JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Ağustos 2014 21:44

PATANİ DOSYASI - 1

patani

Patani Dosyası - 1 - İrfan AYDIN

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Patani Dosyası - 1

 

Ramazan ayı yine buruk, yine acılarla dolu geçti. İslâm dünyası her Ramazan’da olduğu gibi bu yıl da acı ve göz yaşlarıyla oruç tuttu, iftar açtı. Biz buralarda rahat iftar açarken Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Mısır’da vs. daha bir çok İslâm ülkesinde Müslümanlar acıyla, zulümle boğuşmak zorunda kaldı. Suriye’de zalim Esed Ramazan dinlemeden; çoluk cocuk dinlemeden gökten bomba yağdırmaya devam etti. Irak’ta çıkan IŞİD belası üstüne katmerli geldi. IŞİD o kadar ileri gitti ki Kâbe’yi dahi yıkacağız diyebildi. Herkes Suriye ve Irak’a kilitlenmişken siyonist İsrail, Gazze’yi bombalamaya başladı; ölü sayısı yüzleri geçti. İsrail’in bu işgal hareketi karşısında batıdan yine bildik sesler yükseldi. Hepsi koro halinde Gazze’den atılan (adeta havai fişek hükmünde olan) birkaç füzeyi bahane edip İsrail’in kendini savunma hakkından bahsettiler. İsrail haklıydı(!). Onlara göre bir kaç füze İsrailliler’i korkutmuş, karşılığında bütün Gazze’yi yerle bir edebilirdi artık. Bakalım, bu konuda gelişmeler nereye kadar gidecek? Körfez ülkeleri ve diğerleri ne zamana kadar Amerika ve İsrail’in yanında yer almaya devam edecekler. Elbet bir gün talih dönecek ve dünya mazlumları gülecek. Rabbimiz Müslümanları unutmuş değil fakat Müslümanlar adeta Rabbleri’ni unutmuş durumdalar. Rabbimiz’in Kur’ân-ı Kerim’de emir buyurduğu; “Birlik olun, yoksa gücünüz gider.” ilkesini unutup neredeyse kelle sayısı kadar grup ve hizp kurduk.

Geçmişte izzet bizde iken Allahımız’ın emir ve yasaklarına uymayıp tefrikaya düştüğümüz için kuvvetimiz gitti, zillete düştük. Müslümanlar temiz akideye sahip bir imamın etrafında birleşmeye çalışacakları yerde hala tevessül var mıdır, ahirette Allah (cc) görülecek mi, şefahat hak mıdır ve benzeri tartışmalarla meşguller. Hilafetin kaldırılışı esnasında mecliste bulunan âlimlerin sinek fetvası ile uğraştıkları hepimizin malumudur. Şu andaki durumun bundan farkı yoktur. Allah (cc) Müslümanlara akıl, fikir, iman ve birlik nasib etsin...

Evet bu duygu ve düşüncelerle bu ayın dosyasını açıyoruz. Bu ayki dosyamız Türkiyeli Müslümanlar'ın gündeminde pek yer almayan işgal altındaki bir Müslüman belde 'Patani' hakkında olacak. Birçoğumuzun haritadaki yerini dahi bilmediği Patani yüz yılı geçkin bir zamandır Tayland tarafından işgal altında tutulmaktadır. En son Patanili yaşlı bir adamın Başbakan'a duasıyla gündeme gelen Patani, yirminci yüzyılın başında İngilizler tarafından Tayland'a verildi. Geçmişinde yüzyıllarca Patani İslâm Krallığı adı altında İslâm'ın hüküm sürdüğü bu ülke, İngiliz işgalinden sonra Tay ırkının ülkesi budist krallığa bağlandığından beri zulüm altında inlemektedir. Haritada baktığımızda Tayland ve Malezya'nın bulunduğu Uzak Asya'da bir bir yarımada üzerinde bulunur Patani. 

Patani Müslüman halkı etnik olarak Malay ırkındandır. Malezya da ağırlıklı olarak malaylardan oluşmaktadır. Fakat İngilizler'in halkları birbirine düşman ederek dışarıdan yönetme politikası sonucunda Tayland’a bağlanmışlardır. Patani zengin yeraltı kaynaklarına ve petrol rezervine sahiptir. Bundan dolayı Tayland için çok önemlidir.

Budist Tayland'ı yaklaşık 65 yıldır aynı kral yönetmektedir. Bütün mazlum Müslüman milletlerde olduğu gibi Patani’- nin umudu Türkiye’dir. Geçenlerde bir tele- vizyon kanalında Patani atasözü söylendi; "İstanbul’dan yardım gelmezse Patani kurtulmaz." Evet, bize bu kadar umut bağ- lamış, dualarında bizi unutmayan Patani, bizim de gündemimize ve dualarımıza girmeli. Geçmişte Osmanlı buralara, bu uzak diyarlara gemi göndermiş, onlara yalnız değilsiniz mesajını vermişti. İnşaallah yakın gelecekte gemilerimiz tekrar bu Müslüman diyarlarında bayrak dalgalandırır. Dosta güven, düşmana korku verir.

Patani Hakkında Ansiklopedik Bilgi

Patani, Tayland’ın Malezya’ya sınır olan güney bölgesinde Malezya, Singapur, Endonezya ve Brunei’nin oluşturduğu Malay Takımadası’nın Asya’ya olan uzantısının son kısmıdır. Bu yüzden Malay yarımadasının bir parçası olarak kabul edilir. Patani, güneyde Malezya ve doğuda Çin Denizi ile çevrilidir. Patani’nin Tayland hakimiyetine girmeden önce Kral Kıstağı’na kadar uzanan kuzey sınırları, Tayland’a ilhakından sonra 40 bin km2 azalarak Songla’ya kadar inmiştir. Yüz ölçümü 13.721 km2 olan Patani; Yala, Narativat, Satun, Patani ve Songla olmak üzere beş eyaletten oluşur.

Doğal Kaynaklar

Yağışlı bir iklime sahip olan Patani, geniş ormanlık alanlar ve dağlarla kaplıdır. Yüzölçümü bakımından küçük bir alana sahip olmakla birlikte Patani, doğuda Çin ve batıda Andaman Denizi’ne kıyı olan sahiller boyunca uzanan zengin ovaları ve vadileriyle Tayland’ın en verimli topraklarına sahiptir. Balıkçılık da bölgede başta gelen ekonomik faaliyetlerdendir.

Patani topraklarının üçte biri, kereste üretiminde kullanılan tik ağaçlarıyla kaplıdır. Tayland’ın önemli ihraç maddelerinden olan kalay, kurşun, kauçuk ve kereste en çok bu bölgede üretilmektedir. Gümüş, demir, bakır, antimon, tungsten ve manganez gibi madenler Patani’deki diğer önemli yeraltı kaynaklarındandır. Yine birçok bitki türünün yetiştiği bölgede hindistan cevizi ve bambu en yaygın ağaç türleridir. Pirinç, tahıllar arasında en fazla üretimi yapılan tarım ürünüdür. Nara-tivat’ın Tomok bölgesinde zengin madenleri ve deniz suyundan tuz üreten çok sayıda tesis bulunmaktadır. Bunun yanında Patani’nin kıta sahanlığında 2000 km2’lik bir alanı kaplayan 180 bin m3’lük doğalgaz ve petrol yatakları da mevcuttur.

Demografik Yapı

Patani Malayları, Tayland’da, Çinlilerden sonra ikinci büyük etnik gruptur. 65 milyonluk Tayland’ın (2005 sayımlarına göre) %4’lük bir kısmını teşkil eden Malay Müslümanlar, Tay- land genelindeki tüm Müslümanların %80’ini oluşturmaktadır. Benzer şekilde; Patani, Yala ve Narativat’taki toplam nüfusa oranları da %80’dir. Satun ve Songla eyaletleri de göz önünde bulundurulduğunda bölgedeki toplam Malay nüfus 3 milyon civarındadır.

Patanililer’i Müslüman olan ve olmayan diğer azınlıklardan ayıran en önemli özellik, bu bölgenin yerli halkı olmalarıdır. Tarihte, Güneydoğu Asya’nın en önemli Müslüman krallıklarından olan Patani’nin, bu topraklardaki geçmişi 15. yüzyıla dayanmaktadır.

Bu yüzden Tayland nüfusu içerisinde sayıca az olan Patani Malayları, anavatanları olan bu bölgede çoğunluğu oluşturmaktadır.

İslâm’ın Budizm’den sonra ikinci din olduğu Tayland’da, Patani Malayları’nın yanında çok farklı etnik kökenlerden Müslümanlar da yaşamaktadır. Tay etnik kökeninden olan Tay Müslümanları, komünist rejim sonrası buraya yerleşen ve Çamlar olarak bilinen Kamboçyalı Müslümanlar, 12. yüzyıldan itibaren ticaret yoluyla Tayland’a gelen İran ve Arab kökenli Müslümanlar, Tamiller, Pencabiler, Bengalliler, Arakan Müslümanları, Endonezyalılar, Çinli Hui Müslümanları da Tayland topraklarında yaşayan diğer Müslüman halklardandır. Sayı- ca az olan Tay-Malay karışımı Samsamlar, Patani’nin Satun ve Songla bölgelerinde yaşayan diğer bir Müslüman topluluktur. Çok uzun süre önce buralara yerleşmiş olan bu Müslümanlar, Patani Malaylarına göre büyük ölçüde, Tay kültürüne ve toplumuna entegre olmuş durumdadırlar.

Tayland’ın en fakir bölgesi Patani’de şehirlerdeki Malay nüfusu oldukça azdır. Patani Malaylarının %80’i, denize kıyısı olan Patani ve Narativat’ın kırsal kesimlerinde yoğunlaşmış durumdadır. Şehir nüfusunun çoğunluğunu, geçmişte buralara yerleştirilmiş Tay Budistler oluşturmaktadır. Yüz yıldır süren baskılar yüzünden Müslümanlar şehirlerden ormanlık alanlara ve kırsal kesimlere göç etmiştir.

Patani’deki eğitim düzeyi, Tayland ge-nelinde en düşük seviyelerdedir. Bölgenin fakirliğinin yanı sıra, bölge halkının Tayca eğitim veren devlet okullarına çocuklarını yollamamaları, eğitim seviyesinin düşük olmasındaki bir diğer önemli etkendir. Patanililer genellikle çocuklarını İslâmî okullar olarak bilinen ve köklü bir tarihe sahip olan Pondok Medreseleri’ne göndermeyi tercih etmektedirler. Bu medreseler sayesinde yüz yıldır imanlarını korumuş ve bugüne kadar bozulmadan gelmişlerdir.

Sosyo-Ekonomik Durum

Tayland, ihracat ürünlerinin %35’ini Patani’den sağlamaktadır. Buna rağmen Patani, Tayland genelinde ekonomik olarak en fakir bölge konumundadır. Ekonomik koşulların yetersizliğinden dolayı, çoğunluğu kırsal kesimde yaşamakta olan Patanili Malayların %80’i tarımla uğraşmaktadır. Pirinç üretimi en yaygın tarım faaliyetleri arasında gelmektedir. Patanililerin pirinç üretiminin ülke üretimi içindeki oranına dair kesin veriler olmamakla beraber bazı yerel kaynaklar, Patani’nin Tayland’ın pirinç üretiminin %10’unu, yani yıllık olarak 50 bin tonunu karşıladığını belirtmektedir. Diğer önemli tarım ürünü olan kauçuk, ülke içerisinde en fazla burada üretilmektedir. Bunun yanında bu bölgede Uzak Doğu’ya ait rambutan, düryan, mangustin gibi tropik meyvelerin üretimi de küçük ölçekli tarım faaliyetleri arasında yer almaktadır. Bu yüzden Patanili çiftçiler maliyetini hiçbir şekilde karşılamayan tarım ürünlerini çok ucuza Çinli ve Tay tacirlere ya da Malezya ve Singapur’a satmaktadırlar.

Tarımın yanında diğer önemli geçim kaynağı balıkçılıktır. Tarım sektöründe olduğu gibi balıkçılıkta da genelde Malezya ve Singapur’la ticaret yapılmaktadır. Fakat son yıllarda, yine Çinlilerin ilerlemiş tekniklerle balıkçılık sektörünü ele geçirmesiyle Patani’nin önemli bir gelir kaynağı daha tehlikeye girmiş durumdadır.

Sosyal Yaşam

Genel olarak kırsal kesimlerde yaşayan Patanililer, şehirlerden büyük oranda izole olmuş durumdadırlar. Şehir hayatına Tay ve Çinlilerin hakim olduğu Patani’de, Malaylar kent merkezlerine alışveriş ya da tayinler haricinde uğramamaktadırlar. Tay devlet politikasının bir sonucu olan bu durum, Patanililer ile Taylar arasındaki etkileşimi oldukça kısıtlamıştır.

Tarihi Süreç

Malay-Hint Krallığı Langasuka, birinci yüzyılın sonlarında kuruldu. 14. yüzyılın sonlarına doğru bölgedeki diğer güçlü krallıkların saldırılarına maruz kalan Langasuka bu yüzyılın sonunda çöktü. Aynı topraklar üzerinde, 15. yüzyılın başında Patani İslâm Krallığı tarih sahnesine çıktı.

Patani’ye, İslâm’ın ne zaman ulaştığı tam olarak bilinmemekle beraber, 9. yüzyıl başlarında Çin’e ticaret yapmaya giden Yemenli Arab ve Hint tüccarlar sayesinde bölgeye ulaştığı tahmin edilmektedir. İslâm, Langasuka’nın ticari merkezlerine yerleşen bu ufak Müslüman toplulukla, 300 yıl sonrasında tüm bölgeye yayıldı ve bu topraklar 1457’de Patani İslâm Krallığı olarak anılmaya başlandı.

Patani’nin İslâm’ı kabul etmesiyle buradaki Malay halk, etnik olarak farklı oldukları Budist Taylar’dan, dini anlamda da büyük ölçüde farklılaştı. Böylelikle Patani Malay Krallığı, İslâm’ın tüm Malay takımadası ve diğer Müslüman devletler arasındaki bu birleştirici rolünden aldığı güçle, 17. yüzyılın sonlarına kadar Budist Siyam (Tay) Krallığı’nın emperyalist yayılmacılığına karşı direniş gösterdi.

Malakka’nın 1511’de Portekizlerin eline geçmesiyle Güneydoğu Asya’da Açe’den sonra en önemli ticaret merkezi haline gelen Patani, Arab ve Asyalı tüccarlar dışında, Avrupalılarla da yapılan ticaretle hem nüfus hem de zenginlik açısından Malay yarımadasının en büyük krallığı haline geldi.

Bölgedeki iki önemli hanedanlık olan Patani ve Kılantan Hanedanlığı’nın birleşmesinden meydana gelen Patani Krallığı’nın 1584 yılında başlayan yükselişi 1688’e kadar sürdü. Bu yıllar arasında Patani dört kadın hükümdar tarafından yönetildi. Bunlardan ilk ikisi (1584–1624) Raca Ijau (Yeşil Kraliçe) ve Raca Biru (Mavi Kraliçe) devirlerinde, Patani’nin tarihinin en parlak dönemine ulaştığı rivayet edilmektedir. 

Son kraliçe Raca Kunning (Sarı Kraliçe) döneminden sonra, 1688’e kadar Patani Hanedanlığı’nda olan siyasi güç, Kılantan Hanedanlığı’na geçti. Fakat Patanili bazı aristokratlar, krallığın Kılantan Hanedanlığı’na geçmesinden oldukça rahatsızdı. Son hü-kümdar Alung Yunus zamanında, görev dağılımından rahatsız olan aristokratlar ve Patani halkı ayaklandı. Böylelikle Patani 1729’da bir iç savaşa sürüklendi. Uzun süren iç savaş sonrası Patani’nin Mayo bölgesinden aristokrat bir tabakadan olan Sultan Muhammed burada tekrar istikrar sağlayarak, Patani’yi, resmi olarak Siyam Krallığı’nın idaresi altına girdiği 1786 tarihine kadar yönetti. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiliz sömürgesi altına giren Patani yirminci yüzyılın başında Tayland’a bağlandı.

O zamandan beri işgal altında olan Patani’de 1960’lı yıllarda başlayan devrimci hareketler daha sonra yerini İslâmî hareketlere bıraktı. Bugün de Müslümanların kanayan yarası olan Patani yardım ve dualarımızı beklemektedir. İHH gibi yardım kuruluşları pataniye yardım götürmektedir.

 

Kaynaklar

http://patani.ihh.org.tr

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 21:29

İNSANLIĞIN İHTİYACI

insanliğin ihtiyaci

İnsanlığın İhtiyacı - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

İnsanlığın İhtiyacı

 

Tabiattaki varlıklar arasında yardıma, bakıma ve ilgiye en muhtaç olanı şüphesiz insanoğludur. Dünyaya geldiği andan itibaren, hayatta kalabilmesi için, gereksinimlerinin yıllarca diğer bireyler tarafından karşılanması gereken başka bir canlı daha yoktur. Aynı zamanda insanın bu gereksinimleri yıllar içerisinde kaybolmadığı gibi çoğalmakta ve çeşitlenmektedir.

Hayatının ilk yıllarında yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasıyla huzur bulan ve mutlu olan insanoğlu, ilerleyen yıllarda içtimai bir varlık olmanın getirdiği yeni ihtiyaçlarla karşılaşacak ve ortaya çıkan bu yeni ihtiyaçlar da beraberinde başka ihtiyaçları zorunlu kılacaktır. İnsan bir saniyeliğine durup ihtiyaçlarının listesini yapmaya kalkışacak olsa, oluşturacağı listenin sonunun olmayacağı açıktır. Aynı zamanda bu sonu gelmez ihtiyaçların her fert için farklılık göstereceği de bir gerçektir. Vakıa, her insan sayısız ihtiyaçlar içerisinde, birbirinden farklı ihtiyaç çeşitliliğine sahiptir. Acaba gerçektende insanlığın bu kadar çok ihtiyacı olması mümkün müdür? 

İnsanın yokluğunu çektiği, arzuladığı, kavuşmak istediği şeyleri birer ihtiyaç olarak adlandırmasının, onları gerçek ihtiyaçlar yapmayacağı açıktır. Esasında ihtiyaçların bu kadar çeşitli olması ve insandan insana farklılık arz etmesi de insanın doymak bilmez arzularının bir sonucudur. Günümüz ihtiyaçları tamamıyla ferdi arzu ve isteklere dayanmaktadır. Daha doğrusu ihtiyaç dediğimiz şeylerin çoğu rahat ve gösterişli bir yaşam sürmek için istenilen uydurma lüks tüketiminden başka bir şey değildir. 

Günlük yaşamda her insan gereksinimlerini karşılamak amacıyla bazı davranışlarda bulunur. A. Maslow hangi ihtiyacın insan davranışlarını ne şekilde etkilediğini ortaya koymak amacıyla bazı çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmaları sonucunda ise büyük kabul gören ve “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” adıyla bilinen kuramı ortaya koymuştur. Kabaca İhtiyaçlar Hiyerarşisi; bireylerin kendi içerisinde sıralanmış olan ihtiyaçlarından, alt basamaklardaki ihtiyaçları karşıladıkça giderek üst sıradaki ihtiyaçlarına yönelmesi esasına dayanır. Bu kurama göre insan hayatındaki ihtiyaçlar sırasıyla fizyolojik (yeme, içme), güvenlik (sağlık, mülkiyet), ait olma (arkadaşlık, aile), saygınlık (güven, başarı) ve kendini gerçekleştirme (erdemlilik) şeklinde gruplanmıştır.

Aynı zamanda fertler bir basamaktaki ihtiyaçları tamamıyla karşılayamadıklarında bir üst basamaktaki ihtiyaçlara geçemez hatta onların farkına bile varamazlar. Mesela kurama göre karnı aç olan birisinin kitap okumak gibi bir ihtiyacı yoktur. 

Eğer gerçekten böyle olsaydı her yıl milyonlarca Müslüman Ramazan Ayı geldiğinde, bir takım ihtiyaçlarını terk ederek Cenâbı Hakk’a yakınlaşmaya çalışmazdı. Batılının ve dolayısıyla dünyanın genelinin meseleye bakış açısı budur. İnsan aşama aşama ihtiyaçlarını halleder ve bütün basamaklarını tırmandığında ise kendisini gerçekleştirmiş olur.

Peki, gerçekten böyle midir? İnsan dünyalık namına ortada ne var ne yok topladığı zaman ihtiyaçlarını karşılamış ve sonunda kendini gerçekleştirmiş, kemâle ermiş olur mu? Diğer yandan insanın fizyolojik ve içtimaî ihtiyaçlarının dışında başka hiç bir ihtiyacı yok mudur? Elbette batılının hiçbir konuda bizimle uyuşmayan fikrinin, bu konuda uyuşması abes olurdu. Batının ve güdümündeki dünyanın insan konusunda her zaman olduğu gibi evrim herzesiyle hareket ettikleri ve insanı robottan farksız bir biçimde anlattıkları aşikârdır. İnsanı açıklayan kuramlarda her ne kadar sevgi, saygı, güven... gibi mânevî unsurlar dikkat çekse de, bahsedilen bu sevgi, saygı cinsinden duyguların da yeme-içmeden bir farkı olmadığı ortadadır. 

Meseleye farklı açıdan bakmak adına bugünkü Batı medeniyetinin ve düşüncesinin temellerini teşkil eden antik yunan düşüncesine baktığımızda, bambaşka anlayışlarla karşılaşacak olsak da orada da sonuç yine hüsrandır. Mesela Diogenes... Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsân istemem!” diyen düşünür. Rivayet odur ki, ayakkabısız dolaşıp, bir fıçının içerisinde yaşayan Diogenes’in bir tek çeşmeden su içerken kullandığı su tası vardır. Ona göre hayatta hâkim olması gereken sadeliktir. Bir gün çeşmeye avucunu dayayarak su içen bir çocuğu görünce o tası da kaldırıp attığı söylenir. Ancak Diogenes benzeri olan sayısız düşünür gibi nerede duracağını bilememiş ve aklının kurbanı olmuştur.

Bugün ferdin ihtiyaçlarının neler olduğu konusu içinden çıkılması imkânsız bir konudur. Belirttiğimiz gibi insan maddeye sıkı sıkı tutunmakta ve gerekli gereksiz her şeyi asli ihtiyaç gibi görmektedir. Zihinlerdeki rahat ve lüks hayat tasarımı eldekini bırakmamayı ve sürekli daha fazlasını istemeyi gerektirmektedir. Teknoloji, moda yahut benzeri birçok alanda meydana gelen yeniliklerin ihtiyaç gibi algılanmasının yanında, bu algıya müdahale etmek de imkânsız hale gelmiştir. İhtiyaçlar ve tüketim konusunda ikaz edilen fertlerin genel tavrı “...dağlara çekilip, mağaralarda mı yaşayalım?” şeklinde olmaktadır. Oysaki dünyalıkları terk etmenin usûlü bu mudur? Terk etmek derken Diogenes gibi sadece maddeyi terk etmek insanı erdemli yapar mı? Hâce Hazretleri (ksa); “Terkten bahsediyorsak, asıl terk edilmesi gereken, asıl nefsin hoşuna giden mânevî saltanattır. Niye hiç onu terk etmemişler? Bir saltanat için bir saltanatı terk etmişim değişen ne?” buyurarak terk etmenin ne demek olduğunu ve terk etmenin usûlünü ortaya koymaktadır. 

Günümüzde insanın neye sahip çıkıp neyi terk etmesi gerektiği meselesi tam bir muammadır. Evet, fert kendi başına hareket ettiğinde aklının rehberliğiyle bir noktaya kadar gelebilmektedir ama aklın da sınırlarının olduğu değişmez bir gerçektir. Düşünce tarihi aklın rehberliğinde bir aşamaya kadar muazzam şekilde gelip daha sonra sapkın fikirlere öncülük eden düşünürlerle doludur. İşte tam bu noktada insanın en büyük ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Tüm zamanlarda insanın en büyük ihtiyacı bir yol gösterici ihtiyacı olmuştur.

İnsanın kendi başına eksikliğini hissettiği her şeyi elde etmesi yahut her şeyi bir tarafa bırakıp sefil bir hayat sürmesi onun kemâle ermesi, kendisini gerçekleştirmesi için kesinlikle yeterli değildir. Ferdin kendisi için gerekli olanları gerek dinleyerek gerekse görerek öğreneceği bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Günümüzde ise bu yol gösterme peygamber varisleri aracılığıyla sağlanabilmektedir. Ferdin gerek maddî gerekse mânevî nelere ihtiyacının olduğunu kesin bir şekilde öğrenebilmesi için muhakkak suretle bir mürşidi kâmile ihtiyacı vardır. 

Cenâbı Hak, bizleri kendisine ulaşma yolunda, eksiklik ve fazlalıklarımızın farkına vardıracak olanlardan ayırmasın. Âmin.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

iman binasi

İman Binası Sevgi Temeli Üzerine İnşâ Edilir - Süleyman TALAN

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

İman Binası Sevgi Temeli Üzerine İnşâ Edilir

Allahımız’a (cc) sonsuz hamdu senâlar olsun, O’nun (cc) Resûlü’ne (sav) salât ve selâm olsun, Hakk’ın güzide dostlarına (ksa) selâm olsun.

Bu ay akâid mevzusunda genelde es geçtiğimiz bir konu olan, akâiddeki yerinin çok anlaşılmadığı bir konu olan sevginin; akâiddeki yeri üzerine yazmaya çalışacağız. Allah (cc) elimizden tutsun, yolumuzu açsın ve dostundan, doğru anlayıp yazmayı nasib etsin. Âmin!

Akâid konularında sevgiye pek yer verilmemiştir. Bunun belki bu ilimlerle uğraşan insanların fıtratlarıyla da ilgisi olabilir. Hâlbuki bir çok âyet ve hadisi şeriflerde gerek işareten gerek direkt olarak iman sevgiye bağlanmıştır. Zaten iman eden insanın önce iman edeceği varlığı sevmesi gerekir. Ben kabul ederim ama sevmem demek küfrün katmerli hâlidir. Zaten bu incelik anlaşılmadığından bazı insanlar tasavvufa, tarikata akıl erdiremiyor ve zaman imanı kurtarma zamanıdır diye insanlara tasavvufu sanki bir lüksmüş gibi gösteriyorlar. Böyle düşünenlere sorarız; Müslüman olduğu halde Allah’a (cc) gönlünde bir muhabbet besleyemeyen insanlara, Allah’ı (cc) sevmek isteyen insanlara ne tavsiye ederler acaba? Sevginin imanla bir ilgisi yok mu? Akıl ile Allah’ı (cc) kabul edip, O’nunla hiçbir ilişki kurmadan, gönlümüze O’nun (cc) sevgisini doldurmadan sadece ben kabul ettim demek iman mıdır acaba? Bu imanın kuvvetlenmeye ihtiyacı yok mudur? İmanın kuvvetlenmesi kitap okuyup Allah (cc) ile alâkalı veciz sözler ezberlemekle mi oluyor acaba? Asla ve kat’a kabul edilemez böyle bir iman anlayışı. Efendimiz (sav); “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçede iman etmiş olmazsınız.” buyuruyor. (Müslim, İman, 93-94) Birbirimize bile olan sevgimiz, imanımızla doğrudan ilgili iken, Rabbimiz’e (cc) olan sevgimizin nasıl imanımızla bağlantısız olduğu düşünülebilir? Efendimiz (sav), Ömer’e (ra) soruyor; “Beni ne kadar seviyorsun?” Ömer (ra) cevap veriyor; “Kendimden sonra en fazla seni seviyorum ya Rasûlallah (sav).” Efendimiz (sav); “Olmadı ya Ömer! Beni kendinden de fazla sevmedikçe iman etmiş olmazsın.” buyuruyor. Hazreti Ömer (ra) bir müddet sonra, “Seni kendimden de fazla seviyorum ya Rasûlallah (sav)!” deyince bu kez Efendimiz (sav); “Şimdi oldu.” buyuruyor. (Müslim, İman, 69)

Adeta Efendimiz (sav) burada bize imanın tamamıyla bir sevgi hadisesi olduğunu gösteriyor. Sanki, severseniz imanınız var buyuruyor. Şimdi biz sevgisiz bir imana nasıl kuvvetli diyelim? İmanın kuvvetlenmesini nasıl sevgiye bağlı görmeyelim? Ömer (ra) gibi bir şahsiyetten bile eksik sevgi ile yapılan iman kabul görmezken, biz nasıl kendimizdeki imanı kâmil kabul edelim? Bunlar akla ve kalbe ziyan düşünceler. Rabbim (cc) imanımızı severek kemâle erdirebilmeyi hepimize nasib eylesin.

İman Sevgi İle Kemâle Gelir

Cenâbı Hak, Maide Sûresi’nde asıl kâmil iman sahiplerini tanıtırken “Allah (cc) onları sever, onlar da Allah’ı (cc) severler.” buyuruyor ve sevgi ile iman edişin Kendi yanındaki karşılığını bize izah buyuruyor. Sen Allah’ı (cc) seversen, Allah da (cc) seni sever. O (cc) sevdi mi seni sevindirir. Yine Rabbimiz (cc) Bakara Sûresi 165. âyeti kerimede; “İman edenler Allah’ı (cc) daha şiddetle severler.” buyuruyor. İmanın sevgi ile olan ayrılmaz bağını bu âyetten anlıyoruz. ‘Alak Sûresi’nde Allah (cc) insanı alakadan yarattığını buyuruyor. Alaka kan pıhtısı diye genelde türkçeye çevrilir. Bazı müfessirler ise alaka kelimesini sevgi, ilgi diye anlamışlar. Yani Allah (cc) insanı sevgi ile yarattı. Sevginin itikadımızla müthiş bir ayrılmazlığı söz konusu.

Peygamberi Sevmek İmanın Gereğidir

Allah (cc) Ahzab Sûresi 6. âyeti kerimede; “Peygamber (sav) mü’minlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.” buyurarak Efendimiz’i (sav) sevmenin iman alâmeti olduğunu bizlere bildiriyor. Efendimiz’in (sav) gökteki yıldızlara benzettiği sahabe efendilerimize (r.anhum) Peygamber’i (sav) ne kadar severdiniz, diye sorulduğunda, şöyle cevap vermişler; “Biz Peygamber’i (sav) anamızdan, babamızdan, çoluk çocuğumuzdan ve kendimizden fazla severdik. O’na (sav) susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu duyar ve daha çok severdik.” Zaten hitap ederken de; “Anam, babam sana feda olsun!” diyerek sevgilerini, yani imanlarını adeta haykırırlarmış. Allah (cc) bizleri onların sevgilerine, imanlarına bağışlasın. Âmin!

İmanla Alâkalı Olan Her Şey Sevilmeli

Kur’ân’da ve muhtelif hadislerde şöyle bir ifade sıkça geçer, “ahiret gününü umanlar için...”. Yani ahireti sevenler için. Başka yerlerde meleklerin insanlara olan muhabbeti ve özellikle sahabeden bazılarının meleklerle arkadaşlığından bahsedilir. Yine infakla alâkalı âyette Allah (cc); “Sevdiklerinizden vermedikçe birre, takvaya erişemezsiniz.” buyuruyor. Baktığımızda hep sevgi esas gösterilmiş. İmanla alâkalı mevzuların sevilmesi de imandandır. Sevilmemesi ise küfürdür. Bütün bunlardan hareketle, âyet ve hadisler ışığında gayet rahat diyebiliriz ki sevgi Müslüman olan herkese farzı ‘ayndır. Sevgisizlik küfürdür. Müslüman sevgi ile kâinata nazar eder. Rivayet edilir ki Allah (cc) Musa’ya (as) “Bizim için ne yaptın?” diye sual buyurmuş; 

Musa (as) da yaptığı ibadetleri sayıyor. Allah (cc) buyuruyor ki; “Hayır, bunları kendin için yaptın.” Musa (as) soruyor; “Peki Senin için ben ne yapabilirim?” Allah (cc) buyuruyor ki; “Ancak Bizim için sevip, ancak Bizim için buğzedersen, bu Bizim için olur.” İman; ancak Allah (cc) için sevmek, ve O’nun (cc) için buğzetmektir.

Bir gün Efendimiz (sav) Hz. Ali’ye (ra) şöyle sual buyuruyor; “Ya Ali, Allah’ı (cc) seviyor musun?”

Hz. Ali (ra), seviyorum, der.

Efendimiz (sav), “Beni seviyor musun?” diye sorar. Hz. Ali (ra), seviyorum, der.

Efendimiz (sav), “Fatıma’yı (rha) seviyor musun?” diye sorar. Hz. Ali (ra), seviyorum, der.

Efendimiz (sav), “Çocuklarını seviyor musun?” diye sorar. Hz. Ali (ra), onları da sevdiğini söyler.

Efendimiz (sav) bu kez, “Ya Ali! Bu kadar sevgiyi bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?” diye sorar.

Hz. Ali (ra) bu soru üzerine evine gider ve olanları eşi Fatıma’ya (rha) anlatır. Fatıma (rha); “Ya Ali! Bu bilinmeyecek bir şey değil, git de ki; Allah’ı (cc) sevmem imanımdandır, Sizi sevmem gönlümdendir, Fatıma’yı sevmem Allah’ın emaneti olmasındandır, çocuklarımı sevmem babalığımın gereğidir.” Hz. Ali (ra) hemen Efendimiz’in (sav) yanına gider ve olduğu gibi anlatır. Efendimiz (sav) çok hoşuna gider ve “Bu meyve peygamberlik ağacından alınmışa benziyor.” buyurur.

Buradan da anlaşılacağı üzere iman sevgiyi birlemek ve her şeyi sırf Allah (cc) için sevmektir. Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü anlayışını şiar edinmeliyiz ve imanımızı sevgi ile kuvvetlendirmeliyiz.

Bu sevgiyi tahsil edebileceğimiz Allah (cc) dostlarına yakınlaşmaya gayret etmeliyiz. Rabbim (cc) bizleri imanını severek kemâle erdirmiş olanlara bağışlasın. Âmin!

 

Yazar: Süleyman TALAN

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 20:38

İSTİKÂMET İTİDAL İLEDİR

istikamet

İstikâmet İtidal İledir - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

İstikâmet İtidal İledir

 

İtidal; Her türlü hal ve harekette Allah ve Resulü’nün emrettiği şeylere riayet etmek, aşırıya gitmemek ve gevşeklik göstermemek demektir. İstikâmet ise; Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarına uyma, İslâm’a uygun çizgide yürüme ve sebat etmedir. İstikâmet ve itidal; kendince bir yol çizip İslâm’ı kendine göre anlama ve yorumlama değil, her hal ve şartta sıratı müstakimden ayrılmamak ve her konuda orta bir yol takip etmektir.

İtidalli olmak, orta yolu izlemek ve aşırılıklardan kaçınmak, İslâm dininin temel prensiplerindendir. Dini kaynaklarımızda “kasd”, “vasat” ve “iktisad” olarak da anılan bu kavram, ölçülü olmak ve aşırılıklardan uzak durmak anlamındadır.

İtidal bir diğer açıdan, inanç, söz ve amelde adalet üzere olmak demektir. Adalet teriminin, “her şeyi yerli yerine koymak, her şeye hakkını teslim etmek” anlamına geldiğini ve bunun da ancak Hududullah’a tabi olmakla mümkün olduğunu hatırladığımızda, itidal üzere olmanın, Allah’ın sınırlarına sadakat demek olduğunu görürüz. 

İtidal yanlış anlaşılmamalıdır. İtidal üzere olmak demek, önümüze çıkan üç şıktan ortadakini işaretlemek demek değildir. İtidal, üç şeyden ortadakini benimsemek ve ona tabi olmak değildir. İtidal, yüce Allah’ın (cc) ölçülerini gözetmek, eksiltmeden ve artırmadan bu ölçülere bağlı kalma cehdi göstermektir. Sırât-ı müstakîm üzere bulunma gayretinde olmak ve onun ötesine geçmekten de, berisinde kalmaktan da imtina etmektir. İtidalin sınırlarını Allah’ın (cc) ölçüleri belirler.

Dinin emir ve yasakları bellidir. Bunların en doğru uygulanış şeklini Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) sünnetinden anlarız. Günümüzde Peygamber Efendimiz’in sünnetini yaşayarak yaşatmaya çalışan insanı kamiller itidalin örneğidirler. Onların izlerini takip etmek temel ölçü olmalıdır. Yoksa Allah korusun anlayış kayması yaşayabiliriz. Aksi takdirde günümüzde örneklerini sıkça gördüğümüz din adına yapılan aşırılıklara bizler de farklı bir açıdan karışabiliriz.

Bu gün İslâm coğrafyasında gördüğümüz Müslümanların hunharca birbirlerini katletmeleri sözüm ona güya hep din adınadır. Kendilerince verdikleri dinin hakimiyeti mücadelesidir. Sonuca baktığımızda dinin hakimiyeti için Müslümanlara zulmetmek, camileri bombalamak, çarşı-pazar ne varsa her yeri havaya uçurmak, günahsız, bebek, yaşlı, kadın, asker, sivil demeden tarayarak kurşundan geçirmek hangi âyette, hangi hadiste geçer. İslâm doğruluk, kardeşlik, beraberlik, adalet dini iken bunlar hangi dinin mücadelesidir ki sonuçları böyle oluyor.

Bunların açıklaması anlayış kayması iledir. Eğer insanın önünde dinin emir ve yasaklarını yaşayarak müşahede edebileceği hakiki bir rehberi, büyüğü, mürşidi yok ise o insanın nihayetinde nefsine, heva ve heveslerine uyması elzemdir.

İtidalli yaşamak ancak peygamber varisi, bir insanı kamile müntesip olup onunla yaşamak ile mümkündür. Aksi durumda kişinin fıtratı neye müsaitse onun kurbanı olarak yaşar. Halim selim bir insansa elinden tesbih düşmez, dini tesbihten ibaret görür. Ya da biraz aksiyon arayan insan için din cihaddan ibarettir. Toplumumuzdaki din anlayışını hep bu bireysel farklılıklar şekillendirmiştir. Çok güzel buna diyecek yok cihad da tesbih de Rabbimiz’in emridir. Fakat dinin her emrinin yeri ve zamanı vardır. Burada aklıma gelen bir şeyi paylaşmada geçemeyeceğim; Yıllar evvelinde büyüğümüz Hâce Hz. (ks) bir şehrimizin belediye başkanının durumunu anlatmıştı. Makam odasının arkasında bir gizli oda yaptıran başkan zamanının çoğunu elinde tesbih o özel odasında Rabbi’ne niyazda bulunarak, virdini çekerek, derslerini yaparak geçirir. Bu çok takdire şayan bir davranış. Allah bütün başkanlarımızı bu ahlaktan uzaklaştırmasın. Sorun tabi ki bu değil. Bir de madalyonun arka tarafı var. Millet seni sadece bunun için değil başka şeyler için de seçti. Nerede hizmet, nerede alt yapı, nerede halkın yaşam standartlarını geliştirme gayreti, sen bunun için başkan olmadın mı? Seçim mitinglerinde verdiğin vaatler nerede kaldı? Sonuç takvalı bir belediye başkanı, temel harika ama bu güzel özelliklerini adaletli bir şehircilik hizmetinde kullanamadığı için başarısız oldu. Belki Rabbi’ni çokça tesbih etti mânevî alemdeki seyri sülûka tesbih çekerek vakıf oldu veya olamadı. Fakat bir gerçek var ki halkın gönlünü kırdı. Onların ümitlerini bitirdi. Belki de onun tesbihi, dersi, virdi yapacağı hizmetindeydi. Ona nasihatte bulunmaya çalışan kamil insanlarla istişare etmediği, istişare ettiklerini de uygulamadığı için itidalli olamadı. Neyi, nerede, nasıl yapacağını bilemedi.

Bu sadece bir örnek hepimiz kendimizi düşünerek değerlendirelim acaba biz itidal üzere miyiz? Acaba dinlemediğimiz istişarelerimiz yüzünden nerelerde aşırılık yaptık. Ya da nerelerde ihmalkar davrandık. Bunun faturalarını kimlere nasıl ödettik? 

İslâm’daki İtidal prensibi, bütün din büyüklerimizin hayatlarının her köşesinde gözlemlediğimiz bir prensiptir. Peygamber Efendimiz (sav) ve O’na güzel bir şekilde tabi olan insanlar bütün hallerinde aşırılıklardan uzak durarak bu dinin güzelliğini bütün temiz gönüllere göstermişlerdir. 

İtidal bütüncül bir kavramdır. Sadece dinin ibadetler kısmından ibaret değildir. Hayatın her alanında itidal üzere olmak gerekir. İslâm dini, itidalli olmayı, insanın ferdi ve sosyal hayatı olarak tabir ettiğimiz insanın hayatının bütün köşelerine yansıtmayı amaçlamıştır ve bu doğrultuda sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi tavsiyelerde bulunmuştur.

İtidal, kelime veya terim olarak Kur’ân’da geçmez, fakat Kur’ân mana olarak baştan sona bir itidal, adalet üzere olma öğretisidir. Kur’ân, yeme, içme konusunda da, yürümek, konuşmak gibi bedensel faaliyetlerde de, kazanma ve harcamada da, mükafat ve ceza vermede de, barışta da savaşta da itidal üzere, adaletli olmayı, her şeyi yerli yerine koymayı öngörür. Kur’ân’ı ahlak edinmiş olan Allah Rasûlü’nün (sav) hayatı ve vahyin ışığında meydana getirdiği toplumsal ve siyasal işleyiş itidalin müşahhas örneğini oluşturmuştur.

Rabbimiz Allah (cc) Kur’ân’da şöyle buyuru; “Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahit olsun.” (Bakara; 143) Âyeti celilede de açıkça ifade edildiği gibi İslâm dini Allah’a giden vasat bir yoldur ve bu yolun yolcuları da aşırılıklardan uzak vasat insanlardırlar.

Peygamber Efendimiz (sav) hayatının bütün boyutlarında itidal prensibinden taviz vermediği gibi her zaman insanları itidalli olmaya davet etmişlerdir. Peygamber Efendimiz’in (sav) defalarca şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “Ey insanlar itidalli olun, itidalli olun, itidalli olun!”

Maalesef günümüzün insanı birçok konuda bu prensibe uymayarak kendi mutluluğuna gölge düşürmektedir. İşin aslına bakacak olursak insanların mutsuzluğuna sebep olan başlıca sebebin aşırılıklar ve itidalden uzaklaşmak olduğunu görebiliriz.

Allah (cc), yukarıdaki âyeti celilede ifade edildiği gibi Müslümanları “...vasat bir ümmet.” olarak niteler. Vasat ümmet “İfrat ve tefritlerden korunarak inancında, ahlakında, her türlü tutum ve davranışlarında doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisinde kalmayı başaran; dengeli, sağduyulu, ölçülü, insaflı ve uyumlu nesil, toplum.” anlamına gelir. Buradaki “vasat” kelimesi, “hem maddî ve bedensel tutkulara kapılmaktan, zevk ve sefahate dalmaktan hem de bedensel ve dünyevi ihtiyaçları büsbütün reddederek bir tür ruhbanlık hayatına kendini kaptırmaktan korunan” şeklinde de açıklanmıştır. İslâm’dan önceki dönemlerde genellikle Yahudiler ve müşrik Araplar gibi bazı toplumlar mâneviyattan büsbütün uzaklaşarak dünyevileşmişler, madde perest bir hayat anlayışına sapmışlardı. Hıristiyanlar, Mecusiler ve çeşitli Hint tarikatlarına mensup bazı topluluklar da dünyevi ve bedensel lezzetlere büsbütün sırt çevirerek kendilerini koyu bir ruhaniyete kaptırmışlardı. İşte İslâm dini bütün bu aşırılıkları reddederek itidalli ve dengeli bir din ve dünya anlayışı getirmiş ve bu anlayışa uygun bir toplum yapısı gerçekleştirmiştir. Bu yüzden diyoruz ki; “Huzur İslâm’dadır.”

Enes Bin Malik’den (ra) rivayet edilen bir hadisi şerif şöyledir; Peygamber Efendimiz’in nafile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahabeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince; Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri:

– Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri:

– Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahabe de:

– Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

– “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat Ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.”

Akıllı bir insana itidalli olmak yakıştığı gibi cahil bir insana da aşırılıklar yakışır. Aşırılık her şeyi ayrıntıda ararken gözünün önünü göremeyen insanın halidir. Hz Ali (ra) şöyle buyurur; “Cahil insanı, ifrat ve tefrit halleri dışında göremezsin.” İslâm dini, itidalli olmayı, insanın ferdi ve sosyal hayatı olarak tabir ettiğimiz insanın hayatının bütün köşelerine yansıtmayı amaçlamıştır ve bu doğrultuda sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi tavsiyelerde bulunmuştur.

Kişi yaptığı, ve yapacağı işlerde itidal üzere bir yol izlemelidir. Her bireyin yaptığı işler ve sarf ettiği sözler, ibadetleri ve kısacası kendisini ilgilendiren işler, ferdi işleridir. İslâm, bütün insanları ferdi işlerinde itidalli olmaya davet etmiştir. Ölçülü konuşmak, ölçülü yemek, ölçülü ibadet etmek ve ölçülü dinlenmek konuları İslâm’ın özellikle üzerinde durduğu konulardır.

Yapılan ibadetler konusunda da itidal üzere kalabilmek çok önemlidir. Her birey kendi kapasitesini göz önünde bulundurarak ibadete yaklaşmalıdır ve elinin altındaki insanların kapasitelerini gözeterek onları ibadete yaklaştırmalıdır. Aksi takdirde yapılan ibadet, insana yarar sağlamadığı gibi zarar da verebilir. İslâm, hayat dinidir ve İslâm’da aşırılıklara yer yoktur. Bütün işlerini bir kenara bırakıp da yedi gün yirmi dört saat seccadesinden ayrılmayan birisinin Allah’ın emirlerine teslim olduğu söylenemez. 

İslâm, insanlardan vakitlerinin bir bölümünü ibadete ayırmalarını istediği gibi diğer bir bölümünü de kendi ve ailelerinin rızkını temin etmek için çalışmaya ayırmalarını istemiştir. aynı şekilde bir bölümünü dinlenmeye ve bir bölümünü de eşi ve çocukların eğitimine ayırmalarını istemiştir. Yani sözün kısası hiç seccadeye uğramamak her ne kadar yanlış ise hiç seccadeden ayrılmamak da bir o kadar yanlıştır. 

Peygamber Efendimiz (sav) ailelerini bir kenara bırakıp da sadece ibadetle meşgul olan insanları her zaman kınamıştır ve onların bu yanlışından duyduğu endişeyi de her fırsatta dile getirmiştir.

Nitekim Efendimiz (sav) bir gün mescide girdiğinde iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü. Bunun ne olduğunu sorunca, “Bu, Zeyneb’in (ra) ipidir. Namaz kılarken uykusu gelince buna takılıyor (ip onun düşmesini önlüyor).” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu; “Hayır (böyle şey olmaz)! İpi derhal çözün. Şevkiniz varken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın.”

Mutedil bir yaşantıyı ancak, ona şekil veren Kur’ân, sünnet ve onu hayatlarında özümsemiş peygamber varisi hakiki insanı kamiller ile yaşayarak, onların gösterdiği yoldan giderek öğrenebiliriz. Bunun dışındaki bir yaşantının ve takip edilen çizginin dindarlık takva, açıkgözlülük, iktisat, yiğitlilik vb. bir şeyle alakası yoktur.

İnsan öyle bir düşmana sahiptir ki, nefs dediğimiz bu düşman; yapılan hayrı, iyiliği, ibadetleri, her türlü güzel amelleri içerisine riya, ucub karıştırarak heder eder. Mükafat beklerken, hesaba bile çekilebiliriz.

Sonuç olarak akıllı her mü’min bir mürşidin rehberliğinde hayatını yaşamalıdır. Ancak bu şekilde gerek inançları ve ibadetleri ile ilgili konularda gerekse de beşeri hayata ilişkin diğer konularda istikâmet ve itidal üzere kalabilir.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

hz aise

Hz. Âişe'nin (r.anha) Azadlısı Hz. Berire (r.anha) - Şeb-i VUSLAT

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Hz. Âişe'nin (r.anha) Azadlısı Hz. Berire (r.anha)

 

Hz. Berire kölelik acısını tadan garip- lerdendi. Herhangi bir eşyaymış gibi alınıp satılma zilletini yaşayan bahtsız bir hanımdı. O, Ebû Leheb’den Medineli bazı kişilere kadar birçok sahip değiştirmiş, en son Hilaloğulları’ndan birine satılan bir cariyeydi.

Medine’de yaşayan Hz. Berire cesur ve atak biriydi. Köle olmasına rağmen toplumsal olaylara duyarsız kalmadı. Medineliler İslâm’a koştuğunda o da İslâm ile şereflendi.Müslüman olması, karartılmış dünyasını aydınlatarak kaybolan ümitlerini yeniden yeşertti. Hayatı anlam kazandı. İslâm’ı ve Müslümanları tanıdıkça beklentileri, hayata tutunma arzusu hiç olmadığı kadar arttı.

Hz. Berire’nin başındaki sıkıntı sadece kölelikten ibaret değildi. Onun kölelik dışında bir sıkıntısı daha vardı; o da eşiydi. Efendileri onu kendisini deliler gibi seven Muğis adında başka bir köle ile evlendirmişti. Muğis’in onu sevmesi yetmemişti. Muğis onu çok sevmesine rağmen Hz. Berire eşini bir türlü sevememişti. Kendini bunun için zorladığı hâlde olmamıştı. Eşinin aşırı sevgisi onu boğmuş, ona karşı soğukluğu zaman içerisinde nefrete dönüşmüştü. Hayatı bir şekilde cehenneme dönmüştü.

Çok hamarat ve çalışkan bir hanım olan Hz. Berire, Allah Resûlü’ne (sav) yakın olmak, Efendimiz’e (sav) yahut ailesine biraz olsun hizmet edebilmek için can atıyordu. Bunun için fırsat kolluyor, efendilerinden izin alarak müsait olduğu zamanlarda Hz. Âişe (ra) annemizin yanına gidiyor, yardım edip hizmetini yapıyordu. Bu vesile ile Allah Resûlü’nü (sav) yakından görüyor, ilminden, irfanından, feyiz ve bereketinden istifade ediyor, Efendimiz’e (sav) hizmet etme şerefine nail oluyordu. Hz. Âişe (ra) onun hâl ve hareketlerini, samimiyetini, ahlâkını çok beğeniyor, hizmetlerinden memnun kalıyordu. Hz. Berire, Hz. Âişe’yi (ra) çok sevmiş, Hz. Âişe de (ra) Hz. Berire’yi çok sevmişti. Bu yakınlık Hz. Berire’nin zaman zaman Hz. Âişe (ra) annemize açılmasına, dertlerini paylaşmasına vesile olmuştu. Bu konuşmalar, ona yeni bir hayatın kapılarını açmıştı.

Onu köle değil, bir insan olarak gören, ona değer verip insanca davranan Hz. Âişe (ra) annemiz, Hz. Berire’nin gönül dünyasını aydınlatarak onu bambaşka bir insan yaptı. Hz. Âişe’nin (ra) yanında hayatın güzel yanlarını yeniden keşfeden Hz. Berire, İslâm’ın insana bakışından da cesaret alarak hayatı daha anlamlı kılmak için kölelik bağından kurtulmaya karar verdi. Efendileri ile konuşup kölelikten kurtulmak için onlarla bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Hz. Berire efendisine her yıl bir evkiye (40 dirhem) ödemek suretiyle, dokuz yılda dokuz evkiye ödeyerek hürriyetine kavuşacaktı. En iyi ihtimalle dokuz yıl daha köle olarak kalmak, sonunda hürriyet ihtimali olduğu için onu çok heyecanlandırdı. Zamanın uzunluğunu hiç düşünmedi. Zaten bir köle için zamanın hiçbir anlamı yoktu.

Ehli Beyt’e hizmeti nedeni ile kendi-sine birçok güzel kapılar açılan Hz. Berire annemiz, bu konuda da büyük bir lü-tuf ve ihsâna kavuştu. Hz. Âişe annemiz (ra) şöyle anlatıyor; “Bir gün Berire bana gelerek hürriyetine kavuşmak için efendisi ile anlaştığını, bunun için kendisine yardımcı olmamı rica etti. O sırada efendisi ile anlaştığı miktardan henüz hiçbir ödeme yapmamıştı. Ona bu parayı efendine tek bir seferde ödeyerek seni efendinden satın alıp sonra da azat etmemi ister misin, dedim o da memnuniyetle kabul etti. Ancak bunu velayetin bende kalması şartı ile yaparım, de-dim.” Hz. Âişe annemizin (ra) sözlerini duyan Hz. Berire, kulaklarına inanamadı. Sevinç-ten yerinde duramaz olmuştu. Bütün bunlar olurken ya olmazsa diye endişeleniyor, problem çıkmaması için sürekli Allah’a (cc) yalvarıyordu. Hz. Âişe (ra) annemiz ona; “Gidip efendinle konuş, benim teklifimi ona ilet.” buyurdu. Hz. Berire müsaade iste-yip doğruca efendisinin yanına gitti. Hz. Âişe’nin (ra) kendisini azat etmesi için ona dokuz değil 10 evkiye (400 dirhem), hem de hepsini peşin olarak ödemek istediğini söyledi. Efendisi bu kârlı alışverişten memnun olacağını ifade etti. Hz. Berire, Hz. Âişe annemizin (ra) velayet hakkının kendi-sine verilmesi şartını henüz söylememişti. Alışverişten daha kârlı çıkmak isteyen efendisi; “Bir şartla olur.” dedi. Annemiz “Şartın nedir?” dedi. Efendisi “Velayet hakkın bende kalır.” diye şart koştu. Hz. Berire efendisine herhangi bir cevap vermeden, izin isteyip mahzun bir şekilde Hz. Âişe’nin yanına gitti ve “Efendim beni satmak istiyor, ancak bunun için velayetimin onlarda kalmasını şart koşuyor.” dedi. Hz. Âişe (ra) bunu doğru bulmadı. Fikrinde ısrar etti ve “Hayır, bu şartı kabul edemem.” dedi.

Hz. Berire’nin sevinci yarım kaldı. Hz. Âişe’nin (ra) bu sorunu çözeceğinden çok ümitli olmasına rağmen yine de büyük bir üzüntüye kapıldı. Onun üzüldüğünü gören Hz. Âişe annemiz (ra), Hz. Berire’yi teselli ederek kendisini satın alacağı konusunda onu ümitlendirip efendisinin evine gönderdi. O sırada Allah Resûlü (sav) namaza çıkmak üzereydi. Bunun için konuşmaları duyduğu halde müdahale etmemişti. Namazdan dönüp Hz. Âişe’nin (ra) yanına geldiğinde ona Hz. Berire Hatun’un işinin ne olduğunu sordu. Hz. Âişe (ra); “Ya Rasûlallah! Ben Berire’yi satın alıp azat etmek istiyorum. Ancak efendileri bu satış için Berire’nin velaye-tinin kendilerinde kalmasını şart koşuyorlar. Ne yapalım?” dedi. Allah Resûlü (sav) “Onu satın alıp azat et! Velayetini dert etme. Velayet, parayı verene, onu azat edene aittir. Onlar isterlerse yüz kere şart koşsunlar bu değişmez.” buyurdu. Hz. Âişe’nin (ra) yanından ayrılan Peygamber Efendimiz (sav) Mescidi Nebevî’ye gitti ve sahabelere bir konuşma yaparak konuyu gündeme getirdi. Buyurdular ki; “Bazılarına ne oluyor da Allah’ın kitabında olmayan şartlar koşuyorlar. Allah’ın kitabında olmayan şeyleri şart koşanların şartları geçersizdir. İsterlerse yüz kere şart koşsunlar değişmez, Allah’ın şartı hak ve geçerlidir.”

Hz. Berire, hürriyete kavuşmasının önündeki engelin kalkmasına çok sevindi. Ehli Beyt’e, Hz. Âişe’ye (ra), Allah (cc) ve Resûlü’ne (sav) olan sevgisi daha da derinleşti. Engel aşılınca Hz. Âişe (ra) ona verdiği sözü tutarak Hz. Berire’yi efendisin-den satın alıp hürriyetine kavuşturdu. Hz. Âişe’ye (ra) müteşekkir olan Hz. Berire, onun kendisi için büyük bir nimet olduğunun bi-lincindeydi. Bunun için Ehli Beyt’in hizmetinden ayrılıp onlardan uzaklaşmak bir yana, kendisini Hz. Âişe’nin hizmetine adadı. Hz. Âişe ruhunu teslim edinceye kadar da bu hizmete devam etti.

Hz. Berire Hatun’un özgürlüğüne kavuşması, ona yeni bir kapı açmıştı. Ancak bu kapı onun için aynı zamanda yeni bir sorun demekti. Hürriyetine kavuşunca, Allah Resûlü (sav) onu yanına çağırarak; bu yeni durumun sosyal statüsünü değiştireceğini, kendisi ile eşi arasındaki ilişkilerine yeni bir boyut kazandıracağını bildirdi. Ona bundan sonra eşi ile evliliğini devam edip etmemekte serbest olduğunu söyledi. Tavsiye etmemekle birlikte eğer isterse eşinden ayrılabileceğini, ayrılmak isterse hür hanımlar gibi iddet beklemesi gerektiğini i-fade buyurdu. Ama arzusunun, bu evliliğin devam etmesinden yana olduğunu bildirdi. Hz. Berire Hatun eşine bir türlü ısınamadığı için onunla evli kalmak istemiyor, ancak köle olduğu için bir şey yapamıyordu. Böyle bir hakka sahip olduğunu öğrenince bunu kullanmak istedi. Eşiyle evli kalmak istemiyordu. Kararının kesin olduğunu ifade etmek için; “Bana evliliğimizin devamı için şunları şunları verse bile yine de onun yanında kalmak istemem.” dedi. Allah Resûlü (sav) Hz. Berire’nin kararlı olduğunu görünce ısrar etmedi. Düşüncelerine müdahale etmeyip sessiz kaldı. Hz. Berire Hatun’u ölesiye seven eşi Muğis, olanları duyunca üzüntüsünden kahroldu. Evliliğinin devam etmesi için girişimlerde bulunduysa da bütün çabaları boşa çıktı.

Eşinden ümidini kesen Muğis, gözyaşlarına hakim olamadı. Gözyaşları sel olup akarak sakalını ıslatıyor, gece gündüz ağlayarak bilinçsizce Medine sokaklarında geziyordu. Allah Resûlü (sav) onun bu halini görünce amcası Hz. Abbas’a; “Ey Amca! Sen de Muğis’in Berire’ye olan şu sevgisine karşılık, Berire’nin ona olan kinine şaşmıyor musun?” buyurdu. Muğis’in durumuna acıyan Allah Resûlü (sav), Hz. Berire’yi yanına çağırarak onunla yeniden konuştu. Ona eşinin durumunu anlatarak eşine dönmesini tavsiye etti. Hz. Berire; “Ya Rasûlallah! Bu benim için bir vecibe mi? Bunu yapmamı emir mi ediyorsunuz?” dedi Allah Resûlü (sav); “Hayır, ben sadece aracılık yapıyorum.” buyurdu. Allah Resûlü’nün (sav) kendine eşine geri dönmesini emretmeyip sadece tavsiye ettiğini öğrenen Hz. Berire; “Bu evliliği istemiyorum.” diyerek her şeye rağmen eşine geri dönmeyeceğini bildirdi.

Hz. Berire Hatun konusuna çok önem veren âlimler, onun başından geçen bu olaydan hukuki ve ahlâkî meseleler tespit etmişlerdir. Hatta Taberî ve İbni Huzeyme bu konuda müstakil eserler kaleme almışlardır.

Bu altın tablo, İslâm’ın insana, fik- re, hürriyete ne kadar değer verdiğini, ayrıca Allah Resûlü’nün (sav) çok özel şartlarda bile, eşinin azat ettiği bir cariyenin hayatına müdahale etmeyip onun kararına saygı gösterdiğini resmetmesi bakımdan çok önemlidir. Yine bu tablo, ailenin sevgi ve saygı temelleri üzerinde yükselme- si, ona dıştan özellikle zorlayıcı baskılar yapılmaması gibi ve daha birçok noktada bize önemli mesajlar vermektedir. Allah Resûlü (sav) ona ve onun gibi geçmişte cariye ve köle olanlara, yalnızca bir kere değil her zaman değer verir, onları diğer insanlardan ayırmaz, onları muhatap alır, en hayatî konuda görüşlerini sorardı.

Münafıklar Hz. Âişe annemize (ra) iftira attıklarında da böyle oldu. Allah Resûlü (sav) bu konuda sahabe-lerin ileri gelenlerine görüşlerini sorduğu gibi, geçmişte cariye olmalarına rağmen Hz. Âişe annemize yakın olmaları dolayısıyla Hz. Ümmü Eymen annemiz ve Hz. Berire’ye de sorular sordu. Bilgilerine başvurdu. Konu ile ilgili Hz. Ali (ra) ve Hz. Üsame b. Zeyd’in (ra) görüşlerini soran Allah Resûlü (sav) onlardan görüşlerini aldıktan sonra Hz. Ali (ra); “Ya Rasûlallah! İsterseniz cariyesine de sorun. O size işin doğrusunu söyler.” diye teklif etti. Allah Resûlü (sav) onun bu teklifini yerinde bularak Hz. Berire’yi yanına çağırdı. Hz. Âişe’yi (ra) kastederek ona; “Ey Berire! Onda şüpheleneceğin herhangi bir durum gördün mü?” Hz. Berire “Hayır, Seni hak ve gerçek olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki onda bir şey hariç, hiçbir kusur görmedim.” ded. Allah Resûlü (sav); “O da nedir?” diye sordu Hz. Berire; “Kendisi çok genç bir hanım olduğu için hamur yoğururken bazen uyuya kalırdı. O sırada evdeki keçi gelir hamuru yerdi.” dedi. Hz. Ali (ra) onu sıkıştırarak, Allah Resûlü’ne (sav) doğru söyle, diye çıkıştı. Bunun üzerine kızan Hz. Berire; “Sübhanallah! Vallahi ben onun hakkında kuyumcunun halis kırmızı altın külçesi hakkında bildiğinden başka bir şey bilmiyorum. Vallahi ben onun hakkında başka bir şey bilmiyorum. Vallahi Ya Rasûlallah! Eğer onun hakkında bundan başka bir şey olsaydı, Allah onu Sana bildirirdi.” dedi. Onun sözlerini ciddiye alan ve değer veren Allah Resûlü (sav), diğer sahabele-rin sözlerinin de aynı doğrultuda olduğunu görünce bu iftirayı atan münafıklardan hesap sormak için harekete geçti. Sahabele-rine; “Kim Bana Ehli Beyt’im hakkında Beni bu kadar rahatsız eden kişinin özür dilemesini sağlayacak. Vallahi Ben Ehli Beyt’im hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” buyurdu.

Uzun yıllar Hz. Âişe’ye (ra) hizmet eden Hz. Berire Hatun bu esnada çok şey öğrendi. Ehli Beyt’in ahlâkı ile ahlâklanarak Rabbi’nin katında pek çok mânevî mertebeleri kat etti. Allah Resûlü (sav) ömrünün sonlarına doğru, ilâhî emir üzerine sık sık kabristanı ziyaret etmeye başlamıştı. Yine bir gece kendisine kabir ziyareti yapması emredilmişti. O gece Hz. Âişe’nin (ra) yanında kalan Allah Resûlü (sav) eşini uyandırmamak için sessizce yataktan kalktı. Elbiselerini giyerek dışarı çıktı. O sırada uyanıp Allah Resûlü’nün (sav) odasından çıktığını fark eden Hz. Âişe Allah Resûlü’nü (sav) koruma güdüsü ile hemen harekete geçti. Devamını Hz. Âişe (ra) şöyle anlatıyor; “Hemen Berire’nin yanına gittim ve ona Allah Resûlü’nü (sav) takip etmesini söyledim. Allah Resûlü’nün (sav) peşine takılan Berire, kabristana kadar O’nu takip etmiş. Allah Resûlü (sav) bir süre kabristanda kalıp dua ettikten sonra geri dönmüş. O’nun geri döneceğini anlayan Berire, O’ndan önce davranarak hızlıca eve geldi. Olan bi-teni bana anlattıktan sonra kaldığı yere geri döndü. Ben de hemen yatağıma yattım, hiçbir şey olmamış gibi uyudum. Sabah olunca yaptıklarımı Allah Resûlü’ne (sav) anlattım. Allah Resûlü (sav); “Kabristanda yatanlara dua etmem için Allah tarafından oraya gönderildim.” buyurdu.”

Allah Resûlü’nün (sav) vefatla sonuçlanan hastalığında hep O’nun çevresinde olan ve O’na hizmet etmeye gayret eden Hz. Berire, Efendimiz’in (sav) son günlerinde de O’na hizmet etme bahtiyarlığına erdi. Allah Resûlü (sav) namaza gitmek isteyip de sürekli bayıldığı sıralarda namazı Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasının istedi. Bir ara ayılıp kendini iyi hissedince; “Namaza başladılar mı?” diye sordu. Yanındakiler “Evet” deyince “Birini bana çağırın da ona dayanarak mescide gideyim.” buyurdu. Hz. Berire hemen yerin-den fırlayarak Allah Resûlü’nün (sav) yanına koştu. Ona (sav) destek oldu. Diğer tarafına da başka bir sahabe geçerek Efendimiz’i (sav) mescide götürdüler. Bu sırada Allah Resûlü (sav) hastalığının şiddetinden adım atamıyor, ayakları yerde sürünüyordu. Hz. Âişe’nin (ra) yanında çok şey öğrenen Hz. Berire, onun vefatından sonra öğrendiklerini çevresindeki insanlarla paylaşmak için daha çok gayret gösterdi. Bir gün Medine’nin ileri gelenlerin-den Abdulmelik b. Mervan’a Medine valisi olmadan önce nasihat ederek; “Ey Abdulmelik, sende güzel özellikler görüyorum. Sen yönetim işini üstlenebilecek ve bu ümmeti yönetecek vasıflara sahipsin. Eğer bu işi üstlenirsen kan dökmekten sakın. Çünkü bu konuda Allah Resûlü’nün (sav) şöyle buyurduğunu duydum; “Bir adam, cennetin kapısına kadar gider oradan içeri baktıktan sonra, haksız yere döktüğü Müslüman kanı sebebi ile kapıdan geri çevrilir.” dedi.

Hz. Berire’nin vefatı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Asrı saadette köleler azad edilerek hürriyetlerine kavuştular. Ahir zamanda bizler de maalesef nefsimizin kölesi olmuşuz. Nefsi efendisi olanın vay haline! Rabbim bizlere bu mübarek ayın hürmetine nefsimizden azad olabilmeyi nasip etsin inşaallah.

Padişah gelmez saraya, hâne mamur olmadan. Rabbim yar ve yardımcımız olsun. Âmin!

 

Kaynakça:

- Dr. Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, İstanbul

- Mehmed Emre, Büyük İslâm Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort