısma ayırdı. Bir de bütün ekmek vardı, onu da yediye bölerek her parçasını bir payın üzerine koydu. Sonra yedi kumandanını çağırdı. Aralarında kura çekerek bunları kumandanlarına verdi. (Beyhakî, 6/348)

İsa bin Abdullah el Haşimî’nin dedesi anlatıyor: Hz. Ali’ye kendisinden bir şeyler isteyen iki kadın geldi. Birisi Arap diğeri de onun cariyesiydi. Hz. Ali bunların her birine birer kür yiyecek, kırkar dirhem de para verilmesini emretti. Önce cariyeninkiler verildi. Cariye payını alarak gitti. Arap kadın “Ey müminlerin emiri! Ben Arap, o köle olduğu halde bana da ona verdiğin kadar veriyorsun.” dedi. Hz. Ali de: “Ben Aziz ve Celil olan Allah’ın kitabını inceledim. Orada Hz. İsmail’in torunlarının Hz. İshak torunlarına herhangi bir üstünlüğünün olduğunu görmedim.” dedi. (Beyhaki 6/349)

Ali bin Rebia anlatıyor: Cade bin Hübeyre Hz. Ali’ye gelerek: “Ey Müminlerin emiri, sana iki adam gelecek. Onlardan biri seni kendisinden ve ailesinden daha çok sever, diğeri ise seni boğazlamaya gücü yetse çekinmeden boğazlar. İlkini ikincisine tercih ederek hüküm verirsen iyi olur.” dedi. Hz. Ali eliyle Cade’nin göğsüne vurdu. “Onlar geldikleri takdirde ben bana düşeni yaparım, fakat kalplerinde olan şeyin hesabını Allah’a vereceklerdir.” dedi. (İbni Asakir Kenzü’l-Ummal, 3/166)

Esba bin Nebate anlatıyor: Hz. Ali ile beraber çarşıya çıktım. Esnaf kendilerine ayrılan yerleri değiştirmişti. Hz. Ali: “Bu ne hal?” diye sordu. Ona, esnaf kendileri için ayrılan yerlere uymadılar, dediler. Hz Ali: “Onların yeri burası değil miydi? Müslümanların çarşısı namaz kılanların saflarına benzer. Birinin hakkına tecavüz edenin o günkü kazancı hakkını gasp ettiği kimseye aittir. Meğer ki bundan vazgeçmiş ola.” dedi. (Ebu Ubeyd Kenzü’l-Ummal, 3/176)

Abdulvahid Dımaşkî anlatıyor: Havşeb Himyerî, Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’ye bir çağrıda bulunarak şöyle dedi: “Ey Ebu Talib oğlu bizimle savaştan vazgeç. Allah aşkına kanlarımız dökülmesin. Biz Irak’ını sana bırakalım, sen de Şam’ımızı bize bırak da müslümanların kanı akmasın.” dedi. Hz. Ali ise ona: “Olamaz! Ey ümmü Züleym oğlu! Yemin ederim ki eğer Allah’ın dininde buna müsamaha olduğunu bilsem bunu yapardım. Bu benim için de daha külfetsiz olurdu. Fakat müslümanlar İslam’ı hakim kılmak için müdafaa ve cihada muktedirken Allah’a isyan olunduğu zaman onların susmasını ve müsamaha göstermesini Allah hoş karşılamaz.” dedi. (İstiâb, 1/315)

Zeyd bin Vehb anlatıyor: Bir gün Hz. Ali insanlar arasında ayağı kalktı ve: “Bozduğu düzelmeyen, yaptığı bozulamayan Allah’a hamd olsun! Eğer O isteseydi yarattıklarından iki tanesi dahi ihtilafa düşmez, ümmet O’nun emirlerinden hiçbiri hakkında münakaşa etmez, lütuf gören kimseler kendilerine lütfedeni ve mazhar oldukları lütufları inkar etmezlerdi. Bizi ve bu (düşman) topluluğu, buraya kader sevk etmiş ve bu yerde bizi bir araya getirmiştir. Rabbimiz bizleri hem duymakta hem de görmektedir. Allah dilerse kahrı ile tecelli eder. Hakkı batıldan ayırır, zalime haddini bildirir. Hak yerini bulur fakat O dünyayı çalışma yeri, ahreti de kendi yanında devamlı kalınacak bir yurt kılmıştır. İnsanlar mükellef olacak ki kötülük yapanlar amellerinden dolayı cezalansınlar, iyilik yapanlar iyiliklerinin mükafatını alsınlar. 

Dikkat ediniz! Sizler yarın düşmanla karşı karşıya geleceksiniz bu sebeple gecenizi ibadetle ve Kur’an okumakla geçiriniz. Allahu Teala’ya size sabır vermesi ve sizi zafere ulaştırması için dua ve niyazda bulununuz. Düşmanlara karşı ciddiyetle ve azimle mücadele ediniz ve davanızda sadık olunuz!” dedi. (Taberî, 4/9) 

Cenabı Hak bizi Ali efendimize bağışlasın. Onun izinden, onun torunu olarak da Hâce Hazretlerinin sözünden ayırmasın.Amin velhamdulillahi Rabbil alemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:40

TAKLİTÇİLİK

Kim bir kavme benzerse

Taklitçilik - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Taklitçilik

 

Geçerli tek dava olan İslam’ı özümseyememenin ve tam manasıyla hayata tatbik edememenin cezasını, ucuz ve şevksiz bir şekilde hakikate yabancı ömür tüketerek çekiyoruz. Paha biçilmesi mümkün olmayan insan hayatını taklidin pençesinde can çekişir vaziyette bırakıyoruz.

Dünyamız içindeki bütün meseleleriyle birlikte plastik bir meyveyi andırıyor. Renk ve hacim bakımından gerçek bir meyveden farksız olan bu varlık, lezzet bakımından ham yahut çürümüş meyvelerden bile aşağı kalıyor. Öyle ki, bir bıçakla zar kalınlığında dahi doğransa katmanlarının hiçbirinin arasında “öz” den esere rastlanamaz. Tamamıyla kabuk, hep kabuk…

Kılık ve kıyafette, konuşmada, yeme içmede, eğitimde, eğlencede, kanun yapmada, en mühim ve en bayağı işlerde hep taklit… Hatta çoğu kere aslı doğrudan bize ulaşmayan hususlarda taklidin taklidi… Bu kadar taklidin arasında silkinip kendimize gelmemizi sağlayacak tek bir hakikatten de mahrumuz.

Buna rağmen istiyoruz ki, asıl olanla aramıza bu denli mesafeler koymuşken, mevzu mecrasından bu denli kaymışken hakikat bize kendisini açsın, davaların davası İslam’la bütünleşmiş varını yoğunu ona vermiş hakikat erleriyle adımız yan yana yazılsın. Fare kadar cesaret örneği gösterememişken aslan payına talip oluyoruz. 

Hiç gelmeyecek bir günün hiç sökmeyecek şafağından bahseden kurtuluş türküleri mırıldanıyoruz. “Allah’tan ümit kesilmez” hakikati olmasa artık çıkış yolunun kalmadığını söylemek gerekirdi.

Meseleler taklit olunca çözümler de taklit, dertler taklit olunca dermanlar da taklit oluyor. Mesela “stres” denen taklidi derdin dermanı olan “deniz kenarında tatil” de taklit… Dahası fikir de taklit, ıstırap ve çile de taklit.

Modern zamanlarda ferdin her hareketi ayrı bir taklidin ürünüdür. Mesela sabah kalkınca üzerinden çıkardığı pijama Hindistan’a özgü bir kıyafettir. Sonra her sabah kendisini olmak zorunda hissettiği tıraş Sümerler yahut Mısırlılardan kalma olduğu düşünülen bir dinsel ayinin parçasıdır. Boynuna taktığı kravat 17. yy’da Hırvatların kullandığı bir aksesuardır. Bu liste bu şekilde uzayıp gitmektedir.

Faydası yahut zararını şimdilik bir tarafa bırakacak olursak, bütün bu saydıklarımızın ve sayamadıklarımızın arasında “öz”ün buharını dahi bulamıyoruz. Çünkü bahsettiğimiz özü taklit ambalajına öylesine sarmışız ki, her soyduğumuzda başka bir kabukla karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor.

Hüznümüz, mutluluğumuz, öfkemiz taklit ve bunları ifade edişimiz de taklit. Hayatımızda his, fikir ve fiil temelinde asli suretiyle karşımıza çıkan çok az unsur var. Çünkü her şeye asli suretini verip mana kazandıran “öz” den mahrum kalmışız. Bu öz İslam’dır.

Yeme içmeden, giyim kuşama, oturup kalkmadan, fikre ve zikre, çalışmadan dinlenmeye akla gelen gelmeyen her şeye mana veren İslam’dır. Peki ya İslam’da taklit? Tek kelimeyle “mecburi”. Hal böyleyken modern insanın “özgünlük” aradığı, kimseye bağlı kalmadan kafasına göre davranmak istediği tek alan maalesef yine İslam.

Her konuda benzeyecek, takip edecek bir mihmandar bulan modern insan din sahasında kılavuzsuz, pusulasız iz sürme meraklısı bir maceraperest oluveriyor. Hatta çoğu zaman peygamberi bile devre dışı bırakmaktan çekinmiyor. Taklidin fayda vereceği yegâne alanı görmezden geliyor.

Mesela başlangıçta ibadet ve taatler taklit yoluyla yapılır. Bu şekilde “taklitten tahkike” yol alınmaya çalışılır. O halde ibadetteki taklit hakikate götüren bir vasıtadır. Bu sebeple kıymetlidir. Ayrıca aşılması gereken bir nevi kabuktur. Bayezid-i Bistamî hazretlerinin bir müridiyle arasında geçen konuşmada Hazretin: “Değil kürkünü, bizzat Bayezid’in derisini giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkça bir fayda göremezsin!” diyerek işaret ettiği nokta da burasıdır.

Aynı hususta Hasan-ı Basrî hazretleri ise “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadisinin yanlış anlaşılmaması gerektiğini, kişinin gücü nispetince salihlerin amellerini işlemesi gerektiğini, hal ahlak ve yaşayışta onlara uyması gerektiğini belirtmektedir.

Maksat bütün işlerde taklidi bırakıp özü yakalamaksa, salih kişileri bulup onları “taklit” etmeye böylece “tahkike” ulaşmaya gayret etmelidir. Cenabı Hak bizleri faydasız işlerden uzaklaştırsın, sevdiklerinden ayırmasın.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

 turabi

Turabî; Tasavvufu Yeniden Düşünmeliyiz - İrfan AYDIN

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Turabî; Tasavvufu Yeniden Düşünmeliyiz

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. 

Salat ve selam öncelikle Peygamber Efendimiz’in (sav), diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashabı kiramın ve sadete ermiş büyüklerimizin üzerine olsun. Sonra bütün şehitlerin ve salihlerin üzerine olsun.

Yeni bir ramazanı da geride bıraktık. Yine manevi bir iklimle garkolurken hüzünle mutluluk arasında türlü duygular yaşadık. Bir yanda oruç tutanlar varken diğer yanda müslümanlara ramazan demeyip olanca gücü ile saldıranlar vardı. Müslümanlar olarak iftar ederken buruk bir sevinç yaşamak zorunda kaldık. Suriye’de Esed ve diğer eşedler ramazanda daha da azgınlaşarak yine müslümanların üzerlerine bombalar yağdırdılar. Azez Cerablus hattı iyice ısındı. Amerika ve Rusya’nın desteğini alan PYD güçleri Haleb’in Türkiye ile bağlantısı olan dar bir bölgeye saldırdılar. Türkiye otomatik olarak teyakkuza geçti. Çünkü eğer Azez Cerablus hattı kapatılırsa Suriye düşmüş demektir. Türkmendağı yeni bir savaşa daha sahne oldu. Önce rejim güçleri Türkmen dağını müslüman Türkmenlerin elinden aldı daha sonra Türkmenler karşı bir taarruzla bu dağı geri aldı. Bu gelişmeler olurken artık bıçağın kemiğe dayanmasının bir göstergesi olarak Cumhurbaşkanımız hem Amerika’ya hem de Avrupa birliğine tabiri caizse rest çekti. Ardından Rusya ile karşılıklı yakınlaşma sinyallari verildi.

Yakınımızda bu gelişmeler olurken uzaklarda Çin sınırları içerisinde kalan Doğu Türkistan’da devlet dairelerinde ve okullarda oruç tutmak yasaklandı. Müslümanlara lokantaları ve işyerlerini açık tutma mecburiyeti getirildi. Çinliler atasözlerini bir kez daha yerine getirdi. Çin atasözü şöyle der: “Uzaktakileri oyala yakındakileri ez.” 

Evet dünya bir sarmala girmiş durumda bilinen sona doğru hızla yaklaşmakta. Dünyayı yöneten güçler ve üst akıl harıl harıl planladıkları gelecek için çalışmakta. Tabi bizler müslümanlar olarak ilahi takdire inanmışız. Bizim hayır bildiklerimizde şer, şer bidiklerimizde hayır olabilir. Bizler Rabbimize tam bir güvenle Kur’an’ın ve sünnetin ışığında dostlarının izinde emin adımlarla yürümeye devem edeceğiz. 

Burada geçmişimizde bizi ayakta tutan ve terk etmemiz durumunda ihsandan ayrılmaya sebep olan bir hususta konuşmak, yazmak gerekli diye düşünüyoruz. Evet bu husus İslam toplumunu bin dört yüz yıldır ayakta tutan nice Allah adamları yetiştiren ve bunlar vasıtası ile ümmetin irşadına vesile olan tasavvuf hakkında olacak. Tarih boyunca çok meyve vermesine karşın belki de en çok saldırıya uğrayan bir müessese tasavuf. Samimisi de istismarcısı da çok bir kurum tasavvuf. İçinden Abdulkadir Geylanîleri, İmamı Rabbanîleri, Şahı Nakibendilerî, İmam Gazzalîleri, Ebu Hasan Şazelileri ve daha nice ümmetin iftihar tablosu olabilecek alim ve salihleri ytiştirmiş bir kurum tasavvuf. 

Kimi zaman Şeyh Şamil gibi dağlarda at üstünde kendisine bağlı erleriyle cihad etmiş kimi zaman Yunus gibi dere tepe gezmiş halkı irşad etmiş tasvvuf erleri. Kimi zaman Necmeddin Kübrevî gibi Moğol’a kaşı savaşıp şehid olmuş; kimi zaman Şemsi Tebrizî gibi alimleri ilim sahiplerini irşad etmiş. Kimi zaman Edebali gibi Osmanlı çınarını dikmiş kimi zaman İmam Gazzalî gibi felsefe cereyanlarına karşı ilimle, irfanla karşı durmuş ümmeti korumasını bilmiştir tasavvuf erleri. Kimi zaman İmam Rabbanî gibi ümmetin ihtiyacı olan tecdid hareketini, gerçekleştirmiş; kimi zaman Hoca Ahmet Yesevî gibi erenler yatiştirip fethin öncüsü olmayı bilmiştir tasavvuf erleri. Kimi zaman Mevlana Halidi Bağdadî gibi yüzlerce halife yetiştirip bozulan Osmanlı’ya yeni bir omurga atmayı bilmiştir tasavvuf erenleri. 

Evet, tasavvuf erlerini cephede mücahid, medresede talebe, tekkede derviş, ticarette dürüst tüccar, devlet idaresinde danışman, toplumda muhlis olarak görürüz. Tasavvuf erleri ve erenleri her hal ve kârda İslam’ın emrettiği örnek şahsiyet olayı başarmışlardır. Onlar Afrika’nın içlerine kadar Murabitun hareketi ile giderek siyah Afrikalının gönlüne İslam’ın kök salmasına vesile olmuşlardır. Onlar Orta Asya steplerinde Nakşibendî olmuş o sert orta asya insanının gönülleini yumuşatarak onların kalplarine İslam’ı nakşetmişlerdir. Onlar Kuzey Afrika çölleinde Şazeli olmuş o boyları iki metreyi geçen Afrika insanlarını İslamın incelikleri ile bezeyerek onlardan latif müslümanların çıkmasına vesile olmuşlardır. Onlar Orta Doğu coğrafyasında Kadirî, Rufaî olmuş o bedevi denebilicek insanlardan birer iman timsali çıkarmışlardır….

Bu kendini ve tarihini bilmez nankör denebilecek yeni yetmeler ne kadar da kolay söyleyiveriyorlar tasavvuf şirktir -haşa- diye. Ne kadar da kolay biz Kur’an’dan başka bir şey tanımayız diyorlar. Sanki tasavvuf Kur’an’dan başka bir şeymiş gibi. Gerek tasavvuf ve gerçek tasavvuf erenleri bırakınız Kur’an’dan ve sünneten uzaklaşmayı onlar Kur’an’dan ve Rasul’ün sünnetinden bir karış ayrılmayı şirk saymışlardır.

Onlar Hz. Aişe (r.anha) hazretlerinin buyurduğu “yürüyen Kur’an” olmuşlardır. Bugün ve son yüz-yüz elli yıldır İslam dünyasında korkunç bir algı operasyonu yürütülmektedir. Bizi geri bırakan, bizi batılılar karşısında yenik düşüren tasavvuftur şeklinde. Bu müthiş yalana artık İslam dünyasından yeteri kadar taraftar da buldular. Halbuki asıl biz hakiki tasavvuftan uzaklaşmakla İslam’ın değerlerine karşı laubali olduk. Bizi geçmişte Kur’an’ın ve sünntin değerlerine selefi salihin yoluna tasavvuf sımsıkı bağlıyordu. Bu gerçeği fark eden batılı oryantalistler var güçleriyle önce tasavvufa daha sonra da sünneti seniyyeye saldırdılar. Böylece Kur’an sadece lafzen kalacaktı manası hayattan kaldırılacaktı. Bunu kısmen başardılar fakat hesab etmedikleri bir şey vardı. O da Allah (cc) ve O’na her devirde kamilen iman eden Allah adamları. Evet, bizler iman ettik Allah dinini ve kabesini nasıl Ebrehe’ye karşı koruduysa bugün de yine koruyacaktır. Bizler üzülmeden gevşemeden Allah adamlarının arkasında ve yanında Allah’ın izni ile durmaya devam edeceğiz. Allah kıyamete kadar bu sahih yoldan bizi ve nesillerimizi ayırmasın. Amin.

Bu girişten sonra yirminci yüzyılın son çeyreğinde kara Afrika’nın göbeğinde yer alan Sudan İslam devriminin kurucu lideri Hasan Turabî ile Timeturk‘te yapılan bir röportajdan alıntılar yapacağız. Yukarıda bahsettiğimiz algı operasyonlarının kurbanı olan tüm İslam gençliğinin ibretle okuması dileğiyle.

Ünlü düşünür Turabî, Milli Görüş’ten AK Parti’ye, Tasavvuf’tan Sudan’ın geleceğine kadar birçok konuda çarpıcı açıklamalar yaptı.

Sudanlı dünyaca tanınmış müslüman düşünür Hasan Turabî, Sudanlı meşhur alim Şeyh Hammad Turabî’nin (18. yüzyıl) torunlarındandır. 1932’de Kessele’de doğdu. İslam’ı çok küçük yaşlarda babası Şeyh Abdullah Turabî’den (30 yıllık kadı idi) öğrendi. 1957’de mastır için Londra’ya gitti. Doktorasını Sarbonne’da yaptı. Döndüğünde Hartum Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığını yürüttü. Sudan’da İslami hareketin bir lideri olarak, İslam’ı gündeme sokmak için hükümet karşıtı birçok kampanya başlattı. Bazı isim ve form değişiklikleriyle hareketi idare etti. 1970 yılında tutuklandı. Bundan sonraki 7 yılını bazen mahkum olarak, bazen dışarıda geçirdi. 1989 yılında Sudan’da gerçekleşen İslami devrimin mimarı olarak anıldı. 1999 yılına kadar Sudan Millet Meclisi’nin başkanlığını yapan Turabî, daha sonra Ömer el-Beşir yönetimiyle yollarını ayırdı. Beşir’e olan muhalefeti sebebiyle sık sık cezaevine giren ve ev hapsinde tutulan Turabî, şu an Sudan Halk Kongresi isimli hareketin liderliğini yapıyor (vefatından önce). Arapça, İngilizce, Fransızca bilen Turabî geçtiğimiz yıl Almanca öğrenmeye başlamış ve birkaç ay içinde Almanca 500 sahifelik bir sözlüğü ezberlediğini söylüyor. 

İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan bir grup arkadaş ile geçen aylarda Sudan’a yaptığımız ziyaret esnasında görüştüğümüz bilgili, karizmatik, sempatik ve yetenekli düşünür Hasan Turabî ile yaptığımız röportajı Timeturk okuyucularının istifadesine sunuyoruz. 

Turabî öncelikle bize Sudan’ın tarihinden kısaca bahseder misiniz? 

Sudan çok kadim medeniyetleri bağrında barındıran bir ülke. Araplarla İslam ile şereflendikten sonra buraya İslam’ı yaymak için geldiler. Ardından Afrika kabileleri ile iç içe geçtiler. Onlardan etkilenen yerli halk kendi lisanlarını terk edip Arapça konuşmaya başladı. Ta ki sömürgecilik kıtaya uğrayıncaya kadar. Geçmiş dönemlerde Mısır ve Kuzey Afrika’nın tamamına Sudan deniliyordu. Sudan siyahlar ülkesi manasına gelmektedir. İslam’ın gelişinden sonra bu bölgede farklı beylikler ve özerk yönetimler oluştu. Bu özerk yönetimler arasında en büyüğü Darfur Sultanlığı’ydı. Bu müslüman beyliklerin tümünün Osmanlı Devleti ile ciddi ilişkileri vardı. Bu özerk yönetimlerin oluşturduğu bölgeye 18. yüzyıldan itibaren sömürgeciler gelmeye başladı. 

Darfurlular, Osmanlı’ya olan bağlılıklarının da vermiş olduğu inançla İngilizlere karşı mücadele etti. İngilizler, Osmanlıya bağlılığını ilan eden Sultan Ali Dinar ile savaştı ve onu şehid etti. 10-20 yıl sonra Darfur da Sudan’a katılmış oldu. Böylelikle Darfur Sultanlığı ortadan kalkmış oldu. Darfur’un Osmanlı Devleti ile olan yakın ilişkilerinden dolayı, İngilizler bu bölgenin gelişmemesi için ellerinden geleni yaptı. Yapılan baskılar sonucu bölge insanı en temel gereksinimlerini dahi karşılayamaz hale geldi. Tekrar söylemek gerekirse, bu baskıların temel sebebi Darfur-Osmanlı yakınlığından kaynaklanmaktaydı. Eğitim noktasında Darfur’daki tüm yetkiler Hıristiyan Misyonerlere verilmişti. Bu konuda çalışma yapmak isteyen müslümanlar engellenmekteydiler. 

Bugünkü Sudan’da İslami hareket nasıl başladı? 

Bildiğiniz gibi bu bölge İngiltere ve Mısır tarafından işgal edilmişti. Bölgenin yönetimini birlikte yürütüyorlardı. İngilizlerin bölgeden ayrılmasıyla Mısır bölgenin kontrolünü eline geçirmeyi düşünüyordu. Ancak istekleri gerçekleşmedi.

1956 yılında Sudan bağımsızlığını kazandı. İngiliz döneminde bastırılan İslami kurumlar tekrar ortaya çıktı. İran İslam Devrimi’nin ardından tüm dünyada olduğu gibi Sudan’da da ciddi bir İslami uyanış başladı. Sudan’daki asıl İslami uyanışın İran devriminin hemen ardından başladığını söyleyebiliriz. Bu uyanış müslümanların sosyal alanda yükselmelerine, itibar ve iktidar sahibi olmalarına giden yolu açmıştı. Müslümanlar tam idareye gelecekleri bir zamanda yapılan baskılarla yeniden aşağı çekildiler.

Ülkedeki sıkıntıların ana sebebi nedir?

Sudan, 2.500.000 km2’lik toprak alanı (bölünmeden önce) ile dünyanın en büyük ülkelerinden biridir. Ülkede yer alan birçok farklı etnik grup kendi bağımsızlıklarını kazanmak için seslerini yükseltmeye başladı. Gösterilerle başlayan bağımsızlık hareketleri, karşılıklı savaş ilanlarına kadar sürdü. Bu bağımsızlık mücadeleleri hala devam etmektedir. Eğer bir çözüm yolu bulunmazsa Sudan’da ikinci bir Yugoslavya vakıası yaşanması imkansız değildir. 

Sudan’ın güneyinde yaşanan sorunun biliyorsunuz. Eskiden güneydeki müslümanların sayısı Hıristiyanlarınkinden çok daha fazlaydı ama zaman ilerledikçe müslümanlar orada azınlık durumuna düştü. Çünkü Hristiyanlar sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi alanlarda Batı ülkelerinden sınırsız bir destek almakta. Güney’de de çoğunlukla Arapça konuşulmakta lakin yüksek sosyal sınıftan olan insanların çoğu İngilizce konuşmakta. Tüm bu saydığımız sebeplerden ötürü Güney şu anda yarı müstakil bir devlet görünümünde. Bildiğiniz gibi 3-4 yıl sonra Güney’de bir referandum olacak ve bu referandumun sonucunda Güney’in Sudan’dan ayrılıp, bağımsız bir devlet olma olasılığı çok yüksek (bu gün Güney Sudan ayrılmış durumda). Böyle bir neticede ortaya çıkabilecek yeni devletin karşılaşacağı en ciddi sorun, bu devletin denize kıyısı olmayışı olacaktır.

Ülke toprakları tarıma elverişli olmasına rağmen ekilmiyor. Bunun nedeni ise ülke halkının genelinin çoban olmasından kaynaklanıyor. Tarımdan anlamadıklarından bu verimli topraklarla ilgilenemiyorlar. Geçmiş dönemde sadece bazı bölgelerde pamuk ekilmekteydi. İslam devrimi gerçekleştirildikten sonra topraklarda başka hangi ürünlerin yetiştirilebileceğini öğrenmek için çeşitli araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalarda bölgenin petrol kaynaklarının farkına varıldı. Şu anda Malezyalılar ve Çinliler Sudan petrollerini işlemektedir. 

Dış güçlerin Sudan ile uğraşmasının neden petroldür diyebilir miyiz? 

Evet, lakin o nedenlerden sadece biri. Asıl neden ise Sudan’da yükselen İslam’ın güçlü sesi idiydi. Sudan’da gerçekleşen İslam devriminin ardından komşu ülkelerle ilişkilerimiz gelişti. 9 komşu ülkemiz vardı ve bunların hepsinde İslam’ın etkisi ilişkilerimiz sayesinde gelişmeye başladı. Komşu ülkelerde hem İslam yayılıyor hem de Arapça konuşanların sayısı her geçen gün artıyordu. Hele iktisadi bir gelişme olursa tüm komşu ülkelerin Sudan’dan etkilenmesi kaçınılmaz hale gelecekti. Sudan sahip olduğu tüm bu özelliklerden ve konumlandığı bölgenin stratejik öneminden dolayı Batı tarafından hep baskı altında tutuldu.

Sudan’daki İslam devrimi hedefine ulaştı mı sizce? 

Osmanlı hilafetinin çöküşünün ardından uzun bir dönem tüm dünyada müslümanlar, yeni bir İslam modeli nasıl oluşabilir, kabilinde sorular kendilerine yönelttiler. Sudan’da 89 devriminden sonra tüm bu soruları tecrübe etme imkanı bulduk. İslami bir yönetim sistemi oluşturmaya çalıştık. Fakat birçok ülkede olduğu gibi Sudan’da da ordu İslami bir yönetim istemiyordu. Batının ve bazı müslüman ülkelerin baskısı sonucu Sudan’daki İslami yönetimin sağlıklı bir ilerleyişi olmadı. Baskı uygulayıcılarının istemedikleri bir diğer şey ise şura sistemi idi. İslam devletindeki şura sistemi, toplumun tüm kesimlerinden katılımcılar içermekteydi. Böyle bir sitemin uygulamaya konması askerin istemiş olduğu, tek bir elde toplanan baskıcı yönetim sistemini ortadan kaldıracağından iktidara sahip olan müslümanlar askeri darbeye maruz kaldı. 

Sudan’da çok fazla etnik grup var mı? 

Başta da belirttiğimiz gibi, Sudan birçok farklı kavimden oluşuyor. Bu yetmezmiş gibi Sudan’a komşu ülkelerden, ülkelerini terk etmek zorunda kalan tüm müslümanlar sığınıyor. 70’lerde Eritre ve Etiyopya arasında yaşanan sorunlardan dolayı hem Eritreli hem de Habeşistanlı müslümanlar buraya akın etti. Kongo ve Çad’dan kaçıp gelenler yine Sudan’a sığındı. Sudan muhtelif kavimler içerdiği için de, dışardan gelen mülteci kavimlere kapılarını hep açık tutmuştur. Bunun yanı sıra dünyanın birçok ülkesinde de Sudanlılar yaşamaktadır. Mesela İngiltere’de yaşayan Sudanlı doktorların sayısı Sudan’da yaşayanlardan daha çok. Aynı şekilde yurt dışında yaşayan mühendis, öğretmen ve birçok farklı alanlarda uzmanlaşmış Sudanlıların sayısı, burada yaşayan aynı nitelikteki insanlardan çok daha fazla. 

Sudan’da yaşanan ayrılıkçı mücadelelerin nedeni nedir? 

Sudan’da eskiden bütün halkları birbirine bağlayan bir tasavvuf ekolü vardı. Tasavvuf uzun yıllar birleştirici bir unsur olarak var oldu. Ancak zamanla İslam’ın diri ruhu yerini maddi aleme bıraktı… Bu yeni alem zihin dünyamızdan tüm yaşantımıza sirayet etti. Maddeye verilen değer giderek arttıkça, farklı bölgelerde farklı kabileler arasındaki ilişkiler de sekteye uğramaya başladı. İdareye sahip olanların da maddeye verdikleri önemin artması, diğer kabilelerin, yönetimi ve ekonomiyi elinde bulunduran kesime olan isyanlarını körükledi. Şu anda Sudan’da yaşanan sorunların temel nedeni budur. Ayrıca Arap ülkelerine bir bakın; birçoğu aynı dili konuşmalarına, aynı etnik kökenden gelmelerine ve müslüman olmalarına rağmen şu an tek bir güç değiller ve küçük devletçikler halindeler. Bunun nedeni de maddiyat değil midir? 

Müslümanların aralarına ayrılık tohumları ekmek için ortaya çıkarılan en tehlikeli fitneler, müslümanların sahip oldukları farklı mezhepler üzerinden ortaya atılmaktadır. Bu oyunlar son zamanlarda Şii ve Sünni müslümanların aralarını açmak için oynanmaktadır. 

Tasavvufun birleştirici unsuruna dikkat çektiniz. Bunu biraz daha açar mısınız? 

Tasavvufun 17. ve 18. yüzyılda oynadığı birleştirici öğesini bir inceleyin. Bu sadece Sudan’da değil sizin topraklarınızda ve tüm İslam coğrafyasında da öyleydi. Osmanlı’da birliği Nakşiler ve Kadiriler sağlıyordu. Asya’da yine Çiştişler, Nakşiler ve Kadiriler bunun öncülüğünü yapıyordu. Afrika’da sömürgeciliğe karşı direnen Mehdi ve Senusi hareketindeki ruhda da bu vardı. Lakin son asırdaki İslami hareketler tasavvufa karşı savaş açtı. Bence burada stratejik olarak büyük bir yanlışlık yapıldı. Tasavvuf’taki hurafeler ve yanlış inançlar elbette kabul edilmeyebilirdi lakin ondaki ruhu muhafaza etmeliydik.… 

Son asırdaki İslami hareketlerin sorunu neydi sizce?

Bu hareketlerde, İslami tedeyyün ilk başta bir hamasetle, bir coşkuyla başlıyor. Sosyal hareketlerin tümünde ilk başta hep slogancı bir söylem, hamaset ve tepkisellik vardır. Ancak bu eylemleri yönlendirmesi gereken fikri bir alt yapı mevcut değilse, bunlar kötü sonuçlar doğurabilir. Bizim dinden, sanattan, ekonomiden, siyasetten anlayacak insanlara ihtiyacımız var. Hayatın her alanında etkin olacak müslümanlara ihtiyacımız var. Bu konuya ilişkin olarak Afganistan örneğini verebiliriz. Ruslara karşı mücadele etmiş, cihad coşkusuyla yanan insanlar Rusları kovduktan sonra nasıl hükmedeceklerini, idareyi nasıl yönlendireceklerini bilmiyorlardı. Böyle olunca birbirleriyle mücadele etmeye başladılar ve bir kaos ortamı oluştu. Aynı şey Cezayir’de de vuku buldu. Fransızlara karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde bir milyon şehid verdiler ve 1962’de bağımsızlıklarını kazandılar. Fakat idari noktada yeterli olmadıkları için iktidarı kaybettiler. 

Son olarak, Türkiye-Sudan ilişkilerini istenilen noktada buluyor musunuz?

Geçmişte Mehmet Ali Paşa bu konuda olumsuz bir yön ihtiva ediyor. Mehmet Ali Paşa’nın Sudan diyarına getirmiş olduğu ahalinin Türklerden oluşmadığını, Fas taraflarından gelen Araplardan ve bunun dışındaki farklı kavimlerden oluştuğunu biliyoruz. Bu davranışlar Sudan halkının Mehmet Ali Paşa’ya sempatiyle bakmalarını engellemiştir. Son dönemlerde ise Türkiyeli işçi ve iş adamlarının Sudan’a geldiklerini biliyoruz. Özellikle Türkiyeli mühendislerin Sudan’daki varlığından ve Türk şirketlerinin Nil Nehri üzerine inşa ettikleri birkaç köprüden bahsedebiliriz. Sudanlıların içlerindeki Osmanlı sevgisi, bugün ülkenin kapılarının Türk yatırımcılara sonuna kadar açılmasına sebep olmuş durumda. 

Son zamanlarda Sudan hükümeti ile Çin arasında çok yakın ilişkilerin varlığından söz edebiliriz. Özellikle Batılı kurumların Sudan ekonomisinden diskalifiye edilmesi için birçok alanda Çin ile yapılmış olan anlaşmalar mevcut. Türkiye’nin de Sudan’daki yatırımlarını arttırmasından yana olduğumuzu belirtmeliyim. 

İngiliz işgali döneminde Sudan’la Türkiye’nin ciddi ilişkileri yoktu. Fakat Sudan, Osmanlı döneminden süre gelen sevgi ve dostluk duygularını Türkiye’ye karşı da hep hissetmiştir. Ama İngilizler Sudan’ın Türkiye olan meylini hep engellediler. Sudan’da İslam devrimi sürecinde Türkiye ile ilişkiler oldukça donuktu, fakat iki ülkede de yaşanan bazı değişikliklerin ardından, Sudan ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkiler gittikçe ilerlemekte.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort