JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

agustos 2016

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin AĞUSTOS 2016 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “ALLAH'IN BİZİ GÖRMEK İSTEDİĞİ ÖNCELİKLİ NOKTA...” Başlıklı sohbetlerinde:

 

Sual: Efendim, günümüzde, meşrû çerçevedeki her grup, her cemaat İslamî hizmet alanlarından birinde yoğunlaşmış, profesyonelleşmiş, toplumda o hizmetleriyle ön plana çıkmışlar. Bu çerçeveden bakıldığında Hâcegân Cemaati’nin öne çıkarılması istenen özellikleri nelerdir ve biz bu beklentilerin neresindeyiz?

Cevap: Büyükler irfan ehli için buyurmuşlar ki, “Onların nam u nişanı olmaz.” Onlar hizmet eridirler, bir şeyle kendilerini öne çıkarmak, bir şeyle kendilerini belirginleştirmek istemezler. Ama Hakk’ın kulunu görmek istediği bir nokta var. Kul da insaf edip bunu anlamalı. “Benim Rabbim beni nerede görmek istiyor, nasıl görmek istiyor?” bunu anlamalı, buna say etmeli, bu noktaya varmak için gayret etmelidir. 

Geçmişte Hazreti Sultanımız’la böyle bir konu müzakere ediliyor, cemaatler tahlil ediliyor, onların belirgin özellikleri vurgulanıyor. Filan cemaat daha ziyade şer-i ilimleri tahsil eden insanlardan müteşekkil… Bu konulara ağırlık veriyorlar; fıkıh, hadis, tefsir veya diğer Arapça ilimleri okuyorlar; gayretlerini bu alanda sarf ediyorlar. Başka bir cemaat kültüre ağırlık veriyor; müspet ilimleri tahsil eden insanlar genelde orada toplanıyor. Onlar da bu alanda belli hizmetlere talip oluyorlar; idarecilik, yönetim gibi… Bir başka cemaat tüccarlara talip olmuş, tüccarları organize ediyor; onlara İslam ahlakını, veren elin alan elden üstün olduğunu işliyor. Onlar da bu yönleriyle temayüz ediyorlar.

Bunlar konuşulurken Hazreti Pirimiz’e de soruyorlar; siz kimlerle meşgulsünüz? O da buyuruyor: “Hocalar şurada, yüksek tahsilliler burada, tacirler orada, bize de bu toplumun isyankârları, günahkârları kaldı. Cenabı Hak da bizi onlara hizmetçi kıldı; bizim yolumuz günahkârların yoludur.” 

Bunu belki de biraz espriyle karışık buyuruyor ama bakıldığında toplumun esas çoğunluğu bu zümrenin içinde… Toplumu bu anlamda bir eleğe vursak kaçta kaçı acaba âlimdir, kaçta kaçı ciddi anlamda yüksek tahsilden istifade etmiş ve bunu toplumun hizmetinde kullanabilmektedir. Ticaretten anlaşılan nedir, toplumun kaçta kaçı bunu anlayabilmiştir? Arşın gölgesindeki yedi sınıftan birisinin de bu dürüst tüccarlar olduğu idrakine varıp adeta birbirleriyle o arşın gölgesi için yarışanlar acaba toplumun kaçta kaçıdır? Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Vahdettin ŞİMŞEK; “Cihadımız İslamın İtibarına Katkımız Mı, Yoksa İslam Anlayışına Gölge Mi?” ve Andelib; “Hayat, İman ve Cihaddır” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

 

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Sâlik-i İrfân - İlk Fitneci İbni Sebe'den FETÖ'ye

İrfan AYDIN - Darbe

Veysel ÖZSALMAN - Yeniden Doğmak

Tamer DOYMUŞ - Hadisi Şeriflerin Rivayet Edilmesinde Gözetilen Hususlar

Dilhûn ÂŞIK - Bir Taraf İman; Sessiz Direniş - Bir Taraf Küfr; Dünyevileşme - 2

Yusuf-i Kenân - En Güzel Ahlak Kullukta Samimi Olmaktır

İhsan KERİMOĞLU - Zirve-i Tevhid'e Dair

Mücahid OMURTAY - Herhangi Bir İlmi Tahsil Eden Talebede Aranılan Vasıflar

Şeb-i VUSLAT - Hz. Ümeyme Binti Rukayka (r.a)

Gönül Pınarında - Huzurunda Huzur Var

Mine ŞİMŞEK - Allah Korkusu

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 22:18

SEHA, CÛD VE ÎSAR - 1

comert

Seha, Cûd ve Îsar - 1 - Yusuf YILDIRIM

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Seha, Cûd ve Îsar - 1

 

Cenâb-ı Hak (cc) buyuruyor:

“Onlar kendileri zaruret içinde bulunsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr; 9)

Allah Resûlü (sav) de şöyle buyuruyor:

“Cömert, Allahu Teâlâ’ya yakındır halka yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri de Allahu Teâlâ’dan uzaktır, halktan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil fakat cömert olan kimse, Allah katında abid fakat cimri kimseden daha sevimlidir.” (Tirmizî)

Cûd ve Sehâ (Kerem ve Cömertlik)

Cûd ve Sehâ, lügatte aynı manaya gelir; yani, cömertlik demektir. Fakat cûd, sehâ’dan daha yüksektir. Çünkü yüce Allah, Cûd (Cevâd) ile isimlendirilmiştir. Sahî diye, malının bir kısmını fî sebilillâh verip, bir kısmını da kendisine alıkoyan kimseye denir. Cûd ise, çoğunu verip, azını kendine alıkoyandır. Cevâd, yani cûd sahibi kişi, layık olsun olmasın, herkese iyilik yapandır. Sahî, yani sehâ sahibi kişi ise yalnız layık olana iyilik yapar. Demek ki cûd genel ikram, sehâ özel ikramdır. Cûd bir deniz, sehâ ondan akan bir nehirdir. Cûd, fazilet ve keremden vermek; sehâ ise fazla olunca vermektir. Îsâr ise, meşakkat ve zaruretlere tahammül göstererek aşırı cömertlik edendir. Bunun için îsar, mertebelerin en yükseğidir. Cenâb-ı Hak bir ayeti kerimesinde bunları övmüş ve medh ü sena etmiş, müflihûndan (felaha, kurtuluşa erenler) olduklarını beyan etmiştir. 

Yukarıda belirtilen ayet ve hadiste; Allah’a imanın en güçlü belirtilerinden biri de nimet ve imkânları başkalarının yararına seferber etmektir. Buna en çok kullanılan tabiriyle cömertlik (cûd, seha) denir. Bir velinin, enbiya ve evliya mesleği diye ifade ettiği cömertlik, Allah’ın kudret, merhamet, lutuf ve ihsanından emin olmanın temel belirtisidir. Hırsların, kinlerin ve merhametsizliklerin kirletmediği gönüller berraklıklarını cömertlik şeklinde dışa vurmaktadırlar.

Eşya ve olayların Yüce Yaratıcı’nın isim ve sıfatlarının birer tecellisi olduğuna inanan insan, o isimlerden birinin de Rezzak (bütün varlıkların rızkını veren) olduğunu bilir ve Allah’ın bu isimle bütün varlıkları beslemeyi taahhüt ettiğine inanır; “Yeryüzündeki canlıların hepsinin rızıkları Allah’ın üstündedir. Onların duracak yerlerini de emanet edilen yerlerini de O bilir.” (Hûd; 6) Buna inanan bir vicdan elindekilerden bol bol vermekte hiçbir tehlike görmez, aksine bu hareketiyle bahtiyarlık duyar. “Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte kurtuluşa erenler onların ta kendileridir.” (Haşr; 10) Hırsı kırmak için cömert olmak lazım. Az veya çok, zenginken veya fakirken. Fakirliğinde vermeyen zenginliğinde hiç veremez. Miktara bakılmadan verilmelidir. Miktar, madde meselesidir. Hâlbuki istenen, verebilme gücüne ulaşmaktır. Vermek niyet meselesidir.

Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevk eder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiçbir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. “Rızkı veren Allah’tır.” (Neml; 64, Zâriyât; 58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir (Leyl; 17-20). Kendi varlıklarıyla, her ne sûretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ’nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtaçların hakkı olduğuna inanırlar (Hüd; 6). Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.

Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr; 5, Hadid; 11-18, Maide; 13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi (İnsan; 8-10); yardım edeni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara; 263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âl-i İmrân; 92) gerekir.

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’dan (ra) Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir;

“İki kimseye gıpta edilir: Birisi Allah’ın kendisine Kur’ân öğrenmeyi nasib ettiği kimsedir ki gece gündüz onunla meşgul olur. Diğeri de Allah’ın kendisine mal verdiği kimse olup gece gündüz onu hayır yerlere sarf eder.”

Cömertliğiyle meşhur Abdullah ibn-i Cafer (ra) bir hurma bahçesine girmişler. Siyahî bir köleninin orada çalışmakta olduğunu görmüşler. O sırada bahçenin sahibi de gelmiş, köleye üç parça ekmek verip gitmişti. Bu üç parça ekmek kölenin günlük ücreti idi. Neredense oraya bir köpek geldi, köleye yaklaştı. Köle ekmeğinin birini ona verdi. Hayvan onu yedi, fakat doymadı. Bir parçasını daha verdi. Onu da yediği halde, yine bekliyordu. Köle son parçayı da verdi. Hayvan onu da yiyince gitti. 

Bu hâli merak eden Abdullah bin Cafer (ra) köleye sordu:

“Günlük ücretin nedir?”

Cevâben:

“Her gün şu gördüğün üç parça ekmektir.” dedi.

“O halde niçin bütün gıdanı köpeğe verdin?” dedi.

Köle de dedi ki:

“Bizim buralarda köpek bulunmaz. Anladım ki, bu hayvan uzaklardan gelmiştir ve açtır. Onu kovmak hoşuma gitmedi.”

Bunun üzerine:

“Peki sen ne yiyeceksin?” dedim.

“Yarına kadar karnımı sıkar ve sabrederim.” dedi.

O zaman anladı ki, bu köle kendisinden de cömerttir. Bunun üzerine Abdullah ibn-i Ca’fer (ra) o bahçeyi bütün âlât ve edevâtıyla beraber satın alıp, köleyi azad ederek, bahçeyi de ona hediye etti.

Cömertlik, ihtiyaçtan artanı vermektir. İhtiyaç duyulduğu hâlde başka kardeşini kendine tercih edip vermek daha faziletlidir. “Onlar kendileri zaruret içinde bulunsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr; 9) ayeti kerimesi buna işaret eder. Bu, ensar ile muhacir arasındaki kardeşliğin temelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah’ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (Bakara; 254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (Bakara; 222). Bazı ayetlerde cömertlik alış-verişe benzetilmekte; Allah Teâlâ’ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (Bakara; 244, Maide; 13, Hadid; 11).

Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir (Leyl; 17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.” (Fecr; 20) buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, “Ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz.” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer, “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.” (Bakara; 268) Oysaki Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre; “Mal ve servet insan için bir imtihandır.” (Zümer; 49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir (Tegabün; 15-17).

İnsanların cömertlikten kaçmasının sebeplerinin başında; “Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?” duygusu ile, “Başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim.” düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm’a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ’nındır. Her şeyin gerçek Mâlik’i O’dur. (Âli İmrân; 179, Hadîd; 10) Kur’ân-ı Kerim’de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ’nın olduğuna göre, tabii olarak sahibinin yolunda sarf edilmesi, inanan için en makûl bir hâdise olarak değerlendirilir. Mü’mindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır. Peygamber Efendimiz (sav), şöyle buyurur; “Cömert kişi, Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın ve cehennem ateşinden uzaktır. Hasis (cimri) insan, Allah’tan uzak, cennetten uzak ve cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.” “Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.” Peygamberimiz (sav), insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder; “Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar.”

Abdullah b. Abbâs, Peygamber Efendimiz’in cömertliğini şöyle anlatır: “Allah’ın Resûlü, insanların en cömerti ve en iyilik severi idi. Ramazan’da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi.” Cebrâil, her Ramazan gecesi Resûlullah’ın yanına gelir, O’na Kur’ân öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: “Allah’ın Resûlü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir.”

Hz. Ali’den şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah’tan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, ‘Peki’ derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiçbir şey için ‘Hayır’ dememiştir.”

Sonradan pişmanlık duymamak için, Müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O’nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; “Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de; ‘Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam.’ demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.” (Münâfikûn; 10) 

Cennet cömertlerin yeridir. Cahilin cömerdi bile, hasis olan âlimden iyidir. Efendimiz (sav) Hazretleri; 

“Ümmetimin evliyâları, cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıyla değil; belki nefislerindeki cömertlik, içlerinin temizliği ve Müslümanlara nasihatlarıyle girerler.” 

İkram ve ihsanlarını kullardan esirgemeyen insanlara, Allah’ın rahmeti öyle erişir ki, çorak yerlere düşen yağmurlarla nasıl oralar hayat bulursa, bunlar da öyle bir hayata kavuşurlar. Her ma’ruf bir sadakadır. İnsanının nefsine ve ehline olan infakı da sadakadır. Irz, namus ve şerefin muhafaza ve müdafaası için verilen şeyler de sadakadır. 

Hasan Basri (ks) hazretleri de, sehâdan yani cömertlikten sorulduğunda: 

“Malını Allah yolunda vermekten ibarettir.” demiştir. 

Yine israftan sormuşlar; 

“Riyaset sevgisiyle vermektir.” demiş.

Kays ibn-i Sa’d (ra) hasta olmuş, fakat ziyaretçileri gelmediğinden üzülmüş. Üzüntüsünün sebebini bilenler onu teselli için:

“Sana borçlarından dolayı utandıkları için gelmiyorlar.” demişler. 

Cevaben; 

“Allah-u Teâlâ, ihvanlarımın ziyaretime gelmesine mâni olan malı yok etsin!” demiş ve hemen bir tellal çıkararak: 

“Kays İbn-i Sa’d, kimde alacağı varsa helâl etmiştir. Alacaklılar bilsinler!” diye ilan etmiştir. 

Hazret-i Ali (kv) efendimizi bir gün ağlarken görmüşler. 

“Hayrola, ağlamana sebep olan ne?” diye sormuşlar. 

Cevaben: 

“Ben, yedi günden beri evime misafir gelmediğinden, Cenâb-ı Hakk’ın kahrına uğradım korkusuyla ağlıyorum.” buyurmuşlar. 

İşte tarihimiz cömertlik sahasında örnek teşkil edecek bir çok misallerle doludur.

Bunun içindir ki, her evin bir misafirhane odası, hattâ, bir de mescid odasının bulunması İslâm’ın şiarındandır. Hem de bunların büyüklerin tâbiri ile, harem ve selâmlık olması gereklidir. Zirâ, gelen misafirlerin istirahatlerine ev sahiplerinin mâni olmaması ve ev sahiplerinin de rahatsız olmamaları icab eder. Fakat bugün yapılan apartmanlarda bu hususlara hiç de riayet edilmediği görülmektedir. Hâlbuki, evin zekâtı, onun misafirhanesidir. Misafirhanesi olmayan evler zekâtı verilmeyen paralara benzer.

Devam Edecek...

 

Yazar: Yusuf YILDIRIM

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 22:02

SABRIN SONU SELÂMETTİR

sabir

Sabrın Sonu Selâmettir - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Sabrın Sonu Selâmettir

 

Rabbimiz Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de “İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebut; 2) ayetiyle bizleri uyarıyor. İmtihanın şeklini ise, tıpkı geçmiş ümmetleri “bazen nimetlerle, bazen musibetlerle imtihana çektiği” (Araf; 168) gibi, “Sizi bir imtihan olarak iyilikle de kötülükle de deneyeceğiz.” (Enbiya; 35) buyurarak haber veriyor. Şu hâlde hepimiz dünya yolculuğumuzda az veya çok, nimetle de külfetle de karşılaşacağız. Bu yolculuğun sonunda felaha ulaşmamız, karşılaştığımız genişlik veya darlığın yürüyüşümüze engel olup olmamasıyla ilgili. Her halükârda dik durup istikâmet üzere yol almak ise ancak imanla, ama amel halinde tezahür eden kâmil bir imanla mümkün. İmanın hayat içindeki görünümüne, darlık zamanında ise “sabır”, bolluk zamanında ise “şükür” denir. 

Sabır, Cenâbı Allah’ın lütfettiği en büyük nimetlerdendir. Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen bütün peygamberlerin en belirgin özelliklerinden biri de sabır sahibi oluşlarıdır. Onlar; sıkıntılara, eziyetlere, imansızların düşmanlıklarına azim ile tahammül ederek sabreden toplumların hakiki önderleridir.

Hayat insanlar için baştan sona iniş çıkışlarla doludur. Müslümanlar olarak biz buna “imtihan” diyoruz. İşte bu imtihanların neticesinde şekillenir, kimlik kazanırız. Diğer bir ifadeyle, zorluklar hayatın vazgeçilmez gerçekleridir. Küçük veya büyük sorunlar farkında olmadan bizleri terbiye eder. İmtihanların sonucunda ya daha güçlü, tecrübeli ve olgun biri oluruz ya da yıkılıp kalırız. Ne olup ne olmayacağını daha çok kişilik yapımız, ruhsal ve zihinsel kapasite, çocukluktan gelen şartlanmışlıklar, mânevîyat, hayatı algılayış, sosyal donanım gibi değerler belirler. 

Günahsız tertemiz dünyaya gönderilen bebek, büyüdükçe kişiliği de şekillenir. Ebeveyninin, çevrenin, toplumun kültürü ile şekil alır. Hayatı algılayış tarzı belirir, doğruyu yanlışı ayırt etme biçimi şekillenir. Yapması gereken tercihlerde öncelikli kriterler oluşur. Bunların hepsinin bileşkesi insanın hayatını iradesiyle idare etmesinde önemli dinamizmlerdir.

Dünyaya gelerek yaşamaya başlayan tüm bireyler bebeklikten itibaren iyi ya da kötü olaylar ile karşı karşıya kalabilirler. Bir diğer ifadeyle diyebiliriz ki; yaşayan her şeye hazırlıklı olmalıdır. Bunlar bazen bizi sevindirirken bazen de üzebilir. Asıl olan neyin nereden geldiğini unutmamaktır. Biz her ne kadar tercih hakkına sahip olsak da bazen şairin dediği gibi; “Göklerden inen bir karar vardır.” Kararı verenin kim olduğundan bir an bile gafil olmadan “Senden gelen başımızın üstünde!” demesini bilmek en büyük erdemdir. 

Mevlâna’nın dediği gibi: “Rabbin’in seni imtihan etmesi, seni çokça anmasındandır.” Mevlâmız nasıl sevmek isterse öyle sever. Kimine ihsanda bulunur. Kimine ise bela ve musibetleri eksik etmez. Bize düşen O’nun bizim hakkımızdaki muradını hoş karşılamaktır. Hani atasözü olarak çok yaygındır: “Allah dağına göre kar verir.”

Geçmişte yaşamış ya da günümüzde tanıdığımız Allah dostlarının hayatlarına baktığımızda hastalıklarla ya da farklı musibetlerle hep imtihanda olduklarını görürüz. Adı üstünde “Allah dostu” dediğimiz, yani Allah ile dost olmuş bu güzide şahsiyetlerin Rableri katında ne denli kıymetli olduklarını tahmin ederiz. Onların bir duasıyla icabet eden Rabbimiz Allah (cc) öyle bir sever ki sevdiği için herkesten, her şeyden sakınır. Gönülleri, dimağları hep Rabbiyle meşgul olsun ister. Onları öyle muhafaza eder ki, dünya nimetlerinin zehrinden uzak tutar.

Rabbimiz’in kullarına bahşettiği en değerli hazinelerden birisi de sabırdır. Sabır; acıya, zorluğa, haksızlığa ve başa gelen üzücü olaylara dayanma gücüdür. Bir felakete veya belaya uğrayanın telaş ve feryat etmeden, her şeyin Cenâbı Allah’tan geldiğinin bilinci ile, bu sıkıntıya sonuna kadar tahammül gösterebilmektir. İman sahibi; Cenâbı Allah’a sığınıp tevekkül ederek her türlü ıztıraplara isyan etmeden katlanır ve sonunda ise mutlaka Cenâbı Hakk’ın vereceği en iyi karar ile esenliğe kavuşacağını bilir. Rabbimiz Kalem Sûresi 48. ayette: “Rabbin’in hüküm vermesi için sabret...” buyurur.

Sabırla ilgili hepimizin tasavvurunda farklı yorumlar vardır. Fakat ortak olan bir şey varsa o da kendimizde görmeyi çokça arzu ettiğimiz hasletlerden olmasıdır. Sabır hepimiz için paha biçilmez bir değerdir. Sabır insanı menzile ulaştıran mânevî güçtür. Hepimizin kendimize göre muhakkak sabır sınırımız vardır. Fakat sabrı tarif ederken büyüğümüz Hâce Hz. (ksa) şöyle buyururlar: “Sabır, insanın tüm tahammül sınırları bittiğinde başlayandır.” Bu ifade sabrın ne olduğunu bize çok net anlatır. Belki çoğumuz sabır nedir anlamadan, daha nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeden çok sabırlı olduğumuzu iddia ederek kendimizi avuturuz. 

Bize düşen gerek dünyevî gerekse uhrevî olsun her şeyin manasını ve hikmetini insanı kâmilden öğrenmektir. Yoksa herkesin kendince her şey ile ilgili bilse de bilmese de mutlaka söyleyeceği bir şeyleri vardır. Atalarımızın dediği gibi: “Su küçüğün, söz büyüğün.” Bizim için kelamın dinleneceği öncelik insanı kâmilin gönül rahlesinden çıkan nasihatleri, sohbet ve sözleri olmalıdır.

Kapalı bir mekana girilecek en doğru yer oranın kapısıdır. Peygamber varisi insanı kâmiller adeta dinin kapısı gibidirler. Hayatımızdaki tecrübeler farklı farklıdır. Her birimizin yaşadığı çevre şartları farklıdır. Bu farklılıklar değişik yorumlara sebep olur. İnsan her şeyi kendi tecrübeleriyle mana vermeye kalkarsa büyük bir benlik oluşur. Bu benmerkezcilik insanı ileri de düzelmesi zor anlayış kaymalarına götürür. Yanlış olanı düzeltmek, yeni imar etmeye nispeten hem daha zor hem de daha uzun zaman alır.

Sabrın öğrenileceği en doğru adres Peygamber Efendimiz’in (sav) sünneti ve O’nun izini takip eden insanı kâmillerle yaşanacak hayattır. Onlarla yaşayan onlara benzer. Huyundan suyundan teberrüklenir. Onların hâline bürünür. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Sevdiğine benzer. Olur olmadık film artislerine, sporculara, politikacılara gönül veren insanlara baktığımızda neredeyse fiziksel olarak da onlara benzediklerini çok görmüşüzdür. Hâl böyle iken bizlerin de Rabbimiz’e gönül vermiş bir Allah dostuna benzemeye çalışmamızdan daha doğal ne olabilir ki…

Bizim çoğu zaman kendimize bile sabrımız olmazken, büyüklerimiz insanı kâmiller her şeyimize tahammül ederler. Bunun için dünyevî hiçbir menfaatleri de yoktur. Onlar sabır ve sebatla gönülleri imar etme yönünde gayret ederler. Bizim her türlü engellemelerimize rağmen, diğer bir ifadeyle bize rağmen bize faydalı olmak isterler. Bu uğurda ellerindeki her imkanı seferber ederler. Buna hepimiz şahit olmuşuzdur.

İnsanı kâmillerin her bir müntesibine ayrı emeği vardır. Bu sabır ve emeğin karşılığında görmek istedikleri şeyler güzel ahlâk, kötü amellerin terk edilmesi, istikâmet üzere devalılık gösteren İslâmî bir yaşantıdır. Bu uğurda emeğini muhafaza etmek için her bir ihvanını özel bir koruma altına alır. Onu kem gözlerden sakınır. Yerine göre; “İhvan benim namusumdur.” diyerek ne kadar kıymet verdiğini de ilan eder.

Bir insanın dünyada erişebileceği en büyük zenginliği hakiki bir insanı kâmille kurduğu dostluktur. Ömür geçer, zenginlik belki tekrar kazanılır, fakat dostluk bunların hepsinin üstünde bir nimettir. Hele bu dostluk bir de insanı kâmille olursa ne kadar Rabbimiz’e şükretsek azdır.

Sabır emek ister. Sabrın en büyüğü insanın insana sabrıdır. İnsanlar birbirinin engeli değildir. Bilakis birbirinin tamamlayıcısıdır. Her insan ayrı bir dünyadır. Hepimiz de Rabbimiz’in ayrı bir tecellisi vardır. Rabbimiz yaratırken öyle takdir etmiştir. Önemli olan dikeni değil gülü görebilmektir. Önce dikeni görüyorsak bakışımızda sorun vardır. Nereden, ya da neremizden baktığımızı iyi tetkik etmek zorundayız. Bize büyüklerimiz nereden bakıyorsa, bizde kâinatta olan ne varsa aynı şekilde bakabilmeliyiz.

Halk arasında çok kullanılan ifadelerdendir sabırla ilgili; “Sabrım taştı”, “Ben sabır taşı mıyım?”, “Sabır taşı bile bu durumda çatlar”... vb. Oysa sabır tahammül değildir; yaşananlar karşısında dişlerini sıkmak hiç değildir. Sabır, zorluk geldiğinde Yüce Allah’ı (cc) hatırlamaktır. O’nun hep bizimle olduğunu unutmadan ardından gelecek kolaylığı bir an bile ümitsizliğe düşmeden beklemektir. İmtihanımızda Allah’ı görürsek, o zaman imtihanı severiz. İmtihan olmamız, Allah’ın Kendisini hatırlatmasıdır, bizi unutmadığının en bariz işaretidir. Bizi muhatap aldığının göstergesidir. Ne kadar zorluk isabet ederse, kul Allah’a (cc) o kadar yakınlaşır. Bakara Sûresi 153. syette “Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir.” buyrulmuştur.

Allah, şüphesiz ki sabredenleri sever. Allahu Teâlâ’nın bir isim sıfatı da Sabur’dur. Sabır sahibi olanlarda Yüce Yaratıcı Allah’tan (cc) bir belirti, bir görünüş var demektir. Cenâbı Allah, sabredenlerin dostu ve velisidir, onların bütün yardım dileklerini kabul eder ve onlarla hep beraberdir.

Sabır ile insan hayatın zorlukları karşısında pişer, olgunlaşır. Her zaman her şey güllük gülistanlık olmak zorunda değildir. Zorluklar hayatın vazgeçilmez gerçekleridir. Küçük veya büyük sorunlar farkında olmadan bizleri terbiye eder.

Sabır sızlanmadan ve serzenmeden sıkıntılara katlanabilme becerisidir. İnsanda var olması gereken en büyük erdemdir. Ancak zorluklar karşısında gamsız ve vurdumduymaz davranmakla karıştırılmamalıdır.

Büyük Şafiî âlimi İbn Hâcer el-Heytemî’nin asıl adı Ahmed b. Muhammed’dir. Onun “taşın oğlu” anlamına gelen “İbn Hâcer” lakabıyla anılması bazı kaynaklarda şöyle bir olaya dayandırılır; 

Rivayete göre çok küçük yaşlarda iken ilim tahsiline başlayan İbn Hâcer, dersleri anlamakta güçlük çekmekte, arkadaşlarından geri kalmaktadır. Bu durum onun öğrenme arzusunu giderek köreltir, kafasının kalın olduğuna hükmederek tarla işleriyle uğraşmak üzere köyüne dönmeye karar verir. 

Sıcak bir yaz günü yola koyulmuştur. İyice yorulduğu bir demde karşısına çıkan bir mağaranın serinliğinde dinlenmek ister. Sığındığı mağaranın tavanında belli belirsiz bir su sızmakta, bu sızıntı çıktığı noktada birikip dakikalar sonra artık tutunamayacak kadar büyüdüğünde küçük bir damla olarak yerdeki taşın üzerine düşmektedir. İbn Hâcer’in gözü damlanın düştüğü taşa takılır. Taş oyulmuştur. Oysa taş sert, su damlası ipek kadar yumuşaktır. Buna rağmen bu zayıf gibi görünen damla kim bilir kaç senedir sürdürdüğü ısrarla, sebatla bu kadar sert bir taşı delmiştir. İbn Hâcer kendi kendine “Benim kafam şu taştan daha sert değil ya!” der; “Üstelik ben şu bir damla sudan daha güçlüyüm.”

Döner, ilim tahsiline sabırla devam edip yılmadan çalışarak büyük bir âlim olur. Ve o gün bugün, onu hal dili ile ilme yönlendirenin bir taş olması sebebiyle İbn Hâcer diye anılır.

Söylenen tek doğru söz, “Sabrın sonu selâmettir.” Gerçekten sabrın sonu selâmettir; sabır sonsuz kurtuluştur. “Bugün Ben, gerçekten onların sabretmelerinin karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, kurtuluşa ve mutluluğa erenlerdir.” (Mü’minûn; 111) ayetiyle haber verildiği gibi…

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 20:26

GÜNÜMÜZ MESELELERİNE BİR BAKIŞ

 gunumuz meselelerine bir bakis

Günümüz Meselelerine Bir Bakış - Hasan YAĞIZ

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Günümüz Meselelerine Bir Bakış

 

Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.Bismillâhi’r-rahmani’r-rahim.

Elhamdulillahi Rabbi’l-Âlemin e’s-salâtü ve’s-selâmu alâ Resûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmain.

Âlemlerin Rabbi olan Allahımız’a (cc) tüm zerreler adenince hamd olsun. Bütün kelimeler adedince şükürler olsun. Bizleri bu dünyada kendi hâlimize ve yalnız bırakmadı. Doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmemiz için peygamberlerini, kitaplarını gönderdi. Peygamber Efendimiz’den (sav) sonra da varis-i ekmel olan dostlarını, mürşidi kâmilleri gönderdi. Bizlere yaşam rehberimiz olan dinimizi öğretti.

Yaşadığımız zaman dilimi, anlayışların, düşüncelerin, fikirlerin birbirine karıştığı, birçok kişinin “Ben doğru yapıyorum, bana tabi olun dediği.” ve “Allahu Ekber” diyerek Müslümanların hayatına son verdiği bir dönem. Bununla birlikte İslâm’ın birçok kaidesini görmezden gelerek hizmet ettiğini düşünen insanların, belli makamlarda olduğu ve bu makamları, maalesef Müslümanlara karşı kullandığı bir zamandayız. Simdi bu insanlara sorsanız, “Benim yaptığım haktır.” diyorlar. Allah yardımcımız olsun. Bir de bu insanların etkilediği kişiler var.

Cadde ve sokaklarda insanların bu konuları konuştuklarına denk geliyoruz. Bakıyoruz ki akıllar karışmış, kim haklı, kim haksız anlaşılamamış. Zâlim olan insanları neredeyse iyi bir konuma koyacaklar.

İnsanların meseleleri anlayamamasının sebeplerine gelecek olursak, birçok şey söyleyebiliriz aslında. Ama biz inşaallah gücümüz yettiği ölçüde bazı konulara değinmek istiyoruz. Bunların başında Cenâb-ı Hak ile olan irtibatsızlık, diyebiliriz. Çünkü birçok insan, inandım diyor, ibadet yapıyor fakat Rabbi’yle arasında bir bağ, irtibat kuramamış. İmanı kalbine tam olarak yerleştirememiş. “Ben kuluma şah damarından daha yakınım.” buyurmuş Rabbimiz. Bize çok yakın, fakat bunu tam olarak hissedememişiz. Veyahut Cenâb-ı Hak’la yakınlık kuran insanlarla bir bağ kuramamışız.

Rabbimiz (cc) bir ayeti kerimede “Allah’a inabe edin.” buyuruyor. Yani O’na dönün, teslim olun. Başka bir ayeti kerimede ise “Allah’a firar edin.” buyuruyor. Firar nedir? Hapisten, bir esaret altından kaçmak, diyebiliriz. Bu dünya adeta bir sürgün, esaret yeri. Düşmanlar bizi çepeçevre kuşatmış. Nefis, şeytan, arzular, hırslar mal, mülk sevgisi. Bunun dışında çeşitli fikirler, düşünce akımları. Bunlardan kurtulmak çok zor. Kaçıp, firar etsek Rabbimiz’e keşke! Şimdi biz firar edememişiz, dönememişiz, teslim olamamışız. Olabilseydik eğer meseleleri anlardık, Rabbimiz’in izniyle. Kim doğru, kim yanlış fehmedemiyoruz, demek ki irtibatımız eksik. 

Biz Rabbimiz’e inabe edemedik, dönemedik, bunda muvaffak olamadık tam manasıyla. O zaman başka bir ayette “Kim inabe etmişse ona tabi ol!” emri üzere, Rabbimiz’e inabe etmede başarılı olanlara, yani Cenâbı Hakk’a dönmüş, teslim olmuş, O’na dost olmuş olanlara tabi olmalıyız. Tâbi olmalıyız ki bilgi kirliliğinin çokça olduğu zamanda, gerçek bilgiyi, bize lazım olanı öğrenelim.

İkinci bir sebep ise Rabbimiz’in kelamı, Kur’ân’ın tam manasıyla anlaşılması, hayatımıza tam olarak yansıtılması ve onu yaşama noktasındaki eksikliklerimiz. Rabbimiz Bakara Sûresi’nde; “İşte bu Kitap ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için bir hidayettir.” Yani muttakiler için yol göstericidir buyuruyor. Şimdi kendimize bakalım ne kadar muttakiyiz, ne kadar takva sahibiyiz. Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına karşı gelmekten ne kadar sakınıyoruz. Tevbe Sûresi 123. ayette ise; “Muhakkak Allah muttakilerle beraberdir.” buyruluyor. Yani takva sahipleriyle, hakkıyla O’ndan korkanlarla beraberdir. Biz Rabbimiz’le ne kadar beraberiz? Malesef buralarda eksikliklerimiz var, bu sebepten Kur’ân-ı da tam manasıyla anlayamıyoruz. Ayetlerden farklı anlamlar çıkarıyoruz. Mesela cihad konusu. Konumuzun başında da bahsetmiştik. Cihad diyerek Müslümanlara ciddi zarar veriyorlar. Bunun yanında cihad nedir, ne zaman ve nasıl yapılır? Sadece savaşmak mıdır? Bunların bilinmesi gerekir. İşte bunlar Cenâb-ı Hak ile olan irtibatsızlık ve Kur’ân’ın tam olarak anlaşılamaması. Mesela bir insanın bir yeri ağrısa ve bu rahatsızlığı için doktora gitse. Doktor onu hemen ameliyat mı eder, yoksa ona bir ilaç, bir ağrı kesici mi verir. Tabi ki bir ağrı kesici verir ve kişinin ağrısını giderir. Ne zaman ameliyat edilir? Artık ilaç tedavisi ve başka bir tedavi seçeneği kalmamışsa, yani o rahatsızlık adeta kangren olmuşsa, ameliyattan başka çare kalmamışsa. Şimdi bugün insanlar belki bir ağrı kesiciyle tedavi edilecek meselede hemen ameliyat teşhisi koymaya çalışıyorlar.Cihada tek yönden bakılmamalıdır. Hâce Hazretleri (ksa); “İnsanin kendi dışında yaptığı eylemlerin tamamı, bunu Allah adına yapıyorsa, cihad hükmündedir.” buyururlar.

Yukarda bahsettiğimiz gibi insan eğer Allah’a dost olmuş mürşidi kâmillere tabi olursa anlayışı, idraki gelişir. Ne yapacağını öğrenir. Günümüzün en büyük sıkıntılarından birisi bu. İnsanlar ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını tam bilemeden, meseleye dahil olunca sıkıntılar baş gösteriyor.

Bir diğer sebep ise nefsimiz. Islah olmamış nefsimiz. Nefsimizi yok edemeyiz, Hâce Hazretleri (ksa): “Nefsi yok etmeye çalışmak karada kürek çekmektir.” buyururlar. O yüzden nefsimizi eğitmeliyiz. Eğer insan kendi nefsini düzeltmeden, terbiye etmeden bir işe giriştiğinde, o işe nefsini karıştırabiliyor. Farkında olmadan nefsinin arzularına göre hareket edebiliyor. Hizmette asıl gaye neydi? Allah rızası idi. Eğer insan nefsini ıslah edememişse zamanla bu gaye istikâmetinde sapmalar olabiliyor, makam, mansıp, dünya sevdasına, baş olma sevdasına dönüşebiliyor. Yaptığı işe riya katabiliyor.

Bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz: “Kim âlim geçinmek, sefihlerle münazara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksatlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar.” buyuruyor. Diğer bir hadisi şerifte ise:

“Sizin için en çok korktuğum şey küçük/gizli şirktir.”

“Ya Rasûlallah! Küçük şirk nedir?” dediler, buyurdu ki:

“Riyadır. Aziz ve celil olan Allah kıyamet günü ihlâs ile amel eden kullarına mükâfatlarını verdiği zaman, gösteriş için amel edenlere diyecek ki; Dünyada gösteriş yaptığınız kimselere gidin de, mükâfatınızı onlardan alın.” buyurdular. Evet, görüldüğü üzere Allah rızası için yaptığımız bir işi, halisane, saf, temiz bir niyetle yapmalıyız. Bunu yapabilmek için her an kendimizi ve yaptığımız işte niyetimizi, kontrol etmeliyiz.

“Nefsini bilen Rabbi’ni bilir.” buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav). Şimdi kendimize soralım, biz nefsimizi biliyor muyuz? Eğer bilseydik, Rabbimiz’i bilirdik. Rabbimiz’i bilebilsek, tanıyabilsek hadiseleri, karşılaştığımız sorunları rahatlıkla çözerdik. Eksikliklerimiz var. Çözemiyoruz kafamız karışıyor. Kim haklı, kim doğru anlayamıyoruz. O zaman samimi olalım. Kendimizi kandırmayalım. Nefsini bilen, nefsimizi bilmeye bize yardımcı olabilecek ehlullahın yanına gidelim. Nefsimizin hatalarından dolayı tevbe edelim. Bu bizim için bir başlangıç olsun. 

Sonuç olarak hadiselere bakışımızda Kur’ân-ı Kerim ve sünneti rehber edinmeliyiz. Anlayıp yaşamaya çalışmalıyız. Hayatında Kur’ân’ı ve sünneti düstur edinmiş, hayatını bu emirlere göre şekillendirmiş insanların yanında olmalıyız. O zaman Allah’ın izniyle sorunların üstesinden kolayca geleceğiz.

Cenâbı Hak (cc) yardımcımız olsun, yolumuzdaki engelleri kaldırsın. Âmin.

 

Yazar: Hasan YAĞIZ

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 20:03

TASAVVUF İLMİNİN TAHSİLİ VE GEREĞİ

tasavvuf ilmi

Tasavvuf İlminin Tahsili ve Gereği - Mücahit OMURTAY

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Tasavvuf İlminin Tahsili ve Gereği

 

Besmele, hamdele ve salveleden sonra 1988’den 2010 yılına kadar İsmail Çetin hazretlerinin sohbetlerinden, eserlerinden ve mektuplarindan derlediğim, istifade ettiğim bazı hatıraları da siz kardeşlerimin istifadesine sunmak istedim. Bunlar o hazretin denizindendir. Ancak şunu söylemeliyim ki o incilerin farkına Hâce Hazretleri’ni tanıdıktan sonra vardım. Bir kusur var ise o kusur ve hatalar bu hakirin nefsindendir. 

Bir Hatıra

1994 yılında İsmail Çetin Hocaefendi tasavvufta ilk istifadesinin bir köpek vasıtası ile olduğunu söyledi “Nasıl efendim?” diye sorduğumuzda:

Van’da bir eseri okumak icin üstadı kendilerini İran tarafında bir âlime gönderir. Eseri okuyup geri döndüğünde bilmeden bir Ermeni köyüne yolu düşüyor. Karnı aç oldugu için ekmek pişiren bir kadına “Holte bana ekmek verir misin?” deyince, “holte”nin Ermenice’de çirkin bir anlamı olduğu için kadın kızar ve oradaki büyük bir köpeği üzerine salar. Üstad ürker ve köpeğe yönelerek “Bana değme, ben Allah yolunda bir talebeyim.” der

Köpek o anda sakinleşir kafasını bu ilim talebesinin ayaklarına kor ve kendi halince saygı göstermeye başlar. Üstad buyurdular ki: “Ben o anda anladım ki Allah yolunda olana köpek dahi değmiyor. Benim tasavvufta ilk dersim budur.”

Tasavvufun hükmü hakkında dediler ki:

İlmi tasavvufun hüküm ve nisbeti yani tahsili her mükelefin üzerine farzı ayndır. Allahu Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye, yasaklarından sakınılmaya zahiri azalar yararlı olduğu gibi, böylece batını yararli haline getirecek güzel niyet beslemek, ihlâs ve bunlardan sonra kalbî vecibelerin bilinmesi de farzı ayndır. İmam Gazalî (rh) diyor ki; ‘Bilmiş olalım ki her hâlukârda farzı ayn olan ilimler 3 tür; 1. İlmi Tevhid, 2. İlmi Şeriat, 3. İlmi Sır.’ Yani kalbe bağlı olan bilgiler demektir. “İlmi talep etmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace) mealindeki hadisin hükmü altına giren bütün ilimlerin hükmü farzdır.

Hatta denilmiş ki 1. Farzdan önce farz nedir, denilse; 

“Hadisenin vuku anında farzdan önce, farzı aynı hadiseyi yani farzı işlemeden önceki ilmidir.”

2. Farzın içindeki farz nedir, denilse;

“O hadiseye başlarken yani farzı eda ederken, öğrenmekte ve amel etmekte ihlas.”

3. Farzdan sonra farz nedir, denilse;

“Farza bağlı olan bilgiyle birlikte farzı ödedikten sonra havf/korku ve reca/ümüt beslemektir.” cevabi verilir.

Bazı meşayıh şöyle buyururlar: “Müslüman olana, büluğ çağına erene yakîninin çoğalmasının tahsili, nefsin tuzaklarını bilmesi, gizli desiselerini araştırması, kalbe gelen kötü hislerin bilinmesi için batınî ilimlerin tahsili farz olur. Aynı zamanda o vakitte kendisiyle Allah arasında olan kalbi muamelenin durumları, ilmin ve temiz ahlâkın tahsili vacip olur. Namaz ve benzeri gibi vakit ve hadiselere bağlı olan farz ilimlere hilafla, Müslüman veya aklı baliğ olduktan sonra fırsat bulup da kalp muamele ilmine çalışmayan farzı terk etmiş olur ve kıyamet gününde ondan sorumlu olur.” (Şerhü Aynil İlim ve Zeynül Hilm)

Nasıl öyle olmasın ki ilmi sır veya tasavvuf dendiği zaman o öyle bir ilimdir ki kalpleri özleştirip cam gibi saflaştırır, hayvanî tabiatı temizler.

Müslüman ulemanın nazarında kulun zahirine ve azalarına bağlı olan bilgilere tefekkuh, batınına ve kalbe bağlı olan bilgilere tasavvuf denir. 

Bunu anladıkları için ashabı kiram (ra) kalbi itikat, niyet ve güzel ahlâk melekesiyle işe başlarlardı. Hatta aralarında tasavvuf ismi olmasa bile kalbî işlere o kadar önem verirlerdi ki; Resûlullah’ın (sav) huzurunda cennet ve cehennemden bahsettiği zaman, şuurlarında ölümden sonraki hayatı istihzar ederek cennet ve cehennemi kalben görür gibi olurlardı. Hazreti Huzeyfe’nin (ra), huzur-u Resûl’de kalbiyle müşahede etmiş olduğu şeyi, ayrıldıktan sonra bulamayınca nifaktan korkması gibi.

Efendimiz’in, “Nefsim kudretiyle yaşayan Allah’a and olsun!

Benim nezdimdeki hâl üzere ve zikirde devamlı kalmış olsaydınız elbette melekler yataklarınızın üzerinde, yollarınızda sizinle musafaha ederlerdi.”

Hicrî 386’da vefat eden Şeyh Ebû Talip el-Mekkî (rha) bu hususta “Vuslatı isteyen mürit, zikir ve ilimlerle ubudiyet sıfatlarının sebepleriyle, şeytanî ve nefsanî ahlâkı içtenlikle ihlâs üzere iman eden kâmil insanların ahlâkıyla hayvanî tabiatlarını ruhanilerin tabiatı ile değistirmedikçe “Ebdallar”in içerisine giremez. Ve bi netice mukarreblerden, Allah’a yakın olanlardan sayılmaz. Ne zaman bu gerçekleşirse o zaman mürit mukarreb ve ebdal denilen evliya zümresine dahil olur. Amma er amma erbaş yani erenlerden olur. Hadi ey hodbin nefsim sen de nefsini Hâce Hazretleri’nin ayakları altında kurban et ki insan olasın. Bir dahaki yazımızda görüşmek ümidiyle Baki Hüda’ya emanet olunuz.

 

Yazar: Mücahit OMURTAY

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort