JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

kuran okunduğu zman

Kur'an Okunduğu Zaman Onu Dinleyin ve Susun ki Size Merhamet Edilsin (Araf 204) - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Kur'an Okunduğu Zaman Onu Dinleyin ve Susun ki Size Merhamet Edilsin (Araf 204)

 

Bizleri ramazan-ı şerife kavuşturan Mevlaya sonsuz hamdu senalar olsun. Salat ve selam Efendimiz’in ehli beytin ve etbaının üzerine olsun. Ramazan kelime olarak değişik anlamlara gelmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ramazan, yaz sonunda, güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına “ramdâ” kelimesinden alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü temizlediği gibi, ramazan ayı da müminleri günah kirlerinden temizler. Bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyorlar: “Kim inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” Bir diğer manası: Güneşin şiddetli hararetinden taşların yanıp kızması anlamına olan “ramad” kelimesinden alınmıştır. Böyle kızgın yerde yürüyenin ayakları yanar, zahmet ve meşakkat çeker. Bunun gibi oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun hararetine katlanır, meşakkat çeker, içi yanar. Kızgın yer orada yürüyenlerin ayaklarını yaktığı gibi, ramazan da müminlerin günahlarını yakar, yok eder. Oruç ise; arapça da savm, siyam olarak geçmektedir. Savm sözlük anlamı; yiyip içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak, her neden olursa olsun, her vakitte kendini tutmak, bir halden bir başka hale geçişi terk etmek demektir. Susup konuşmamaya da “savm” denilir. Çünkü bu da konuşmaktan kendisini alıkoymaktır. Yüce Allah da Hz. Meryem’den haber verirken şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten ben Rahman (olan Allah) için oruç adadım.” (Meryem 26) Yani konuşmamayı adadım, demektir. Savm, yine rüzgârın dinmesi ve esmemesi manasına da gelmektedir. İslami ıstılahta oruç, ikinci fecirden (fecr-i sadık’tan) itibaren, güneşin gurubuna kadar orucu bozan şeylerden, Allah Teala’ya kulluk niyetiyle nefsi alıkoymaya verilen isimdir. Ramazan orucu, Peygamberimiz’in hicretinden bir buçuk yıl sonra farz kılındı. Orucun farzıyetini bildiren ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara 183) Orucun tam ve mükemmel olması ise yasaklardan uzak durmak ve haramlara düşmemek ile gerçekleşir. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim yalan söz söylemeyi ve onun ile ameli terk etmeyecek olur ise, o kimsenin yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın bir ihtiyacı yoktur.” Orucun fazileti çok büyük, sevabı pek fazladır. Hadisi şerifte sabit olduğuna göre Hz. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyuruyor: Ademoğlunun bütün amelleri kendisinindir. Oruç müstesna. O benimdir, onun mükâfatını verecek olan da benim.” 

Orucu diğer ibadetlerden farklı kılan sebeplerden iki tanesini şöyle ifade edebiliriz:

1- Oruç nefsin hoşuna giden şeylerini ve arzularını sair ibadetlerden daha ileri derecede engelleyicidir.

2- Oruç kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Bu ancak Allah’a ayan olur. Bundan dolayı oruç Allah’a has bir ibadet olarak söz konusu edilmiştir. Sair ibadetler ise açıktan yapılır. Kul, belki bunları görsünler ve riyakarlık olsun diye de yapıyor olabilir. O bakımdan oruç diğer ibadetler arasından Allah’a özellikle tahsis edilmiştir.

Ramazan ayının hususiyetlerinden biri Kur’an-ı Kerimin bu ayda indirilmeye başlamasıdır. Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Biz onu (Kur’anı) Kadir gecesinde indirdik.” (Kadir 1) Bir başka ayeti kerimede yine şöyle buyruluyor: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.’’(Bakara 185)

Kur’an-ı Kerim ramazan ayında diğer zamanlara oranla daha çok okunmaktadır. Bu vesileyle burada Kur’an-ı Kerim’in okunması üzerinde duracağız inşaallah. Bu hususla ilgili olarak İmam Gazzalî hazretlerinin İhayu’ulumi’d-Din adlı eserinde Kur’an-ı Kerim’in okunmasıyla ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Kur’an-ı Kerimin fazileti hakkında:

- İbn Mesud (ra) buyuruyor: İlmi istediğiniz zaman, Kur’an’ı deşiniz (müteala ediniz) çünkü evvelin ve ahirin ilmi Kur’an’dadır.

- İbn Mes’ud’tan (ra): “Bu Kur’an Allah’ın ziyafet sofrasıdır, ondan bir şeyler öğrenme imkanı olan hemen öğrensin. Hayırdan yoksun evlerin en fenası içinde Allah’ın kitabından bir şey bulunmayan evdir. Böyle bir ev onarıcısı olmayan virane bir ev gibidir. Şeytan, Bakara Suresi’nin okunmakta olduğu bir evde duramaz, dışarı çıkar.”

- Ebu Hureyre (ra) buyurdu. Herhangi bir evde Kur’an okunursa, şeksiz ve şüphesiz o ev (manen) aile efradı için genişleşir, hayrı çoğalır, oraya melekler dolar ve şeytanlar kaçar. O ev ki, içinde Kur’an okunmaz, aile efradı üzerine daralır, hayrı azalır, melekler oradan çıkıp şeytanlar dolar.

- Süfyanı Sevri (ra) buyurdu: Kişi Kur’an’ı okuduğu zaman, melek onun gözlerinin ortasından öper.

- Amr b. Meymun (ra) buyurdu: Sabah namazını kıldığı zaman Kur’an’ı açıp yüz ayet okuyan bir kimseyi, bütün dünya ehlinin hayırlı amelini yapmış bir kimse gibi, Cenabı Hak yüceltir.

- Hz. Hasan Basri (ra) buyurdu. “Allah’a yemin ederim, Kur’an’dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur.”

- Hz. Ebu Ümame (ra) anlatıyor: “Birisi Peygamber’e geldi ve ya Rasulallah, falan oğullarının hisselerini alıp sattım, şöyle şöyle kar elde ettim. dedi. Allah Rasulü (sav): “Sana bundan daha çok kar sağlayacak bir şeyi haber vereyim mi?” dedi. “Kur’andan on ayet öğrenen senden daha kazançlıdır!” buyurdu. Bunun üzerine adam gitti on ayet öğrenip geldi, bunu Rasulullah’a bildirdi.

- Ebu Hureyre‘den; Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Herhangi bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır, Kur’an-ı Kerim’i okurlar ve aralarında müzakere ederlerse mutlaka, üzerlerine kalp huzuru, gönül ferahlığı iner, Allah’ın rahmeti kendilerini kaplar, melekler kendilerini kuşatır ve Allah da onları kendi katındakiler içerisinde anar.”

- Ebu Musa’dan, Allah Rasulü buyurdular: “Bu Kur’an’ı muhafaza etmeye itina gösterin. Muhammed‘in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın insanın kalbinden kaçışı, devenin bağlarında çözülüp kaçmasından daha kolaydır.’’

- İbn Abbas der ki: Rasulullah (sav) buyurdular: “Hafızasında Kur’an’dan hiçbir bölüm olmayan kimse harap olmuş ev gibidir.’’

- Hz. Ali (ra) buyurdu: “Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker: misvak kullanmak, Oruç tutmak, Kur’an okumaktır.’’

- Efendimiz (sav) buyurdular. “Kur’an’ı kendi re’yiyle tefsir eden bir kimse ateşteki yerine hazırlanmış olsun(veya olur).” Kur’an’a sırt çevirenler ise şöyle ifade edilmektedir: 

“Ve Peygamber der ki: “Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur’an’ı terk edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan 30) 

Kur’an’ı gaflet içerisinde okumaktan uzak durmak:

- Enes bin Malik (ra) buyurdu: Kur’an okuyan çok kimseler vardır ki Kur’an onlara lanet eder.

- Bazı alimler de şöyle buyurdular: Ademoğlu Kur’an’ı okuduktan sonra günah ile karışık hareketlerde bulunursa, sonra dönüp yine de Kur’an okursa, kendisine(Allah tarafından) denilir ki: “Sen nerede, benim kelamım nerede?’’

- Başka bir hadisi şerifte ise Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kur’an’ın haram ilan ettiklerini helal bilen bir kimse, Kur’an’a iman etmemiştir.” 

- Seleften bazıları buyurdu: Kul, Kur’an’ın herhangi bir suresini açtığında, melekler onun üzerine, o sureyi bitirinceye kadar salâvat getirirler. Başka bir kul da Kur’anın herhangi bir suresini açıp okuyor, onu okuyup bitirinceye kadar melekler ona lanet ederler. Bu söz üzerine o kimseden soruldu: Bu nasıl olur? Buyurdu: Kişi, Kur’an’ın helal ilan ettiklerini helal ve haram ilan ettiklerini de haram olarak bildiği zaman, melekler onun üzerine salâvat getirirler. Aksi takdirde de lanet ederler.

- İbn Mesud (ra) buyurdu ki: Kur’an, insanlar üzerine onunla amel etsinler diye, nazil oldu. İlk insanlar ise, Kur’an’ı amel etmek için okudular. Sizin herhangi biriniz ise, Kur’an’ı başından sonuna kadar okur, tek bir harfini dahi bırakmaz. Hâlbuki onunla amel etmeyi tamamen terk etmiştir.

- İbn Ömer (ra) ve Cündeb’in hadisinde şöyle varit olmuştur: “Biz uzun bir zaman yaşadık. Bizden herhangi birimiz Kur’an’dan evvel imanı elde ederdi. Muhammed Mustafa’ya Kur’an’dan bir sure nazil oluyordu. Biz onun helalini, haramını, emrini, yasağını ve onun neresinde durmak gerekiyorsa onu öğreniyorduk. Sonra bazı kişileri gördük ki, onlar imandan evvel Kur’an’ı elde ederler. Kitabın başlangıcından sonuna kadar okuduğu halde kendisine hangi ayet emrediliyor, hangi ayet kendisini sakındırmaktadır, bilmediği gibi, nerede duracağını da bilmemektedir. Adeta çürük hurmaları savurduğu gibi, ayetleri savurup geçiyor.’’

Kur’an okurken dikkat edilmesi gereken hususlardan bazıları:

“Kur’an okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” (Nahl 98)

- Kur’an okuyan bir kimse abdestli olmalı. “Ona ancak temizlenenler dokunabilir.” (Vakıa 79) buyrulmuştur. Nasıl ki Kur’an’ın zahiri cildine ve yapraklarına ancak abdestli ve pak olan bir kimse el sürebiliyorsa tıpkı bunun gibi mananın batını da ancak kötülüklerden pak olan kalbin batınına açıktır. İşte bu tazimden dolayı İkrime (ra) Kur’an’ı açtığı zaman baygınlık geçirir ve derdi ki: “Şu Rabbimin kelamıdır, şu Rabbimin kelamıdır!” 

- Hz. Ali (ra) buyurdu: “İçinde anlayış bulunmayan bir ibadette hayır olmadığı gibi, içinde tedebbür olmayan okumanın da hayrı yoktur.”

- Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlar: “Kim ki, üç günden az bir müddette Kur’an’ı okuyup hatmederse o Kur’an’ın manasını anlamamıştır.”

- Hz. Aişe validemiz, Kur’an’ı çarçabuk kelimeleri birbirine bitiştirmek suretiyle okuyan birisini dinlediği zaman: “Bu adamcağız, ne Kur’an okuyor, ne de susuyor.” buyurdu.

- İbn Abbas (ra) buyurdu: “Bakara ve Al-i İmran Sureleri’ni tertil ile okuyup manalarını düşünmek, bence bütün Kur’anı fırtına şeklinde okumaktan daha iyidir.

Tertil il Kur’an okumak, Kur’an’a hürmet etmeye ve tazimde bulunmaya daha yakın bir harekettir. Aynı zamanda acele okumaktan da daha kalbe tesir eder.

- Ashabı kiram Kur’an’ın sahifelerine bakmadıkları günleri iyi gün olarak saymazlardı. Yine buyrulmuştur Kur’an’ın hakkıyla okunması, lisan, akıl ve kalbin ortaklaşa okumasıdır. Lisan tertil ile okuyup harfleri tasrih eder, akıl manaları anlar, kalp ise onlardan ibret alıp yasaklardan kaçınmak emirlere sarılmayı sağlar. Ashabı kiramın Kur’an ile meşguliyetleri Kur’an’la hallenmek ve onun ahkamıyla amel etmekti.

Hz. Osman (ra) buyurdu: “Eğer kalpler pak ve tahir olsa, elbette Kur’an’ın okunmasından doymaz olurlar.” Bir ayeti kerimede şöyle buyruluyor: ’’Ve kendileri dinlemedikleri halde dinledik diyenler gibi olmayın.” (Enfal 21)

Kur’an’ın manalarının kalpte belirmesi için şu hususlara dikkat edilmesi gerektiği ifade edilmiştir:

- Kişinin günahta ısrar etmemesi gerekir. Az da olsa, itaat olunan dünya hevesiyle müptela olmamak. Böyle bir durum kalbin zulmetine ve paslanmasına vesile olur. Şehvetler ne kadar kalbin üzerine tahakküm ederlerse Allah kelamının manaları da o kadar perdelenir.

- Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Ümmetim dinar ve dirhemi (serveti) yücelttiği zaman, onlardan İslam’ın heybet ve azameti sökülüp alınır. Emri bil marufu ve nehyi anil münkeri terk ettikleri zaman da, vahyin bereketinden mahrum olurlar.”

- Kur’an’ın her hitabına kendisini muhatap kabul etmek:

Kur’an’ın her emrini veya her yasağını dinlediği zaman, o yasağın ve emrin kendisine hitab ettiğini kabul etmelidir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (Hud 120)

“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.” (Bakara 231)

“Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmeden Önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun.” (Zümer 55)

Kur’an’ı dinlemekten alıkoyanlar

“İnkâr edenler dediler ki: Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onda (okunurken) yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.” (Fussilet 26)

Kitabı gereği gibi okumak:

“Hakikat, Allah’ın Kitabı’nı okumaya devam edenler, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve aşikâr infak edenler katiyen kesat bulmayacak bir kazanç umabilirler.” (Fatır 29)

Ayetleri eğlence edinenler:“Denilir ki: Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi biz de bugün sizi unuturuz. Yeriniz ateştir yardımcılarınız da yoktur! Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Siz Allah’ın ayetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün ateşten çıkarılmayacaklar ve onların özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir.” (Casiye 34-35)

Kendi düşüncelerini ön plana çıkaranlar:

“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar!” (Nisa 44)

“De ki: Ey ehli kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Al-i İmran 99)

Kur’an’ı Rasulullah’tan öğreniyoruz:

“Nitekim içinizde kendinizden bir peygamber gönderdik ki O, size ayetlerimizi okuyor, sizi (Allah’a eş tutmaktan, günahlardan, maddî ve manevî kötülüklerden kurtarıp) tertemiz yapıyor, size Kitab’ı (Kur’an’ı) ve hikmeti öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor.” (Bakara 151)

“İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid 16)

 

Kaynak

-İhayu’ulumi’d-Din, İmam Gazzalî

-Hayatü’s-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi

-Cem’ul-Fevaid, Muhammed b. Süleyman er-Rudani

-Müslüman Şahsiyeti (Fezail-i Amal), M. Z. Kandehlevi

-Tergib veTerhib

-Şamil İslam ansiklopedisi

-Mülteka Tercümesi

-el-Cami li-ahkam’il-Kur’an, İmam Kurtubi

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:21

BANGLADEŞ'TE NELER OLUYOR?

 bangladeş

Bangladeş'te Neler Oluyor? - İrfan AYDIN

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Bangladeş'te Neler Oluyor?

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlarım. Salat ve selam öncelikle Peygamber Efendimiz’in (sav), diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashabı kiramın ve saadete ermiş büyüklerimizin üzerine olsun. Sonra bütün şehitlerin ve salihlerin üzerine olsun.

Son günlerde idamlarla dünya gündemine gelen Bangladeş, müslümanlar açısından kanayan bir yara haline geldi. İslam dünyası türlü sorunlarla uğraşırken adeta müslümanların gündeminin yoğunluğunu fırsat bilen İsrail gibi Myanmar ve Çin gibi Bangladeş hükümeti de müslümanlara baskıları arttırdı. Daha önce Cemaat-i İslami liderlerini idam eden Hasina rejimi Hindistan’dan da aldığı destek ile idamlara yenilerini rahatlıkla ekleyebildi. Dünyanın ve müslüman olduğunu söyleyen ülkelerin sessiz kalmasını adeta kendine bir onay olarak gören Hasina rejimi binlerce müslümanı hapisanelere tıkmış ve müslümanlara gözdağı vermek için liderleri teker teker idam etmeye başlamıştı. Sadece Türkiye’den ve Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başka kimseden ciddi bir tepki gelmedi. Dünya müslümanlarını derinden üzen Bangladeş idamları üzerine Bangladeş’te neler oluyor gözden geçirelim.

Bangladeş’te Abdülkadir Molla’nın ardından Cemaati İslami lideri Mutiurrahman Nizami de 1971’deki bölünme savaşı sırasında “insanlığa karşı suç işlediği” iddiasıyla idam edildi. Bunun nedenlerini Bangladeş tarihinden başlayarak ele alalım.

Bangldeş’in Bağımsızlığı

Hindistan’dan 1947 yılında ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Pakistan’ın doğusu ile batısı arasında 1971’de başlayan iç savaş, bağımsız Bangladeş Devleti’nin kurulmasıyla son bulmuştu. Pakistan, ülkenin doğusundaki halkın bir bölümünün bağımsızlık talep etmesi üzerine bölgeye çok sayıda asker göndermişti. İç savaş sırasında Doğu Pakistan’dan yaklaşık 10 milyon sivilin evlerini terk ederek Hindistan’a göç etmesi üzerine Hindistan hükümeti, Aralık 1971’de bugünkü Bangladeş olarak bilinen Doğu Pakistan’ı işgal etmişti. Pakistan askerlerinin Dakka’da Hindistan güvenlik güçlerine teslim olmasının ardından 16 Aralık 1971’de Doğu Pakistan yeni adıyla Bangladeş olarak bağımsızlığını ilan etmişti. Yaklaşık 9 ay süren bağımsızlık savaşı sırasında 3 milyondan fazla kişi yaşamını yitirmiş, milyonlarcası yaralanmıştı.

Amaç İslam’a Saldırmak

Cemaat-i İslami gibi silaha bulaşmamış grupları önce dünya kamuoyunda belirli medya gruplarıyla iş birliği içine girerek kötü gösterip ardından bunu İslam’la ilişkilendirmek istiyorlar. Dünyada İslamafobyayı yaymak ve müslümanları yapmadıkları bir iş üzerinden yargılamaları en büyük işleri. Tıpkı Mısır’da İhvan’a yaptıkları gibi. Cemaat-i İslami, İhvan gibi grupları tasfiye edip IŞİD gibi terör örgütleriyle dünyada bir İslam algısı oluşturmak isteyenler Mısır’da darbe yaparak Sisi’yi, Bangladeş’te Hasine gibi kişileri kullanıyorlar.

Muhaliflere Baskı Ve Seçmensiz Seçimler

Bangladeş’te iktidarda bulunan Avami Partisi muhalif tüm unsurlara baskı kuruyor. Cemaat-i İslami partisi bu baskıyı en çok hisseden unsur.

Cemaat-i İslami Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Abdülkadir Molla uluslarası baskılara rağmen idam edilmişti.

Ocak ayı başında ülkede yapılan seçimleri de başını Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin (BMP) çektiği, aralarında merkez, sol, sağ ve İslamcı partilerin de olduğu 18 parti boykot etti.

Katılım oranı yüzde 10’da kaldı. Seçimi iktidardaki Avami partisi kazandı.

Ardından da Milliyetçi Parti’nin üç yöneticisi başkent Dakka’da gözaltına alındı.

Dünya’nın en kalabalık Müslüman ülkesi olarak bildiğimiz Bangladeş’te hükümet müslüman liderleri ya hapse, ya da çeşitli çaresizliklere sürüklüyor. Biz de Türkiye’de eğitim gören Bangladeşli Hasan Öz Bangla ile Genç Dergisi’nde yapılan bir röportajı yayınlıyoruz.

Bize Bangladeş’in kuruluşundan, bağımsızlığından bahseder misin?

Bangladeş 1971`de Pakistan’dan ayrıldı. Ayrıldığında Hindistan büyük destek verdi. Çünkü Hindistan iki müslüman ülke arasında kalıyordu ve bundan korktu. O zamanki lider Şeyh Muciburrahman’a yardım etti ve Bangladeş Pakistan’dan ayrıldı. Tarihte bu Hindistan ve Pakistan savaşı olarak geçiyor ama bizim bağımsızlığımız. Savaşta Hindistan askeri vardı. Antlaşma imzalarken de Hindistan’ın komutanı vardı.

Neden peki?

Çünkü o zaman bizim başkanımız Pakistan’da hapisteydi. Bangladeş’e 1972’de geldi. 1947’de İngiltere Hindistan’dan ayrıldığında müslüman olarak da Pakistan ayrıldı.

Bangladeş’in genel etnik yapısından bahseder misin? Hangi milletlerden oluşuyor ve hangi dine mensup insanlar var?

Bangladeş’te %90 Müslüman, %6 Hindu ve %1 civarında Budist var. Çoğunluk müslüman. Halk dindar. Bayramları kutluyoruz. Hinduların da birçok bayramı var ve onlar da kutluyor.

Peki, Bangladeş hükumeti neden kendi halkına zulmediyor? Bağımsızlıktan sonra neler yaşandı? Sıkıntı halkta mı devlet başkanında mı? Neden böyle oluyor?

Şeyh Muciburrahman 1972’de geldiğinde cumhurbaşkanı oldu, halk onu çok sevdi. O zaman başka siyasi parti de yoktu. Gazete ve televizyonları kapattı. 1975’te askeri ayaklanma olduğunda cumhurbaşkanının evinde herkes toplanmıştı. Askerler hırslanmıştı, oradaki herkesi öldürdü. Şimdiki cumhurbaşkanı Şeyh Hasseni ve kardeşi hariç. Onlar yurt dışındaydı. Şeyh Hasseni 1981’de Bangladeş’e geldiğinde partinin başına geçti. 1991’de de Bangladeş demokratik bir ülke oldu. Üç büyük parti vardı. Demokratik olduğunda Milliyetçi Parti ve Cemaat İslam Partisi birlikte iktidara geldi. 1996 seçimlerinde Milliyetçi Parti ayrıldı. Cemaat İslam Partisi diğer parti ile birlikte katıldı. Ancak iki sene sonra ayrıldı çünkü diğer parti müslümanlara karşı cephe almaya başladı. Şimdi, onlar Pakistan’dan ayrılırken bağımsızlığı istemiyorlardı diye suçlanıyorlar. Cemaat İslam Partisi’ndekiler o zaman Pakistan’dan ayrılmanın zor olacağını, Haydarabat gibi olacaklarını düşünüyorlardı. 28 Ekim 20062da iktidarın (Milliyetçi Parti ve Cemaat İslam Partisi) son günüydü ve ülkede büyük bir kargaşa, katliam oldu. Ondan sonra gelen üç aylık geçici hükümet 2008’e kadar kaldı. Bangladeş’teki diğer parti, Cemaat İslam’ın liderlerini öldürmezsem iktidara gelemem diye düşündü. Şimdi onları idam ettirmek istiyor ve Hindistan da destekliyor.

Daha önce böyle bir şey yaşanmış mıydı?

1970’de Cemaat İslam bir kere kapatılmıştı ama o zaman Pakistan’a bağlıydı. Bugünkü kadar büyük bir olay yaşanmamıştı. Bu ilk idam olacak. 5 Mayıs 2013’te anayasadan besmeleyi kaldırdığında toplanan halk da katliama uğramıştı. Üç bin müslüman öldürüldü. Hindistan’dan aldığı destek ve silahlarla...

Şu an Bangladeş’te durum ne?

Hindistan büyük destek veriyor ve idama kararlılar. Hükümet yalancı bir şahit getirdi ve Abdulkadir Molla’yı suçlu gösterdi.

Bangladeş halkının bu karara tutumu nedir?

İlk idam kararı geldikten sonra sokağa çıkanlar oldu ancak yüzlerce kişi öldürüldü. Şu anda halk protestoya devam ediyor. Sokaklar ve tren yolları kapatıldı. Halk, zulme dur diyor.

Bangladeş basını bu olayları dışarı nasıl yansıtıyor?

Basın hükümetin elinde. Zaten iktidara geldikten sonra muhalefet partilerinin televizyon kanallarını ve gazetelerini kapattırdı, çalışanlarını öldürttü. Hükümet ne isterse onu yayınlıyor. Güvenilir bir haber kaynağı değil. Yapılan çalışmaları da engelliyor.

Bangladeşli gençlerin durumları ve bu olaylara bakışı nedir?

Onlar da sokaktalar ve direniyorlar. Eğitim durumlarını ve geleceklerini düşünecek durumda değiller. Gençlerin elli bine yakını hapiste. Türkiye’de okuyanların içinde idam edilmesini isteyenler de var maalesef.

Peki, Bangladeş’in Türkiye veya diğer ülkelerden beklentileri neler?

Öncelikle Türkiye’ye teşekkür etmek istiyorum. İdam kararından sonra protesto ettiler ve destek verdiler. Maddi desteğe ihtiyaç var. Dualarınıza ihtiyacımız var.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Türkiye her zaman zulme karşı, bunu Mısır ve Suriye olaylarında da gördük. Şimdi de Bangladeş’teki zulme karşı, bizleri unutmadılar. Allah razı olsun. 

Bangladeş’teki insanlık dışı idam üzerine dünya susmaya devam ederken en sert tepki Türkiye’den geldi. Türkiye, Cemaati İslami lideri Mutiurrahman Nizami’nin (73)  idamı sonrası Bangladeş’e tepkisini yaptığı açıklamalar ve diplomatik yolla gösterdi. Ankara, Dakka Büyükelçisi Devrim Öztürk’ü de istişarelerde bulunmak üzere başkente çağırdı. Büyükelçi Öztürk’ün gelişmelerle ilgili hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hem de hükümete bilgi vermesi bekleniyor. Büyükelçinin ne kadar Türkiye’de kalacağı ise henüz netleşmiş değil.

Gecenin sabaha en yakın olduğu an karanlığın en koyu olduğu andır. İnşaallah dünya müslümanları olarak yaşadığımız yüz, yüz eli yıllık esaretin sonlarına geldiğimize inanıyoruz. Aydınlık şafağın bir an önce müslüman ümmetin üzerine doğması dileğiyle… Bangladeş Cemat-i İslami lideri Mutiurrahman’ın vasiyeti mahiyetindeki son mektubunu yayınlıyoruz.

Ben Gidiyorum...

Doğduğumda nikâhlandığım ve son nefes diye zaman tayin ettiğim buluşmaya gidiyorum. Korkmuyorum. Ardımda pişmanlıklarım var, ama üzgün değilim. Kırgınım! Sözünü unutanlara, kardeşinin elini tutmayanlara, düşeni kaldırmayanlara, Allah için gözyaşlarını sakınanlara, resimlerimizi “like” için kullanıp gördüklerini yaşanmamış kabul edenlere, zalimin yanında durup mazluma timsah gözyaşları dökenlere, kıyama kalkmayı kolay zannedip elindekini muhafaza etmek için bahane satanlara, alanlara kırgınım. Bu kırgınlıkları kavuşacağım Rabbime söyleyeceğim.

Vuslat bu. Nerede buluşacağı belli olmuyor insanın. Bazen 14 yaşındaki bir kızı Kudüs’te pazarda buluyor. Kafasına sıkılan bir kurşunla göçüyor. Elbisesine bulaşıyor kan. Huzura çıkmadan önce melekler yıkıyor onu.

“Senin kardeşin benim. Bu katillerle niye anlaşıyorsun?” diyemiyor.

Bazen vuslatına yürümen gerekiyor. Seni evinde bulsun istediğin buluşma için önce evinden ayrılman gerekebiliyor. Sonu görünmeyen bir yolu merakla yürümen gerekiyor. Yol bitip de deniz başlayınca acı acı yutkunmak serbest suya atlamadan önce. Bir kıyıya varıyor elbet denizin sonu. Kıyıya ya canlı varıyorsun ya da cansız vuruyorsun.

“Benim evim sizin hesaplarınızdan daha anlamlıydı. Hırsınızdan büyüktü odalarımız. Niye yaktınız çocuklarımızın gözlerimiz önünde büyüyecekleri resimleri? Mutlu musunuz şimdi?” diyemiyorsun..

Bazen evinde de buluyor seni. Dumanlar yükselmeye başlıyor birden. Zaten taş binada oturmasına izin verilmeyenlerin çabuk tutuşan evlerine ateş sıçrıyor. Bütün seslerin gökyüzünde toplandığını düşünürseniz günün her saati bir “ah” asılır Arakan’dan o gökyüzüne. Çocuklar ölür. Çıplak ayakları ve toza bulanmış yüzlerine bakmayın. Tertemiz gider onlar. Kadınlar ölür. Adamlar ölür. Yanarak ölür, kahırla ölürler. Cennet meyvesi pahalıdır. Kalp, asıl sahibine dönene kadar acır insan. Sonrası umman, kevser, Peygamber!

Müslümanlar etle tırnak gibi midir gerçekten? Sökülüyor tırnaklarımız. Etiniz acımıyor mu, diyemezler…

Ahzab Suresi’nde övülen adam ve kadınlardan çok anlatabilirim size. Sizin üzüldükleriniz için son diye yazılan haberlerin “son” olduğunu mu zannediyorsunuz? Acıyı onlar çekiyor da size pay düşmeyecek mi zannediyorsunuz? Daha ilkokulda öğretmene şikayet edilmekten korkanlar! Sizi Allah’a şikayet etmeye gidiyoruz. Her yaptığınızı, her yapmadığınızı, her söylediğinizi, her sustuğunuzu, her gördüğünüzü, her gözünüzü kapadığınızı, her oturuşunuzu, her kalkmayışınızı bir bir not aldım. Her şeyi anlatacağım.

Ben gidiyorum…

Ardımda bir fikir kalsın istiyorum. Zorla karşılaşınca ölüm korkusundan istikametini şaşıranlarla biz ölümden aynı şeyi anlamıyoruz. Bu bir imtihandı. Kolay olacağını söylemedi kimse. Sancısız olacağını, bedelsiz olacağını. Bu yola baş koymak, sonunda gerekirse bu uğurda o baştan vazgeçmek demekti. Bizim için karar aldıklarını zanneden ahmaklar var. Bu karar ancak göklerde alınmış olabilir. Siz kimsiniz ki!

Kulunu razı etmek için Yaratıcıyı üzecek değiliz!

Ben gidiyorum…

Benden önce giden arkadaşlarımın yanına, Rasulullah’ın yanına. Siz kalacaksınız. Kimin doğru olduğu benim gittiğim yerde çıkacak ortaya…

Ben gidiyorum…

Çeki düzen verin kendinize. Sıranın size de geleceğini unutmayın. Şehadetin şehid gibi yaşayanlara nasip olacağını, Allah’tan başkasına kul olunmayacağını hatırlayın her daim.

Ben gidiyorum…

İbret alın bu yolculuktan. Bir araya geldiklerinde sadece aynı anda ayaklarını yere vursalar dünyayı sallayacak kalabalıktaki sizler, kardeşlerim. Sizin gözünüzün önünde yürüyeceğim ipe. Korku görmeyeceksiniz. Endişe sezmeyeceksiniz. Öfkemi de beraberimde götüreceğim.

Ben gidiyorum…

Dilerim bu gidiş size kim olduğunuzu hatırlatsın. Mazlumlar için ayağa kalkmanın bir yolunu bulmanızı sağlasın. İpler adedince baş istense, ama deseler ki bu bedel kıyam içindir, az kalır giden başlar! Boşuna terk etmez canımız bedenimizi. Mükafatını O’ndan biliriz. Kalanlara ibret olmadığı üzer bizi…

Size son sözlerim şudur;

Her zaman batılın, zulmün ve haksızlığın karşısında ilmi mücadeleye devam edeceksiniz. Bir mümin asla Allah’tan ümidini kesmez. Hayatınızın sonuna kadar Allah yolunda bir gaye ile görevinizi sürdüreceksiniz. Batılın tüm tuzaklarına ilim yoluyla cevap vereceksiniz. Kadınlarımızın yetiştirilmesine ve ahlak yoluna önem vereceksiniz. Cemaat-i İslami’de asla bir lider problemi yaşanmayacaktır. Durum ne kadar kötü olursa, o kadar iyi ve kaliteli liderler yetişecektir. Ben yaşlandım. Rabbim her an canımı alabilir. Ben şehit olarak Allah`ın huzuruna gitmek istiyorum. Benim şehadetim ile beraber değişim başlayacaktır. Halkım ve dünya müslümanlarından dua istiyorum. Eğer dünyada bir daha görüşemezsek, cennette görüşeceğimizi ümit ediyorum inşaallah.

Mutiurrahman Nizami

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

Teslimiyet

Teslimiyet; Allah'ın Bizimle Rahatlığını Sağlama Çabasıdır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Teslimiyet; Allah'ın Bizimle Rahatlığını Sağlama Çabasıdır

 

Teslimiyet; “tesleme” fiilinden gelir. Boyun eğmek, başa gelen hadiseleri itirazsız kabullenmek ve selamete çıkmaktır. Teslimiyet dinimizin temelidir. Çünkü her şey İslam akaidinde teslimiyet üstünedir. Teslimiyet olmadan ne dinin rükünleri anlaşılır ne de gerçek manada iman edilir.

Herkes için geçerliliği muhakkak ki kişi yanlarında rahat ettiği insanlarla dostluk kurar ve bu dostluğunu geliştirerek sürdürür. Kul ile Rabbimiz Allah (cc) arasındaki münasebette böyledir. Rabbimiz Allah (cc) kendisiyle olmaya namzet gönüllerde tecelli bulur. Yere göğe sığmayan Mevla ancak Mümin kulununun gönlünde rahat olmuş ki tecelli etmiş ve kensini bulmak isteyenlere orayı işaret etmiştir. Bu sebeple tasavvuf büyüklerimiz buyurmuşlar ki: “Kabeyi yık ama mümin kardeşinin gönlünü kırma!” İşte buradaki bahsi geçen gönül de ancak gerçek sevgiliye kapısını açan, mahremiyetini sonuna kadar muhafaza eden bakir kalabilmiş, içerisine çer çöp ne varsa dünyalık heva ve hevesleri doldurmamış gerçek sahibine tecelligah olmaya namzet paspak gönüllerdir. İşte bu gönle sahip insan kamil insandır.

Kemalat gönlü temiz tutabilmek ile mümkündür. Bunun da ilk yolu teslimiyettir. Çünkü teslimiyet hakikatte: Allah’ın (cc) bizimle rahatlığını sağlama çabasıdır. Bu çaba yaradılış sebebimizdir. Rabbimizin bize karşı bıraktığımız, bizim de O’na olan yabancılığımız temelde ele alınması gereken başlı başına itikadi bir sorundur. Aksi takdirde bu bir tasavvufi konudur deyip dinin asliyetinden soyutlamaya çalışmak ise ayrı bir hakikatten kaçış yöntemidir. 

Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin verdiği misal çok manidardır. Buyurmuşlardır ki: “Limon dediğimizde o an yemediğimiz halde dudaklarımız ve yüzümüz ister istemez ekşimsi bir halde buruşurken, Allah dediğimiz de acaba neden bir şey hissedemiyoruz?”

Bu yabancılaşmanın sebebi nedir hiç düşündük mü? Bizi yaradan, her şeyden fazla seven, bizi kendisine vekili tayin eden Rabbimiz Allah (cc) hakkında hiçbir şey bilmemek, O’ndan habersiz yaşamak, hissiyatımızda bile bir karşılık bulamadığımız Allah’a (cc) seni seviyorum demek ne kadar inandırıcı olabilir. 

Rad Suresi 28. ayeti celilede: “Kalpler ancak Allah’ı zikir ile mutmain olur.” buyrulur. Zikir Allah’ı anmaktır. Allah ismi beş harfin bir araya gelmesinden mütevellitken. Kainata sığamayacak kadar geniş olan bu manayı anlayabilmenin yegane yolu gönlümüzü O’na açmak ile mümkündür. 

Dünyalık bir işi anlamak için gösterdiğimiz himmetin ne kadarını hakikati anlamaya gösterebiliyoruz. Gönlümüzü işgal ederek bizi kuşatan meşguliyetlerimiz neler, hayatımızda değer verdiğimiz, öncelik alanlarımızı ne oluşturuyor? İşte bunların cevabı bizim Rabbimiz indindeki yerimizin de en bariz göstergesidir. 

Kul olarak Rabbimiz tarafından bizlere bahşedilen hayat, hem erkekler hem kadınlar için bir imtihandır. Bu imtihan, insanların nefslerine ağır gelse de, hikmetini bilmeseler de, müslüman olmak istiyorlarsa, Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. İslam; teslimiyeti, teslimiyet Allah’a güvenmeyi ve ona tevekkül etmeyi gerektirir. Tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini beraberinde getirir.

Demek ki, Allah’a (cc) iman eden O’na teslim olmak durumundadır. Çünkü, Allah’a iman etmek, O’nun isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatlarının hepsinin güzel olduğuna iman etmek demektir. Kur’an surelerinin başında kendini “Rahman ve Rahim” olarak takdim eden Allah’a hüsnüzan etmek, O’nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu düşünmek, “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.” Düşüncesini kalbine yerleştirmek gerekir.

Bir şeyin başta hayırlı, sonunda kötü olması muhtemel olduğu gibi, başta kötü sonunda güzel olma ihtimali de her zaman vardır. Bu husus Kur’an’da Bakara Suresi 216. ayette açıkça ifade edilmiştir: “Hoşlanmazsanız da savaş size farz kılındı. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Ve olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli, kötü olur. İşin sonucunu, gerçeğini Allah bilir, ama siz bilemezsiniz.” 

İman ettiğimiz Allah (cc), mademki hakimdir, öyleyse abes iş yapmaz; mademki adildir öyleyse zulüm etmez; madem ki Rahimdir öyleyse kullarına karşı son derece şefkatlidir, öyleyse başa gelen sıkıntılar şefkat tokadı türünden birer uyarıdır. Her biri birer rahmettir. Çünkü Allah (cc) yarattıklarına ve tabi ki kullarına en merhametli olandır.

Bu manaları biraz açacak olursak, imanla teslimiyet birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir İman edene “mümin”, teslim olana ise “müslüman” denir. 

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kainatın yaratıcısını tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Zira Yüce Allah, “Cinleri ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat 56) buyurmaktadır. Demek ki insanın yaratılış gayesi, Allah’ı tanımak, O’na iman edip kuvvetli iman ile varlığını ve birliğini tasdik etmektir. 

Teslimiyet kelimesi zikredilince, hatıra İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselam gelir. Bu bakımdan pek çok rüknü itibariyle bu peygamberlerin teslimiyet abidesi içeren hayatlarını kısaca hatırlatmadan geçemeyeceğim.

Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet onda zirvede idi. Onun içindir ki “hillet”, ona tahsis edilmiş ve “Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” mealindeki âyet bu hılleti anlatmaktadır. O, Cenabı Hakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş; hatta O’na “evladını kes” denilince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemiştir. “Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak.” emri geldiğinde, hemen emri yerine getirmiş. Sonra da arkasına bakmadan çekip gitmiştir. 

Yine başka bir örnek de İbrahim Hakkı hazretlerinden. Meşhur şiirinde bunun örneğini şöyle belirtmiştir;

“Hak şerleri hayreyler/Zannetme ki gayr eyler

Mevla görelim neyler/Neylerse güzel eyler.”

İbrahim aleyhisselâm, ateşe atılacağı zaman melekler yardımına gelmişti. Ancak O: “Size ihtiyacım yok!.. Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir?” demiş ve “Allah ne güzel vekildir!” diyerek Rabbine sığınmıştır.

O’nun bu teslîmiyetinin biri mükâfâtı olarak ateşe: “Ey ateş! İbrahim’e serin ve selamet ol!” (Enbiya 69) buyrulmuştur. İbrahim aleyhisselamın malı da, Cebrail aleyhisselamın Cenabı Hakk’ı üç defa zikretmesi neticesinde, nazarında ehemmiyetsiz bir hale gelmiş ve ona: “Al bunların hepsini götür!” demiştir.

Yine İbrahim aleyhisselam, evladı İsmail’i kurban etmekle imtihan edilmiş ve Cenabı Hakk’ın emrine gösterdiği teslimiyet ile bu imtihanı da yüzünün akıyla geçebilmiştir.

İşte gerçek kulluk, teslimiyettir. Çünkü Allah (cc) kulunun kendisinden başkasına ram olmasını istemez. Teslimiyet, muhabbete dayalı bir itaat işidir. Bu itaat ve teslimiyet bereketiyle İbrahim aleyhisselam’a, canı, malı ve evladı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkil edemedi. Hac ibadeti de, Ondan sonra gelecek biz ümmetlere de O’nun Rabbine tevekkül ve teslimiyetinin kıyamete kadar devam edecek en güzel bir sembolü oldu.

Çünkü İbrâhim aleyhisselam’ın dili kalbine tercümanlık yaparak daima: “Ben alemlerin Rabbine teslim oldum!” (Bakara 131) demekteydi.

Bu sebepten dolayıdır ki, Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail aleyhimesselamın tevekkül ve teslimiyetlerinin sembolü olan hac, beşerî sıfatlardan soyunup bir mağfiret iklimine; teslimiyet ve tevekküle giriştir. Hac, muhabbet dolu bir kulluğun ifasıdır.

Rıza ve teslimiyet manevi makamların en yüce derecesi olup, bir yönü de ilahi muhabbettir. Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi, muhabbeti nispetinde kucaklar. Rabiatü’l-Adeviyye: “Seven, sevdiğine itaat eder.” buyurur. Ashabı kiram da, Peygamber Efendimiz’e (sav) olan sonsuz sevgi, bağlılık ve itaatleri nispetinde tekamül etmişlerdir. Sevgi ve teslimiyetle itirazsız boyun eğmeleri sayesinde bütün ümmete numune yıldız şahsiyetler olmuşlardır.

Teslimiyet, muhabbete bağlı olduğundan, bazı tasavvuf ehli büyüklerimiz, tasavvufun tarifini bu noktadan yapmışlardır. Örneğin, pek çok büyüğümüz tasavvufu: “Kovulsa bile, kişinin sevgilisinin kapısında diz çöküp sadakat ve teslimiyetle beklemesidir.” diye tarif etmiştir. 

Aynı şekilde, Ruveym bin Ahmed Hazretleri de (ks): “Tasavvuf, nefsi Allah Teala’nın iradesine teslim etmektir.” der. Teslimiyetin bu önemine dikkatleri çekmek için hat sanatında yazılan ve dergahlarda baş köşe de okumaya müsait bir yerde asılan: “Ah teslimiyet!” levhası, bütün sadeliğiyle gönüllerdeki yerini alır. 

Kulun Allah’a teslimiyeti, Allah hakkındaki bilgisi ve O’na olan imanı nisbetindedir. Teslimiyet, kulluğun özünü oluşturması bakımından, kalbin Allah’a olan en mühim yönelişidir. Bu yöneliş imanla başlar, marifetullah arttıkça o da artarak devam eder. Mevlana (ks), fenâ fillah mertebesine kavuşabilmenin sırrının, mutlak teslimiyette olduğunu şu şekilde ifade eder: 

En basit bir misalde bile deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni başı üzerinde gezdirir.” 

Allah’a teslimiyet, hayaldeki, varsayılan bir kavrama teslimiyetle olmaz. Allah’a teslimiyet Rasulullah’a (sav) teslimiyet ile mümkündür. “Allah’a ve Rasulü’ne uyunuz.” ayeti bunun sonucudur. Ben kendi düşüncemdeki Allah”a teslim oluyorum, diyen kişi; ben Rasulullah’ı kabul etmiyorum, ben Rasulsüz Allah’a teslim oluyorum diyen kişiye benzer ki bu başlı başına bir sapıklıktır. Halbuki; Rasulullah’a gerek olmadan Allah’a vasıl olmak, Allah’ı bilmek, idrak etmek hiç mümkün değildir.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

büyüklerin dili ve gözünden

Büyüklerin Dili ve Gözüyle Hazreti Peygamber - İhsan KERİMOĞLU

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Büyüklerin Dİli ve Gözüyle Hazreti Peygamber

 

“Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için, Hazreti Muhammed’in (sav) elinden ve gönlünden başka hiçbir anahtar yoktur!” (Şems-i Tebrizi)

“Hz. Muhammed’in (sav) mübarek nefesleri ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir. O’na (sav) benzer birisi ne bu aleme gelmiştir, ne de bundan sonra gelecektir.” (Hz. Mevlana)

Kemal-i zatının na’tı anılmaz yâ Rasulullah,
Kalır levh-ü kalem misalin yazılmaz yâ Rasulullah
Senin medhinde şirket eylersem Mevlâ’ya mâzurum,
Bu bâbda cürm-ü isyânıma bakılmaz yâ Rasulullah
Şeyh Gâlib

Hak yarattı âlemi, aşkına Muhammed’in,
Ay-u günü yarattı, şevkine Muhammed’in
Yunus Emre

Bütün din ve tarikat büyükleri, silsile-i aliyye radıyallâhu anhum ecmainin, maddi ve manevi hayatları, tüm kainatı etkileyen eşsiz güzellikteki, eser, söz ve ef’alleri, aklı selim düşünceyle incelendiği takdirde, hepsinde; “Ben Kur’an’ın kulu, kölesi, Hz. Muhammed’in (sav) bastığı yerin toprağım!” diyen Mevlana’nın şu müstesna beyitlerinde ifadesini bulan engin ve deruni mânâların neş’et ettiği görünür. Rabbani, çok ulvi bir aşk ve her cihetiyle Muhammedî olan bir ahlak özelliği dışında, mana büyüklerimizde daha farklı beşeri vasıflar aramak manevi idrak ve şuur eksikliğinden kaynaklanır. 

Hz. Peygamberimiz’e (sav) duydukları benzersiz muhabbetle aşıklara sertâc olan bizim yolumuzun büyükleri; Ahmed, Mahmûd, Muhammed ism-i şerifinin lahuti manalarında eriyip giden gönüller sultanıdırlar…

O’nun (sav) ism-i şeriflerinin ve aşkının lahuti manasında nasıl eriyip, hiç olunmasınlar ki… “Bütün bağışlar ve ihsanlar ilk önce Hz. Muhammed’in (sav) üzerine döküldü; ondan sonra başkalarının üzerine dağıtıldı.” (Hz. Mevlana; Fihi Mâfih, 342) 

Çünkü O (sav), Hâtemü’l Enbiyâ’dır. Bu söz “hem ulvi varlığıyla peygamberlik makamını mühürleyip kapatan, hem de mühürleri açmada tek ve eşiz olan ulu zat” manâsına gelir. Kur’an’da sözü edilen tüm mühürler ancak O’nun (sav) ilâhi varlığıyla açılır. Bundan sebeptir ki, Hz. Hamza’yı şehid edecek kadar can gözü kapalı olan Vahşi’nin gönlündeki ve gözündeki mühürler de bizatihi Gaye-İnsan ve Ufuk Peygamberimiz’in (sav) kudret eliyle açılmıştır.

Sultân-ı rüsûl, şâh-ı mümeccedsin Efendim!...
Biçârelere devlet-i sermedsin Efendim!...
Divân-ı ilâhîde ser-âmedsin Efendim!...
Menşûr-ı leâmrüke mü’eyyedsin Efendim!...
Sen Ahmed ü, Mahmud u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!
Şeyh Galib

“Mühürleri kaldırmada, kilitleri açmada sonsun, sonuncusun. Canlar bağışlayan mânâ dünyasının da bir tek hâtemi sensin.” (Mesnevi, Cilt 6, Sayfa 167)

“İnsan Suresi 30. ayette “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” buyrulmuştur. Yani, ‘Ey Muhammed Mustafa, Sen ne istersen, o bizim isteğimizdir. Çünkü senin isteğin nefs için değildir, heva, heves değildir. Senin isteğin tümüyle Bizim isteğimizdir.” demektir bu. Her şey ancak O (sav) isteyince olur. Bazı kimseler de derler ki; “Buradaki isteyemezsiniz sözü sahabeye ve ümmete söylenmiştir.” Yani; “Ey ümmetim, siz isteyemezsiniz, doğru yolu aramayı da bilmezsiniz. Ben ki Allah’ın elçisiyim, ancak Ben isterim.” Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için, Hz. Muhammed’in (sav) elinden ve gönlünden başka hiçbir anahtar yoktur.” (Şems-i Tebrizi, Makalat, Cilt 1, Sayfa 63)

Şems-i Tebrizi hazretlerinin yukarıdaki sözlerinden de anlaşıldığı üzeri, ancak Peygamber Efendimiz’in (sav) istek ve arzusu, Cenabı Allah’ın da dilek ve isteği olarak tecelli etmekte, zuhur sahasına çıkmaktadır.

“Önderinin, yol gösterici ve mihmandırının Hz. Muhammed (sav) olduğunu bil. Her şey önce Hz. Muhammed’in (sav) eline gelmeden bizlere ulaşmaz!..” (Fihi Mâfih, Sayfa 343)

Hz. Mevlana En’âm Suresi’nde şanı övülmüş, “Abese Sultanı” olarak vasfettiği Peygamber Efendimiz’e (sav), tüm eserlerinde sözün güzeliyle hitap ederek şöyle demiştir:

“Hazret-i Ahmed, varlığın hülasası, vücudun zübdesi, sefa denizi, naziri olmayan lütuf sahibi Peygamber, kerem sahibi, şeker huylu, Mustafa, vennecmi padişahı, abese sultanı, peygamberler padişahı, seçilmiş peygamber, can bağışlayanlar âleminde bir hatem, peygamberliğin en yüksek makamına sahip olan, önüne ön olmayan âlemin tercümanı, Arab’ın, Acemin en fasihi, ilim ve kerem madeni, davulsuz bayraksız padişahlar padişahı, kainatın ulusu, varlıkların, var olanın sultanı, şeriat sahibi, yeryüzünün ve gökyüzünün ışığı, Allah’ın elçisi, özü sözü doğru olan, iyi işlerde imam olan, keremler ve kerametlere düzen veren Mustafa, şefaatçi dost, yüce bir ışık, âlemin de âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemlerin rahmeti, âdemoğullarının övüncü, şefaat kemerini beline bağlayan, âhiret âleminin güneşi, Âdemoğullarının rahmeti, kıyamet şefaatçisi, kainatın peygamberi, yaratılmışların en ulusu, o seçilmiş elçi, o kadri yüce sefir, “Sonra yaklaştı, yakınlaştı.Makamına yaklaştırılmış olan, iki yay kadar kaldı araları, yahut daha yakın.” (Necm 8-9) ayetiyle durağı bildirilen, önce gelenlerin de hayırlısı, sonra gelenlerin de hayırlısı, peygamberlerin nihayeti, varlıkların özü-özeti, apaçık deliller gösteren; sonu, ucu-bucağı bulunmayan, kıyaslanmayan bir deniz olan, En’am ayetiyle şanı övülmüş bulunan; cennetin, cennet bahçelerinin kilidi; sırlarda ve gerçeklerdeki remizleri açan, “Gerçekten de biz sana kevseri verdik.” fermanıyla alemleri aydınlatan güneş, ey Kur’an okuyanların padişahı….”

Aşk Sultanı Mevlana; her yerde ve her fırsatta Hazreti Peygamberimiz’i (sav) ârifane bir şekilde sözlerin en latifi, en naif ve en cevvaliyle dile getirse bile, yine de şekle sûrete bürünen kelimeler gönlündeki aşk-umuhabbeti ifade etmeye kâfi gelmemiş; tüm varlığıyla iki cihan padişahına köle kesilmiştir.

Yine dil nâ’tını söyler ya Muhammed,
Dil-ü can mülkünü toylar ya Muhammed,
Ne kâdirim Seni methetmeye ben,
Kemâfi methi Hakk söyler ya Muhammed.
Niyâzi Mısri

Her kamil mü’min bilir ki, İlâhi olan bu ezel davasının kazanılması “Aşk-ı Muhammedi” kelimesinin içinde sırlanmıştır.

Dünyevi akıl, fikir, şuur, tefekkür, teakkül ve tezekkürün, kelam ve beyanın çok ötesindeki bir muhabbetle Cenabı Hakk’ın âli, mücella, mualla övgüsüne mazhar olan Peygamber Efendimiz (sav) her fâni gibi yüzyıllar önce dünyamızı şereflendirmiş olsa da, hepimiz biliriz ki, kâinatta ilk yaratılan Hz. Muhammed’in (sav) nurudur!..

O nurdan da tüm alemler yaratılmıştır. Cenabı Allah’ın nurundan bir nur ile yaratılan insanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sav) de evvel, ahir, zâhir ve bâtındır. Şu bir hakikat ki; yüce Peygamberimiz (sav) ne doğmuştur, ne de bu âlemi terk edip gitmiştir!.. O’nun nuru daha âlemler yaratılmadan vardı. Bundan sonra da ilahî varlığıyla hep bâki olacaktır…

On sekiz bin âlemin Mustafası; “Levlâke levlâk, lemâ halaktul eflâk” hitabının sahibi olan Peygamberimiz (sav) sahih bir hadis-i şerifte; “Cenabı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken, ben Peygamberdim.” buyurmuşlardır.

Yine, Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular: “Ben görünüşte maddi olarak Adem’in neslinden gelmiş olsam da, mânâ bakımından Âdem’in atasının atasıyım. Meleklerin Âdem’e secde etmeleri benim yüzümdendir.” (Mesnevi, cilt 4, sayfa 525)

Evet, mana gülistanı açıldı açılalı hiçbir beyan bülbülü, hadiseleri Hz. Peygamber (sav) kadar, naif, nezih, mücella, mualla, müberra ve müstesna bir üslup ile terennüm etmemiş, edememiştir... Zira O (sav) lâl-ü güher ifadeleri ve cevami-ül kelim sırrıyla; bir çiçekte baharı, bir zerrede, güneşi, bir damlada tufanları, bir tek katrede ummanları ve bir çiçekte baharları insanlığın önüne sermiş, en ağır, eskal-ü sekul hadiseleri dahi denizi ibrikte gösterme maharetiyle serdetmiş, insanlığın müşahedesine sunmuştur.

Çünkü, “Hz. Muhammed, güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (Nursî Said, M. Nuriye, Reşhalar, 3. Reşha, 23)

Yine O (sav): “Kainat mescidinde ve camisindeki Mekke mihrabında, bütün ehl-i imana imam, Medine menberinde bütün insanlara hatiptir.” (Nursi Said, Mektubat, s. 194) 

Hz. Muhammed’in (sav), eşyaya mânâ kazandıran ve şu kâinat ağacının hem çekirdeği ve hem de semeresi olduğunu yine Bediüzzaman hazretleri, Mesnevi-i Nuriye’de şöyle tavsif eder: 

“Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedi o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. 

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı ve cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya Nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur.” (Nursi Said; Mektubat s, 194)

“Bütün peygamberlerin “Ya Rabbi, beni O’nun ümmetinden kıl” dedikleri Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) söz gelince hiçbir şey söyleyemem. Çünkü O’nun işi pek yücedir. Şüphe yok ki, Allah, O’nu kerem denizine batırıp çıkarırken mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber yaratılmıştır. Geri kalan damlalardan da Allah velileri, evliyalar yaratılmıştır. Öyle ise onları birbirinden nasıl ayırabilirim? Ancak en son gelen Peygamber evvelkilerin hepsinden çok daha üstün derim.” (Şems-i Tebrizi, Makâlât, cilt 1, Sayfa 217)

Gündüzler O’nun (sav) güzel yüzünün aydınlığı, geceler ise siyah saçlarının gölgesidir. Zira O (sav) öyle üstün bir varlıktır ki, imtihan günü Miraç’ta yedi kat göğün hazinelerinden hiçbirisine dönüp bakmadı. Temiz gönlünü hiçbirisine kaptırmadı. 

O’nu görebilmek için yedi kat göğün ufukları hurilerle; peygamberlerin, ermişlerin ruhları ile dolmuştu. Fakat O’nda Allah sevgisinden başka bir şey yoktu. 

O Allah’ın büyüklüğü, kudreti ve sevgisi ile öylesine dolmuştu ki, Allah’a en yakın olanlar dahi oraya yol bulamazlardı…Bunu ifade sadedince bir defasında şöyle buyuracaklardı; “Gözümüz Hakk’tan başkasına meyletmedi, O’ndan gayrıya bakmadı. Bizim gözümüz kuzgunlar gibi dünya leşine kaymadı…. Biz cümle âlemi renklendiren, güzelleştiren Hakk’ın mestiyiz, bağın bahçenin değil..”

Mana göklerinin hazineleri bile Aziz Peygamberimiz’in (sav) gözüne bir saman çöpü gibi değersiz görünürken; Mekke, Şam, Irak ne olabilir ki, onlara karşı istek duysun da, oraları elde edebilmek için savaşlara girişsin?

Filhakika O, “abdiyyet” rütbesiyle iftihâr eden bir zât-ı Şeriftir. Kibirden münezzeh, her âcize merhamet eden, kafire bile merhamet elini uzatan bir Habîb-i Kibriyâdır.

Bir saygı ifadesi olarak huzurunda fazlaca eğildikleri vakit, “Yapmayın, yapmayın, ben çömlek içinde et yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek herkesin gönlünü alan, nezâket-i beşeriyetin ölçüsüne girmeyen, hiç kimsenin yüzünün kızardığını istemeyen, Cenabı Hakk’ın geniş merhametini îlan eden, âciz insana tapmayı, zalime meyletmeyi yasak eden, zalime muâvenet kastıyla çalışanın alnı secdede çürüse dahi derhal İslam defterinden kaydını silen, nazar-ı lütfuyla bir mücrime baksa, o mücrimi ind-i İlahîde Cibril kadar muhterem eyleyen bir Rasul-i Muazzamdır.

“Evet, evet, evet! Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki, şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak!” (Nursî Said; Sözler, 10.söz, 2. Zeyl, 107)

Gül açmaz, çağlayan akmaz,
İlahi nurun olmazsa,
Söner âlem, nefes kalmaz,
Felek manzurun olmazsa.
Yaman Dede

 

Yazar: İhsan KERİMOĞLU

 

Akl ı Selimin

Akl-ı Selimin Kalbe Hakim Olması İçin On Dokuz Düstura Riayet Şarttır - 2 - Mücahit OMURTAY

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Akl-ı Selimin Kalbe Hakim Olması İçin On Dokuz Düstura Riayet Şarttır - 2

 

Aklın Beşinci Düsturu: Muamelede Vefadarlıkla Sebat Etmektir

Aklın beden şehrine hükümran olabilmesi için bütün akid ve alışveriş ve hülasa bütün uhdelerde, sözleşmelerde vefadarlıkla hareket etmek ve o harekette sebatla devam etmek, ahlak olarak İslam’ın en mühim şartlarından birisidir. Maatteessüf müslümanım deyip de ihmal etmiş olduğumuz bir şey varsa, bu ahlaki dusturdur. Hepimiz iman ve ibadette müslümanız, lakin akit ve alışverişlerimizde gayrı müslimler gibi hareket ediyoruz. Mevlana’nın tabiri ile: Ey kardeş! Her gün ambara bir tane atıyorsun veya bir avuç biriktiriyorsun; nice amel, zikir ve ibadet ediyorsun. Eğer ambarın altında bir fare taneleri çalmıyorsa, ambara atıp toplamış olduğun taneler nerede, neden semere vermiyor? Ne için bir tane bir başak olarak görülmüyor? Demek ki fare çalıyormuş. Farenin çalmaması için şu ayeti kerimenin emrine uymak mecburiyetindeyiz:

“Ey iman edenler bağlandığınız ve sözleştiğiniz akitleri yerine getirin.” (Maide 1) buyrulmuştur.

Gerek sizinle Cenabı Hak ve gerekse sizin kendi aralarınızdaki sözleşmekte bulunduğunuz sözleri ve ahitleri yerine getirin, hiyanet etmeyin. Çünkü Allah ve O’nun Rasulü tarafından beyan olunan hükümler, din; o hükme inanmak, iman; aynı hükümleri icra etmek de İslam’dır. İş böyle olunca her insan ahlaken kendisi ile Allah arasındaki muameleyi, kendisiyle halk arasındaki muameleyi, ruhu ile nefsi arasındaki muameleyi bilmelidir, inanmalıdır ve icra etmelidir. İşte İslam kelimesi bu manayı kuşatan zarftır. Eğer içindeki dışına taşkınlık yaparsa akl ve kalb, nefsin pençesinden kurtulamaz. Bu takdirde fare gibi şeytan hayrlı amelleri çalar.

Vefadarlığın manası, Allahu Teala’nın ve kulunun haklarını yerine getirmek için cefaya tahammül ve maksada kavuşmak için de var olanı harcamaktır. Meşru kazanmak için de, aza kanaat, helal lokmayı taleb etmektir. Bunlar varsa vefadarlık vardır; yoksa yoktur. Hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: “Akıllı kimseden hidayet yolunu taleb ederseniz doğru yolu bulmuş ve seçmiş olursunuz. Akıllılara isyan etmeyin, aksi takdirde pişman olursunuz.” Yani her kiminle bir kardeşlik biatı veyahut alış verişte akid, almak ve satmakta sözleşme olursa mutlak onu yerine getirmek mecburiyeti vardır. Öyleyse akılılara bir işte danışılırsa fikrine riayet etmek gerekir; fikrine riayet edilmediği takdirde bildirmek gerekir. Her iş böyle. Mesela bir yerden on lira borç aldık ay başında vereceğimize söz verdik fakat bir saat veya bir gün sonra vermeye güç bulduysak ay başını beklemek vefasızlıktır. İlk fırsatta borçu vermemiz vefadarlıkdır. Sözleşme zamanınından tehir etmek, hiyanet ve haramdır. Böylece kıyas olunur. Şüphesiz ahid ve muamelede vefadarlık dediğimiz zaman haram olmayan yerlerde kast ediyoruz. Nitekim hadisi şerifte de: “Üzerinde emrimiz olmayan bir ameli işleyenin ameli merduttur.” buyrulmuştur. Binaenaleyh sünnetle sabit olmayan veyahut yasak olunan her ahlak, vefasızlık ve hiyanetten sayılmaktadır, ki ruhi vazifelerde bunun izahı gelmektedir.

Altı, Yedi, Sekizinci Düstur: Meleki Hissini Galib Kılmakla Ahireti Ve Hayrlıları Tercih Etmektir

Dini dünyada tercih ve Allah dostlarının yoluna uymak, hayırlıları seçmek ve onlarla beraber olmak, gerek ruhani gerekse bedeni güzel ahlakın tahsili için en kuvvetli düsturdur. Cenabı Hak Kur’an-ı Hakim’de ashaba emirlerini bu hususta şöyle emretmektedir.

“(Habibim) De ki: Eğer babalarınız, oğularınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, O’nun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise artık O’nun emri (azabı) gelinceye kadar bekleye durun. Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.”

Bu ayeti kerimede aklı selim ve kalbin ne şekilde nefse galib gelmesi ve beden şehrine nasıl hükümran olabileceği fevkalade beyan edilmektedir.

Nefsin arzusunu dinin maslahatı üzerine tercih edenlerin hakkında acilen veya peşinen azabın görülmesini de tasrih etmektedir. O halde ruhu nefse galebe kılmak için bu ayetin emrine uymak şarttır.

Şöyle ki maziye nazaran babalarla övünmek, istikbale nazaran oğullardan meded beklemek, gazab kuvvetinin tahrikine kardeş ve biraderleri alet edinmek, şehvet kuvvetine de eşlerle takviye etmek arzusu ve temayülü insanda fıtrİ birer duygudur. Zahirde karşıdakinin kalbini korkutmak için kabile ve mal ile övünmek de yine doğuşta mevcut duygulardır. Onların zevalinden korkmak, şeytan ve nefsin desiselerindendir. Binaenaleyh bir insan kendini karşı tarafa beğendirmek için babaları ile övünür; zayıf ve düçar düşmek anında da Allah’ı unutup oğullarından meded bekler, karşılarındakileri bunlarla korkutur. İç hisler böyle olduğu gibi dışarıda insi ve cinni şeytanlar bunlarla kalbi istila edip aklı selimin şuur hükmünü yani vicdanı bozarlar. 

İnsanın vahime kuvvetinde babalarla övünmek, aslıyla kibirlenmek nefsi natıkanın içinde tıbkı bir put gibi durur. Bunun çaresi, “Babanızı hatırlayıp andığınız gibi Allahu Teala’yı da anınız.” (Bakara 200) Demek ki bu putu yıkmanın zikirden başka çaresi yoktur.

Evlat emelin medarıdır, ümidin bağlanacağı yerdir. Ne diyelim, yüreğin parçası, ciğerin filizi gibidir. Baba ve anneler bunları kendilerine bir ümit bilirler. Tüm ümidini evlada bağlamakla gafil insan Rabbini unutur, gaflete girer onların isyanlarında göz kapatır. Bunların namiye kuvvetinin semereleri oldukları için insanoğlu Allah’tan meded bekleyeceği yerde bunlardan meded bekler. Akılda Allah’ı bırakır, bunların endişelerinden dolayı cihadı terk eder, terbiyelerini ihmal eder. İşte felaket burada başlar. Vehmi ve hayali bu kuvvetlerin yaralarını tedavi için onların sevgilerini, Allah, din ve ahiret sevgisinden üstün tutmamak için Allahu Teala şöyle buyurur: “Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz.” (Tahrim 6)

Manevi mesken eşler, maddi mesken evlerdir. Bu ikisi baise ve faile kuvvetlerini maişete sevk etirir, menfaati celb etmeye tahrik edip çalıştırır. Beşer aleminde nefs bunlarla meşguldür. Böylece ahireti unutturur, dinden uzaklaştırır, cihadı terk ettirir ve nihayet iki mesken arzusu dimağda bir put olur, aklı ona taptırır. Böylelerin hali şu ayeti kerimede beyan olunur: “Şeytan sizi fakir ve zelil olacaksınız diye korkutur ve size cimriliği emr eder.” (Bakara 268) Bu arzu tıpkı bir put gibi iki kaşın arasına gelir, orayı mesken tutar, dışarıdaki şeytanla irtibat kurar, iki mesken hakkında endişe verir. Derken kalbin ve aklın yüzünü Allah sevgisinde çevirir. Bu putun yıkılmasının çaresi Allah Rasulü’nün sevgisidir. Nitekim Rasülü Muhterem ashabına: “Andolsun Allah’a sizden hiçbirinize ben nefsinden daha sevimli olmadığım müddetce mü’min olamaz.” buyurunca Hazreti Ömer radıyallaahu anh başını öne eğip düşünceye dalmış. Bu çok ağrına gelmiş. Biraz muhasebe ettikten sonra nefsinde karar vererek her iki mesken ve evlad putlarını yıkarak başını kaldırıp: “Ey Allah Rasulü andolsun O’na ki nefsim O’nun kudreti ile yaşıyor, ben seni her şeyden hatta kendi nefsimden daha fazla seviyorum!’’ demiş.

Demek ki insanın nefsinde birkaç put dikilir. Mesela asıl sevgisi yani baba sevgisinin putu Zikrullah ile, evlat sevgisinin putu günahları terk ve Allah’a tevekkül ile kardeşler ve eşlerin sevgisi Rasulü muhteremin sevgisi ve O’na ittiba ile etmekle yıkılır. Bununla dört put yıkılır, beşinci put da aşiret putudur. Bu put da Takva ile yıkılır. “Muhakkak sizin en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır...’’ (Hucurat 13) mealindeki ayeti kerime bu putun yıkılmasını işaret etmektedir.

Altıncı put mesken sevgisi, yedinci put gayrı meşru kazanç, sekizinci put ise gayrı meşru ticarettir. Bunlar ise ihlas, teslim ve muhabbetle yıkılır. Eğer insan kemali samimiyetle İslam’a teslim olmazsa, dini ve ahireti bu sekiz putun sevgisinden daha üstün tutmazsa, kalbinde zikri hafi yerini şirki hafi istila etmiştir. Bu gizli şirkten kendini kurtarmayan, dünya ve ahiret azablarına müstehak olmuştur. Allahu Teala kıtlık deprem, ihtilaf, tefrika gibi azabları gönderir ki dinlerine dönsünler, bu putları yıksınlar. Eğer azapla ile birlikte dönmezlerse, Allah korusun insanoğlu büyük azaba dücar olur. Nitekim bu mana: 

“Biz onlara (kafir ve asilere) en büyük azabdan önce mutlaka yakın azabdan tattıracağız ki ta ki dönsünler.” (Secde 21) mealindeki ayeti kerimeden anlaşılmıştır.

Dokuzuncu Ve Onuncu Düstur: Allah İçin Sevmek Ve Allah İçin Buğz Etmek Düsturudur

Selmanı FarisÎ Acem oğullarından idi. Fakat cahiliye devrinde de anasını, babasını ve vatanını bıraktı, Allah için bir dost aradı, muhacir oldu, köle oldu. Allahu Teala da onu mükafatlandırdı. Gerçek şu ki Allah için insan en yakınını terk etmelidir. Selman gibi en uzağı sevmelidir, ahiret için. 

“Sizden biriniz Allah için sevinceye kadar ve Allah Subhanehu için buğz edinceye kadar, en uzağı sevip ve en yakınına da Allah için buğz edinceye kadar imanın lezzetini alamaz.”

On Birinci Ve On İkinci Düstur: Çok Yalvarışla Kamil İnsanı Vesile Edinme

Asabi damarların şeytani hislerini söküp atacak en kuvvetli sebeb salavatı şerifeler, bolca dua etmek ve cüzi iradeyi kamil bir insanın eline verme usulüdür. 

Malum olduğu üzere büyüklerin ruhları diğer ruhlar üzerinde büyük tesirleri vardır. Büyüklerin ruhları bazen rüyada bazen alemi misalde diğer ruhlara gözüküp ruhaniyetleri ile çok tesirli irşad ederler. Hiç bir ruh asli suretinde gözükmez. Göründüğü zaman bazen sahibinin kalıbında ya da herhangi bir güzel surette cisimlenir ve görünür; gören zatın üzerinde büyük tesirler bırakır. nitekim: “Cibril Meryem’e kamil ve güzel bir beşer süreti ile suretlendi.” (Meryem 17) mealindeki ayetten bu hüküm anlaşılmıştır.

Ruhuyla tasarruf edebilecek zatları hayalinde kendine arkadaş eden bir insan iman şartı ile ibadet etmeye muvaffak olduğu gibi rahatlıkla günahları da terk edebilir.İşte vesile budur. Kamil insanları vesile etmeyen çok ender insan maksadına kavuşur. Ama kendine kamil insanı vesile edip maksadına kavuşan insan sayılmayacak kadar çoktur.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve (takva makamında ulaşmak için de) vesileyi talep edin.” buyrulmuştur. İmamı Şarani, “Hayırda mutlaka vesileyi taleb et.” demiştir.

Kamil insanı talep etmenin de iki sureti var;

1. Cismani sohbetle dinlemek ve dinlediği sözleri kabul etmek sonra bilfiil tatbik etmektir. Bu şekilde vesile edinmek tehlikesizdir.

2. Önce hayali, sonra akli, daha sonra da kalbi rabıtayla kamil insanı vesile edinme usulüdür. Bu usul çok faideli olmasına rağmen bazı zamanda tehlikeli olabilir. Tehlikesi şu ki, az bilgi sahibi, mücerred rabıtayla devam ederse vehmin tesiri altında kalabilir. Onun için denmiştirki; ölü bir arslana rabıta kurmaktansa, diri bir tilkiye rabıta kurmak evladır. Çünkü diri kamil insan, cismani sohbet ve telkinleri ile tabilerini vehmi, hayali ve efsanevi tehlikelerden alıkor.

On Üçüncü Düstur: İktisadla Hareket Etmektir

İktisad, yapacağımız bir hareketin eksi ve artı tarafını tesbit ettikten sonra orta hali seçip onunla hareket etmektir.

“Size malı harcamakta ve infakta israftan sakındırırım. Size iktisadla hareketetmek gerektir. Zira hiçbir zaman iktisadla amel eden bir kavm fakir olmamıştır.” mealindeki hadisi şerifte iktisadın zıddı olan israf da beyan olunmuştur. İsraf şeran tutulması gereken yerlerde bir kuruş bile olsa harcamaktır. Zekat, hac, fitre, adak gibi yerlerde malı tutmak cimriliktir. Farz, vacib ve mübahın dışında malı harcamak israf ve tebzirdir; haramdır ya da tahrimen mekruhtur. Helal veya emredilen yerlerde vermek, bunun dışında malı biriktirmek iktisaddır. Allahu Teala da iktisadla hareket edenleri övmüştür. 

“Onlar ki harcadıkları zaman ne israf ederler ne de sıkılık yaparlar, (infak edecekleri zaman) ikisi arasında olurlar.” (Furkan 67) Bu ayeti kerime gerek itikatta, gerek ahlakta, gerek ibadette en büyük düsturdur. Böyleleri Rahman’ın kullarıdır.Rahman’ın kulları oldukları içinde şeytanın tasaluttu yoktur.

 

Yazar: Mücahit OMURTAY

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort