JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 01 Temmuz 2014 19:20

MÜ’MİN İKİ EL GİBİDİR…

mumin iki el

Mü'min İki El Gibidir... - Nurten ÖZEN

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Mü'min İki El Gibidir...

 

Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a (cc), salât ve selâm, Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav), O’nun Ehli Beyt’ine, ashabına-etbaına, kıyamete kadar devam edecek olan varisi ekmellerine ve ümmetine olsun…

Bugün dünyada her imkan arttı. Bolluk, refah var. Nimetin külfeti de var. Derler ya; yoksulluğunu çektiğimiz en önemli şey, dostluk, kardeşlik… Dünyada her şeye doyuluyor da, sevgiye-dostluğa doyum olmuyor. Efendimiz (sav) Medineyi Münevvere’yi şereflendirdiklerinde, İslâm Devleti’nin temelini inşa edercesine, ilk Ensar-Muhacir kardeşliğini ihdas etti. Demek ki kardeşlik olmadan, hiçbir şey olmuyor.

 

“Müslümanlar kardeştir!” 

Hucurat Sûresi 10. ayette buyuruyor Yüce Rabbimiz (cc). Peygamber Efendimiz de (sav) Müslümanları bir bedene benzetir. Onların birbirini sevmesini, birbirine merhamet etmesini, birbirini korumasını arzu eder. Bedenin bir organı hastalandığı zaman diğer organların da aynı rahatsızlığı olduğu, bu yüzden uyumadığı ateşlendiği gibi Müslümanların da birbirinin derdi ile dertlenmesi gerektiğini söyler. 

İşte bu sebeple din kardeşlerinin birbirine kin tutmasını, haset etmesini, sırt çevirmesini ve birbirleriyle ilgiyi kesmesini uygun görmez. Birbirine darılsalar bile bunun üç günden fazla sürmesini doğru bulmaz. (Buhârî, Edep 37, Müslim, Birr 23) Arkadaşlık; kardeşlik, fedakarlık ve sabır ister. Bahçıvan dahi bir gül derebilmek için nice dikenlere katlanır.

Hâcegân yolunun günümüzdeki varisi ekmeli Hâce Hazretleri de Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri ve uhuvvetlerinin kuvvetlenmesi için; “Müslümanların silgiyi bırakıp, kâlemi ele alma zamanı gelmiştir.” buyurarak, günümüzdeki en önemli ihtiyaca vurgu yapmış ve çareyi de sunmuştur: Birbirini Allah (cc) rızası için sevmek. 

Gönüllerin Efendisi (sav) bu konuda şöyle buyurur; “İmanın tadını alabilmek için gerekli olan üç şarttan biri; birbirini Allah (cc) rızası için sevmektir.” (Buhârî, İman 9, Müslim, İman 67) Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar, Ensar dediğimiz Medineli kardeşlerinden çok iyilik gördüler. Bir gün bunu Peygamber Efendimiz’in (sav) yanında dile getirdikleri ve Medineli Müslümanların bütün sevapları alıp götürdüklerini söylediler. O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) onlara, Ensar için Allah’a (cc) dua ettikleri ve yaptıkları iyilikleri dile getirip teşekkür ettikleri sürece kendilerinin de sevap kazanacaklarını haber verdi. (Ebu Davud, Edep 11) Çünkü iyilik bilmemek kötü bir şeydi. Hazreti Peygamber (sav) kocalarının yaptıkları iyilikleri görmezden gelen ve onlardan hiç iyilik görmediklerini ileri süren kadınların bu tavırlarını yerdi ve onların bu yüzden cehenneme gireceklerini haber verdi. (Buhârî, Hayz 6–Küsûf 9) 

 

Hediyeleşmek

Efendimiz Aleyhi’s-selâm, kendisine sunulan hediyeyi kabul eder, kendisi de onun karşılığında hediye verirdi. (Buhârî, Hibe 11) Hediyeleşmenin sevgiyi perçinleyeceğini, kalbteki kin ve nefreti yok edeceğini buyururdu.(Tirmizi, Vela 6-Buhârî, Edep 208) Komşuların hediyeleşmesini tavsiye eder, hediye vermeye en yakın komşudan başlamak gerektiğini belirtirdi. (Buhârî, Şüf’a 3-Hibe 16) Bu konuda özellikle hanımlara öğüt verir, paça gibi önemsiz bir yemek pişirseler bile komşularına göndermelerini isterdi. (Buhârî, Hibe 1, Edep 30-Müslim, Zekat 90) Kendisine böyle bir yemek gönderilse onu kabul edeceğini buyururdu.

 

Musafahalaşmak (Tokalaşmak)

Peygamber Efendimiz (sav) Müslümanların birbirleri ile musafahalaşmasını isterdi. İki Müslüman müsafahalaşınca, daha oradan ayrılmadan günahlarının döküleceğini buyururdu. (Ebu Davud, Edep 141) Musahafalaşmak sünnettir. Sahabiler de birbirleriyle musafahalaşırdı. (Buhârî, İstizan 27, Ebu Davud, Edep 140-145) Buna karşılık Efendimiz (sav) öpüşmeyi doğru bulmazdı. Ama bir süre ayrılıktan sonra yeniden kavuşanların kucaklaşmasında sakınca görmezdi. (Tirmizi, İstizan 27, İbni Mace Edep 15)

 

Birbirine Hürmeten Ayağa Kalkmak

İleri gelen sahabelerden Sad İbni Muaz (ra) bir gün Peygamber Efendimiz’in (sav) yanına gitmişti. Efendimiz (sav), orada bulunan Ensar’a; ”Büyüğünüz için ayağa kalkınız!” buyurdu. (Buhârî, Meğazi 31, Cihad 168, Müslim, Cihad 64) Ve böylece saygıya layık kimseler için ayağa kalkılabileceğini öğretmiş oldu. İslâm âlimleri, faziletli bir yönetici ve adil bir devlet adamı için halkın; hocası için talebenin ayağı kalmasını uygun görmüştür. Peygamber Efendimiz, Fatıma annemiz (ra) yanına geldiğinde, ona ayağa kalkar, kendi yerine oturturdu. Hazreti Fatıma annemiz de (ra) babasını öyle karşılardı. (Ebu Davud, Edep 144, Tirmizi, Menakib 60) Büyüklerin hakkını gözetmekte bir görevdir. (Ebu Davud, Edep 58) Bununla beraber, başkalarının kendisine hürmeten ayağı kalkmasından hoşlanmak, gurura yol açabileceğinden pek tehlikelidir. Peygamber Efendimiz (sav) öyle kimseleri cehenneme girmeye hazır olsunlar diye tehdit etmiştir. (Ebu Davud, Edep 151-157, Tirmizi, Edep 13)

 

Dargınları Barıştırmak

Hasbel beşer iki kardeşin arasında bir bozgunluk olduğu zaman sulha koşmaktır. İslâm dininde bu farzdır. “Müminler ancak birbirine kardeştir, kardeşlerinizin aralarında sulh edin.Taki felaha ulaşasınız.” mealindeki ayeti kerimenin emrini yerine getirmek en büyük sadakadır. Nitekim hadisi şerifte; ”Sadakanın en üstünü, araları bozulmuş olanların arasında sulh etmektir.” buyrulmuştur. Bu hususta, yalana bile cevaz verilmiştir. Kardeşlerin gıyabında onları hayırla yad etmelidir. Ashabı kiramdan birisi diğer bir sahabinin gıyabında fena bir hasletle ondan bahsetmiştir.

Fahri Âlem (sav); “Vazgeç, bırak kardeşinin aleyhinde olmakla şeytana yardımcı olmayın.” buyurmuştur. Demek kardeşimizin gıyabında onun fenalıklarını söylemek şeytana yardım etmektir. Nasihat, dua, setr şarttır. 

“İki mü’min kardeş iki el gibidir, biri ötekini yıkar.” (İhya-yı Ulumi’d-Din, İmam Gazâlî, cilt 2, s.394) Osman Bedruddîn Hazretleri de Sohbetnamesi’nde; ”Taşıdığı sırr-ı ilâhî sebebiyle her insanı şayanı tazim bulmak akıllılıktır.” buyurmaktadır. Nuri Muhammedî’siz bir mahluk mevcut olmadığından bütün mahlukat hakkında tazim ve edanın muhafazası lazımdır. Keza insandaki sırrı ilâhîde böylece şayanı tazim ve tekrimdir.

Ez cümle yaratılanı Yaratan’dan dolayı sevmek, saymak Müslümanın şiarıdır. Veren el daima kazanır. 

Allahu Teâlâ kudsi hadisinde şöyle buyuruyor; ”Başka sebeple değil sadece Benim rızam için birbirini seven, Benim rızamı kazanmak için bir araya gelen, Benim rızam uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece Benim rızam için sadaka verip iyilik edenler, Benim sevgimi hak ederler.” (Malik, Muvatta; Şa’r 16)

Rabbim bu manada birbirimizi sevebilmeyi, kardeşliğin ruhuna erebilmeyi, dostları tarafından sevilebilmeyi cümlemize nasibi müyesser eylesin. Âmin.

 

Kaynakça:

Terbiyetu’s Salikan ve Adâbu’l Hâcegân, Hâce Hazretleri (ksa),

Sohbetname, Osman Bedrüddin Erzurumi (ks),

Edeple Varış Lütufla Dönüş, İsmail Çetin Hocaefendi,

Peygamberimin Sevdiği Müslüman, M.Yaşar Kandemir

 

Yazar: Nurten ÖZEN

 

Kur'an'ın Doğru Yorumlanması ve Günümüz Müslümanları - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Kur'an'ın Doğru Yorumlanması ve Günümüz Müslümanları

 

Hikem-i Ataiyye’de “Kim Allah katındaki yerini öğrenmek istiyorsa kalbinde Allahu Teala’ya verdiği yere baksın.” buyrulur. Hikem-i Ataiyye, meşhur tasavvuf eserlerinden biridir. Hatta büyükler, ulema buyurmuşlar ki, namazda Kur’an-ı Kerim’den başka bir şey okumak caiz olsaydı Hikem-i Ataiyye okunur, derdik. Böyle bir eser… Bir tavsiye sadedinde değerlendirin bunu inşaallah, eseri alın, okuyun; ince bir risale...

Allah’ın yanındaki değerimizi anlamak istiyorsak kalbimizde Allah’a verdiğimiz değere bakacağız. Bizim yanımızda Hak ne kadar değerli ise işte biz de Hakk’ın yanında o kadar değerliyiz. İnsanın kendini tanıması için güzel bir terazi değil mi? Bakın öyle çok uzun uzadıya ilmi terimlerle, tariflerle meseleyi yokuşa sürmemiş Hazret. Gayet pratik bir metotla herkes kendini tahlil etsin, buyuruyor. Sen kalbinde Allah’a ne kadar değer veriyorsan O’nun yanında o kadar değerlisin. İki iki daha dört eder.

“Eğer sen ilm-i İlahi’deki, Allah’ın yanındaki, kadr-ü menziletini, değerini anlamak istersen seni hangi işte ve nerede ikame ve istihdam ettiğine nazar eyle.” Bak ki Cenabı Hak seni nerede kullanıyor, sen nelerle meşgulsün? Cenabı Hak senin yaptığın işlerden ne kadar razı? Senin yaptığın işler ne kadar O’nunla ilintili? Bu senin değerini gösterir. 

Bu bâbda insanlar iki kısımdır, insanları ikiye ayırabiliriz. Ya eşkıyadır, ya süedâdır. Eşkıya şakinin çoğuludur. Bu kelimenin bugünkü karşılığı teröristtir. Terörist illa silahlı eylem yapan değildir. Mesela namaz kılmayan bir adam teröristtir. Niye? Çünkü Allah’a isyan etmektedir. Terör, isyan demektir. Başta sahibini tanımamak demektir. Sahibine, kendisini yaratana ihanet eden demektir, terörist. Namaz kılmayan Allah’a ihanet etmiştir, O’na verdiği ahdi bozmuştur. Dolayısıyla bu yaptığı şey terördür. İlla eline silahı alıp dağa çıkması, yol kesmesi veyahut ideolojik bir dava uğruna ölümü göze alması gerekmez. 

Haramla iştigal eden, Allah’a itaati, ibadeti terk eden, İslam şeriatından ayrılıp kendisine başka yollar tayin eden, başka anlayışlara sapan insan teröristtir, şakidir. Bir adam faizle meşgul oluyorsa teröristtir. Zinadan sakınmıyorsa teröristtir. Dolaylı yollardan kumar oynuyorsa, kumarla iştigal ediyorsa teröristtir. Kumar illa kahvede okey oynamak, pişpirik oynamak veya belli rakamlarla tarif edilen oyunları oynamak değildir. İnsanoğlu gaflete düştüğünde hayatıyla dahi kumar oynar. İşte bu insan teröristtir. Bugün kumarı meşrulaştırmak için o kadar gayret var ki. Kumarın adı çekiliş olmuş. Ne kadar yumuşamış! Zaten her şeyin ismi değişmiş. Elbiseleri değiştirilen şeyleri tanıyamıyoruz bizler de. Faizin ismi kredi, kumarın ismi çekiliş, fuhşun ismi sanat… Dilin kemiği yok uydur uydur söyle demiş hâkimin biri…

Bütün günahların ismi değişmiş. Parlak bir elbise giydirmişler günahlara ve buyur demişler. Baktığında elbise göz alıyor, aldanıveriyoruz. Âlemlerin Efendisi: “Aldanan da aldatan da bizden değildir.” buyuruyor. Bakın aldanan da bizden değil! Mümin akılsız olmaz, mümin düşünce sahibidir, ufuk sahibidir, anlayış sahibidir. Mümin Allah’ın nuruyla bakar, onu kandıramazsın. Müminin elinde kitabı Kur’an-ı Kerim vardır, onu yanıltamazsın. Müminin kalbi Allah’a bağlıdır, O’ndan ilham alır; onu saptıramazsın. Demek ki bir adam bu kadar gaflete düşebiliyor, yanılabiliyor, yolunu değiştirebiliyorsa bütün bu özelliklerini kaybetmiş demektir. Kur’an ile bunun rabıtası kalmamış, Allah’tan ilham alamıyor bütün bağlantısı kesilmiş, firasetini-basiretini kaybetmiş, nuru sönmüş demektir. Karanlıktadır bu adam…

Şimdi gerçi onlara da aydın diyorlar ya! Şimdi bütün karanlıktakiler aydın… Feminist aydınlar, komünist aydınlar, şucu aydınlar, bucu aydınlar… Herkes aydın… Baktığında işleri hep karanlık. Ne önleri görünüyor ne arkaları. Bu aydınlık dedikleri adamların hiçbir tarafı görünmüyor.

Cenabı Hak; “وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا ” o inkârcılar, o nankörler, o teröristler; o insanlığa karşı terör estirenler, Allah’ı terk edenler var ya; “اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُ” onların şeytan ile dostlukları, kuvvetli bağları vardır. Kendilerini şeytanlara teslim etmişler, onlar şeytan ile dost olmuşlardır, kendilerini şeytana satmışlardır, buyuruyor.

“يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ” Onların dostu olan o şeytan da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır, buyuruyor. Allah’ın nurlu yolundan, şeriat-ı Muhammediyye’den onları alır; karanlıklara, zulümata, dalalete çıkarır. İşte feminizm, komünizm, kapitalizm, faşizm vs. her ne diyorsanız; ne kadar “izm” varsa dalalet şehrinin sokaklarıdır onlar. O sokaklarda dolandırır onları. Bunu Allah buyuruyor.

Şimdi varsın bu adam kendisine aydın desin, ilerici desin, akademisyen desin, profesör desin… Dedik ya dilin kemiği yok, her şeyi diyebilirsiniz. Siz kendinize her şeyi diyebilirsiniz ama Yaratan ne diyor, bu önemli… 

Ama eğer iman ettin Allah’a teslim oldunsa, hidayet üzere sabitkadem oldunsa, Allah’a dost oldunsa durum farklı bunu da belirtiyor. “اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا” Allah müminlerin dostudur, buyuruyor. Onların Allah ile rabıtası, irtibatı, ilişkisi vardır. Allah’a teslimiyetleri, tevekkülleri vardır; onlar her işlerini Allah ile hallediyorlar. “ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ” Allah kendi dostlarını karanlıktan alıyor, aydınlığa çıkarıyor. Onlar kazara bir gaflete düşseler Allah tevbeyi nasip ediyor onlara; tevbe ediyorlar, pişmanlık duyuyorlar. Hemen o günahı giderecek bir hayır, bir güzel iş yapıyorlar.

“اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّـَٔاتِۜ ” (Hud 114) İyilik yaptılar mı kötülükleri temizleniyor. Ne yapmaları gerektiğini biliyorlar. İşte onlar da o hidayet şehrinin sokaklarında dolaşıyorlar. Basiret sokağı, firaset sokağı, kemalat sokağı, keramet sokağı, istikamet sokağı… Onların mıntıkaları da böyle. Hangi yolu seçiyorsan tercih senin, buyur… Söyle arkadaşını söyleyeyim kim olduğunu, buyurmuş büyükler. Kiminle arkadaşsın, kiminle berabersin? Allah ile mi yoksa şeytan ile mi dostsun?

Cenabı Hak bu dostluklara göre bu sokakların hedeflerini, çıkış noktalarını da bildiriyor başka bir fermanında; “فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ” (Maide 56) Eğer sen Allah yolunda isen, Allah ile berabersen, Allah taraftarı isen; galip olacak, kazanacak, zafere ulaşacak olan sensin, netice senindir.

“وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ” (Kasas 83) Akibet, Allah’tan korkanlarındır, Allah’a itaat edenlerindir. Netice senin…

“أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ ” Eğer sen şeytana satılanlardan, şeytanın yolunu tercih edenlerden isen; “هُمُ الْخَاسِرُونَ” hüsrana uğrayacaksın, kaybedeceksin; bu işin neticesi yok. Bu mücadeleyi kaybedeceksin.

“وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً - De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsra 81) Allah’ın yardımı yetişince, nusreti gelince, hakikat gelince, hak tecelli edince, adalet gelince, istikamet gelince batıl yaşayamaz kaybolur, zail olur. Batıl zaten kaybolmaya mahkûmdur, buyuruyor Allahu Teala ayeti kerimede. Onun bir asliyeti, bir kıymeti harbiyesi yoktur. Şimdi bütün bu yollardan kendine dön ve kalbine bir bak. Senin kalbinin kapıları, pencereleri hangi cepheye bakıyor? Hangi istikamete ikbal ve teveccüh etmiş? 

İşte buyruluyor ki; insanlar iki kısımdır. Bir kısmı eşkıyadır, bir kısmı da suedâdır, saiddir, mesuttur, saadete ermiştir, kurtulmuştur. Az önce bahsettiğimiz hizbullahtır.

Bakın ayetteki “hizbullah” ile bugün kendisine Hizbullah diyenleri karıştırmayın. Şu anda Suriye’ye girip müslümanları katleden bir “Hizbuşşeytan” var. Onlar hizbuşşeytandır, şeytan taraftarıdır, şeytan ile beraberdir. Emirlerini şeytandan almaktadırlar. Onlar Allah’a bağlı, Allah’a tabi değiller. Kur’an’ın bahsettiği hizbullah kimdir? “مِّنَ النَّبِيِّينَ ” peygamberlerdir, “وَالصِّدِّيقِينَ ” sahabilerdir, “وَالشُّهَدَاء” şehitlerdir, “وَالصَّالِحِينَ” salihlerdir, âlimlerdir, kâmillerdir.“اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ” Sırat-ı müstakimde yürüyenlerdir. Allahımız’ın hizbullah dediği bunlardır. Lübnan’daki Hizbullah veya bizim Güney Doğu’daki Hizbullah değil, karıştırmayın. Bunların isimleri böyle olabilir ama asıllar önemlidir.

Kur’an-ı Kerim’in böyle bazı ifadeleri vardır. Mesela Kur’an-ı Kerim ashab-ı yemin ve ashab-ı şimal buyurarak sağcılardan-solculardan bahseder. Oradaki sağı-solu da bugünkü sağla-solla karıştırmayın. Bugün sizin sağ dediklerinizin belki tamamı Kur’an’ın sol diye gösterdikleridir, Kur’an’ın solunda olanlardır. Kur’an’ın sağcılık dediği ifade farklı bir ifade… O sağcılar da yine biraz önce Kur’an diliyle zikrettiğimiz topluluklardır. Bize göre solcular; doğu blokundan yani Rusya ve avanesinden yana olanlardır. Marksist, Leninist bir sistemi benimseyenlere solcu diyoruz. Sağcılar da; Amerikancılar, Mandacılar, Kapitalistler, Faşistler… Bunlar o solun sağı, Kur’an’ın sağı değil.

Kur’an’ın sağında; Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin var. Kur’an’ın solunda Ebu Cehil, Ebu Leheb var. Sağcı olabilmek için o sağ cenahı takip etmek lazım.

“وَمَنْ تَبِعَهُمْ بِإِحْسَانٍ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ - Her kim onlara tabi olursa din gününe kadar ihsan üzeredir.” Kıyamete, din gününe kadar o insanları takip etmek, onlara tabi olmak lazım. Sağcı işte bunlar… Bunların dışında şu zihniyeti benimsiyor, bu zihniyeti benimsiyor bunun bir önemi yok. Adam Smith’in Karl Marks’tan ne farkı var? Biri sağcı, biri solcu… Neticede her ikisi de Allah’ın düşmanı değil mi? Birisi hiçbir ilah yok, afyondur bu anlayış demiş; öbürü de “Dînukum dinarukum”, Allah yok para var demiş. Ne farkları var bunların birbirlerinden?

Bir de bunların ortasında muhafazakârlar(!) var. Genelde bize o muhafazakârları İslamcı diye yutturuyorlar. Peki, bu İslamcılar gerçekten İslamcı mı? Veya İslam’da böyle İslamcı diye bir kavram, böyle bir grup var mı?

İslam’da “hiç olmazsa” yoktur; İslam ya hep ya hiçtir. Kur’an’daki bir harfin hükmünü inkar eden, manasını reddeden, bu Allah’tan değil diyen müslüman olabilir mi? Bakın hepsini inkâr etmiyor. Belki bir ayetin içinden bir cümleyi inkâr ediyor; bunu kabul etmiyorum, diyor. Bu insan müslüman olabilir mi? 6666 ayetin tamamını kabul etmeyen müslüman olamaz. (Bu sayı da genel bir kavram olmuş ama hakikatte böyle değil. Kur’an’ın ayet sayısı söylenirken kulağa güzel gelsin diye 6666 ayettir diye söylenir de; bu ihtilaflı bir mevzudur, gerçeği böyle değildir. Bu bir tekerlemeye dönüşmüş, gelenek olmuştur.)

Misal adam İslam’ın şartlarından, imanın şartlarından birini kabul etmese; misal ben namazı İslam’ın şartlarından kabul etmiyorum dese müslüman olabilir mi? Veya dese ki ben meleklere inanmıyorum; bu kişi müslüman olabilir mi?

Ya “hiç olmazsa” imanın altı şartının beş tanesine, İslam’ın beş şartının da dört tanesine inanıyor. Kur’an’ın 6600 ayetine inanıyor da 66 tanesini kabul etmiyor… Oranlama yapıldığında çoğunu kabul ediyor, diye düşünemeyiz. İslam böyle demiyor. İslam ona;

“لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ- Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kâfirun 6) diyor. Yani sen neye nasıl inanıyorsan onlar sana diyor. Biz Allah’ın emrettiği şekilde, emrettikleri üzere iman ediyoruz. Ancak o zaman biz müslüman olabiliriz. Bu anlamda diyoruz ki; İslam ya heptir, ya hiçtir. Bunun muhafazakârı, ılımlısı-ılımsızı, kalvenisti, protestanı, solcusu-sağcısı olmaz.

“فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ - Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud 112) buyuruyor Cenabı Hak. Nasıl emredildin, senden nasıl istenildi, sana nasıl talim edildi; öyle müslüman ol, öyle iman et, öyle anla, öyle kabullen, öyle kavra. “وَمَنْ تَابَ مَعَكَ - Seninle beraber tevbe edenler de…” buyuruyor Cenabı Hak. Kim sana tabi oldu, kim sana iman etti, gönül verdi, söz verdi ise bu minval üzere söz verecek, bu minval üzere kabul edecek.

Darunnedve’de Cenabı Peygamber’e ne dediler? “Gel, anlaşalım; bir yıl senin Allahına ibadet edelim, bir yıl da bizim putlarımıza ibadet edelim. Aramızda sulh olsun, sükûnet olsun. Seni bize reis yapalım, para verelim, evlilik istiyorsan güzel kızlarımızı verelim, saltanat istiyorsan sana köşkler, saraylar, kasırlar yapalım.” Envai çeşit teklifler getirdiler ama bütün bu tekliflere rağmen ne buyurdu Cenabı Hak:

“قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَ - De ki: Ey kâfirler!” Hemen ilk ayette bitirdi işi. Ey kâfirler! Ey küfürlerinde kaşarlanmış, katmerleşmiş insanlar! Ey gözlerini küfür bürümüş insanlar! Başka bir şey göremeyen, karanlık yarasaları!

“لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ - Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de Benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.” Siz kendinize ne derseniz deyin, siz Allah’a ibadet edecek, Allah’ı tanıyacak değilsiniz. Öyleyse ben de sizin ilahlarınızdan beriyim, onları tanımam. Sizin siyasetlerinize, politikalarınıza, oyunlarınıza, hilelerinize, desiselerinize kanmam. 

“وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ- Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de Benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.” Mana itibariyle aynı olan ayetleri tekrarlıyor Cenabı Hak içimize yerleşsin diye. Basit bir hadise değil. “Hiç olmazsa”ya yer bırakmıyor Cenabı Hak. İslam’ı bize bir bütün olarak arz ediyor… En sonunda o an, o ortam için bir sulh, bir sükûn olsun diye sizinki size buyuruyor. Belli bir zamana kadar sizin ki size…

Şimdi Kur’an böyle mübin iken, böyle sarih iken, böyle mübeyyin iken; sen gel kendine muhafazakar de, kendini başka bir isimle adlandır, kendine bir saf belirle. Kur’an istikamet desin, sen kendine göre bir şey söyle. Efendimiz (sav) buyuruyor ki; “قُلْ آمَنْتُ بِاللهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ - Ben iman ettim de -ve eğer bunu diyorsan, samimi isen- müstakim/doğru ol.”.

İşte İmam efendimizin süedâ diye tarif ettiği said, mesut, bahtiyar o kişidir. Onun dışındakiler, bizim hiç olmazsa dediklerimiz ise eşkıya… Kimse kusura bakmasın. Eğer değilse Allah için söyleyin.

Allah’ın kitabını nasıl anlamalıyız? Evet, farklı yorumlar var, sizlerin hatırınızda da çok değişik yorumlar vardır belki. Değişik kişileri dinliyorsunuz. Ama bir söz vardır: “Kişinin ayinesidir işi, lafa bakılmaz.” Kur’an bu kadar yorumlanıyor, Kur’an’ın üstünde bu kadar konuşuluyor ama netice önemli, değil mi dostlar? Bugün ümmetin geldiği nokta neresi? Kur’an’ı yorumlayalım da, geldiğimiz nokta nere? Bir türlü ortayı bulamıyoruz, vasat hale gelemiyoruz, ifrad ve tefridlerden kurtulamıyoruz. Kur’an’ın farklı yorumlarıyla Suriye’de, Irak’ta DEAŞ oluyoruz; İran’da, Lübnan’da Hizbullah oluyoruz; Afganistan’da, Yemen’de el-Kaide oluyoruz; Afrika’ya doğru ilerlediğimizde Boko-Haram oluyoruz, eş-Şebab oluyoruz; Türkiye’ye geliyoruz paralel oluyoruz, kalvenist oluyoruz, muhafazakar oluyoruz.

Bakın ortada Allah’a kul olan yok. Hazreti Muhammed ve O’nun (sav) ashabı gibi yaşayan yok. Bütün bu sayılan isimlerin ortak özelliği hepsinin elinde silah var ve hepsi adeta kendilerinden olmayanlara hayat hakkı vermemek için ahdetmiş. IŞİD’ci olmayanları, Kaide’ci olmayanları, Hizbullah’tan olmayanları ne cennete koyuyorlar ne cemale layık görüyorlar; tekfir ediyorlar, müslüman bile kabul etmiyorlar. Kendilerince, bunlardan tek kurtuluş çaresi bunları tırpanla ekin biçer gibi biçmektir, diyorlar. Batı zaten dünden razı; tamam, tırpanınız benden, tırpanlarınızı ben bileyeyim diyor ve her türlü silahı veriyor. Serbestsiniz, ne kadar müslüman öldürebilirseniz öldürün, diyor. Peki, bunlar nereden çıktı? Kur’an’ın yorumlarından… Bunlar matematik, fizik, kimya kitabından çıkmadı. Bu insanlar ve bu insanların eylemleri, fiilleri Kur’an’ın yorumundan çıktı.

Şimdi nasıl yapalım? Beni belki sert buluyor olabilirsiniz ama makul bir şey söyleyin ben de ikna olayım, kendimi yemeyeyim. Yoksa ben de Kur’an’dan bir yorum çıkaracağım ve gidip bir örgüt kuracağım. Fethullah Gülen elli senedir bu millete Kur’an’ı yorumlamıyor mu? Ve halen Pensilvanya’da kendi etrafındakilere Kur’an’ı yorumlamaya devam ediyor.

Adnan Oktar televizyonda kanal kurmuş, Kur’an’ı yorumluyor. Kendince o kediciklerini Kur’an’dan çıkartmış. Sözde anlayışı ılımlı onun, o kedicik çıkarıyor; bir başkası kurt köpeği çıkarıyor. Kurt köpeğini takip edenler de yorumlarını Kur’an’dan çıkarıyor. Kimisi de aslan çıkarıyor… Bakın bunlar hep hayvan çıkarıyor, hâlbuki Kur’an’dan insan çıkarmalıyız. Kur’an insan için gönderilmiş; insan çıkarmak için gönderilmiş. İskender Evrenosoğlu’nun da bir televizyon kanalı var, o da orada Kur’an’ı ve İslam’ı yorumluyor. Ortada bir hak bir de batıl varsa ve hak batılı yutacaksa; nasıl oluyor bu? Hakla batıl nasıl böyle iç içe?

Şimdi Kur’an-ı Kerim’i o hale getirdik ki -kusura bakmayın- illüzyonistlerin elindeki şapka gibi oldu. Ben geliyorum kuş çıkarıyorum, sen geliyorsun mendil çıkarıyorsun, öbürü geliyor tavşan çıkarıyor… İllüzyon… Hepsinin bu çıkardıkları şapkadan çıkıyor. Şimdi Kur’an da -la teşbih, Kuran’dan özür dilerim- böyle bir şapka olmuş, herkes istediğini çıkarıyor. Beğen beğen al… Bunun için diyoruz ki geldiğimiz nokta, netice önemli.

Kur’an’ın kendisini dinlediğimizde, o kendisini tanıtırken ne buyuruyor?

“وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ - Biz Kur’an’dan, müminler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.” Bu inzal olan, semadan gönderilen, münzel olan Kur’an; ona iman edenlere, ona teslim olanlara şifadır, çaredir, çıkış yoludur, huzurdur, sekinettir, kurtuluştur… Kendisine inananlara bir rahmettir, bir hidayettir. Peki, bugün böyle mi?

“ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ - Bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara 2) buyruluyor ayette. Yani siz de şüphe etmeyin ki o hidayet ve selamet kaynağıdır. Kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi olanlar için o bir mürşiddir, o bir rehberdir. Ama adeta Kur’an bugün bizim kaosumuza sebep oluyor. Biz birbirimizi tekfir ederken Kur’an’a göre tekfir ediyoruz. Birbirimizi yargılarken Kur’an ile yargılıyoruz. Selefinin elinde bir Kur’an var, Şia’nın elinde bir Kur’an var, Sufiye’nin elinde bir Kur’an var, mezheblinin elinde bir Kur’an, mezhepsizin elinde bir Kur’an var… Bir de Allah’ın gönderdiği Kur’an var.

Tarihte Bizans döneminde Bursa-İznik’te bir konsül topladılar. Hristiyan âleminin ruhanileri bir araya geldi. 456 tane İncil getirdiler. Dünyanın her yöresine göre bir İncil kaleme alınmış. İncelediler, araştırdılar, yazdılar, çizdiler karar verdiler ve dört tanesi yeter dediler. Dört tanesinin arasında bir mana birliği var, birbirine yakınlık var, gerçeğine uygunluk var vesaire; dört tanesi kalsın 452’sini yakalım dediler ve yaktılar. Dört İncil kaldı ve halen o İncillerle devam ediyorlar: Lukas, Matta, Markus, Yuhanna. Sonradan Barnabas İncili diye bir İncil daha çıkardılar mahzenden. Bir beşinci İncil daha varmış.

Cenabı Peygamber tehlikeyi haber veriyor ve buyuruyor ki: “Siz sizden evvelkileri karış karış, kulaç kulaç takip etmedikçe ölmeyeceksiniz. Hatta onlar bir keler/kertenkele deliğine girseler onları takip edip gireceksiniz.” Sahabe sordu: “Onlar kim ya Rasulallah, Yahudiler ve Hristiyanlar mı?” Efendimiz de: “Ya kimler olsun.” buyurdu.

Şimdi bugün düştüğümüz noktaya bakın. Lafzen Kur’an bir tane ama yorumlar… 456 tane Kur’an yok mu şimdi ortada? Demin dedik ya; Selefi yorumu, Şia yorumu, Sufi yorumu, Arap yorumu, Türk yorumu, şunun yorumu, bunun yorumu… Lafzını belki bozmadık ama manası üstünde o kadar ihtilaf çıkardık ki…

Yan yana gelmemiz, omuz-omuza, gönül-gönüle olmamız gerekirken karşı karşıya geldik. Şimdi sormayalım mı ki; biz yanlışı nerde yaptık, niye böyle oldu? Kur’an bize: “بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ” buyuruyor. Bir binanın tuğlaları gibi, yan yana üst üste… Biz bu formülde nerede yanlış yaptık da böyle karşı karşıya geldik? Bunu sorgulayınca sertlik mi oluyor? Elli küsur İslam ülkesi var; bunların dini bir; kitabı, kıblesi bir. Bazılarının mezhepleri farklı olabilir. Hani bu çok önemli değildi! “Müminler kardeştirler!” diye bunu hep söylüyoruz, herkes söylüyor.

Eğer bir vahdet olsaydı hepimiz Suriye’ye aynı pencereden bakmayacak mıydık? Irak’a aynı pencereden bakmayacak mıydık? Mısır’a aynı pencereden bakmayacak mıydık o zaman? Hepimiz aynı pencereden baksaydık bu yaşananlar yaşanacak mıydı? Zahir sınırlar farklı olsa da müslümanların vatanı birdir. Öyleyse Suriye benim toprağımdır, Irak benim toprağımdır; Rusya’nın, Amerika’nın Suriye’de ne işi vardı? Libya’da, Yemen’de, Sudan’da ne işi vardı bu keferelerin? Afrika’daki, Orta Doğu’daki müslümanların bütün yer altı, yer üstü zenginliklerini niçin bu kâfirler sömürdü hep? Afrika’da nice müslüman ülkelerde açlıktan, kıtlıktan ölüyor insanlar.

İsrail’in Filistin’de ne işi vardı? Kur’an’ı, Kur’an’ın ruhuna uygun yorumlasaydık birilerimiz çıkıp Hamas’a terörist diyebilecek miydi? Biliyorsunuz bazı müslümanlara göre Suriye’deki Hamas, Mısır’daki İhvan teröristmiş. Bu yüzden de yardım etmiyormuş onlara yoksa teröre yardım etmiş olurmuş. Bu insanla otur tartış sana kaç tane ayet, hadis okuyacak. Ayetleri, hadisleri silaha çevirmişiz birbirimizi vurmak için kullanıyoruz. Allah’ı anlamak için, tanımak için, O’na itaat etmek için değil; birbirimizi ilzam etmek için Kur’an’ı kullanıyoruz.

Bugün Kur’an cedelin, mücadelenin kaynağı olmuş, kaynağı haline getirilmiş. Bunu imanınıza arz ediyorum. Düşünün, tefekkür edin, gönlünüzü Allah’a açın ve yalvarın: “Ya Rabbi bizi doğruya isabet ettir! Rızana yönlendir bizi Ya Rabbi! Bize eşya ve hadisenin hakikatini göster!”

Şimdi sizler de mütereddit olabilirsiniz kim haklı diye, bu gayet normal. Hani Nasreddin Hoca bir davaya bakmış günün birinde. Davacıyı dinlemiş, haklısın demiş; davalıyı dinlemiş, sen de haklısın demiş. Kâtip demiş ki; hocam böyle olur mu, bunlar birbirlerinden davalı? Birinden biri haklı olmalı. İkisi de haklı olur mu? İkisi haklı olsa burada ne işleri var? Hoca bakmış; sen de haklısın, demiş. Şimdi de böyle olmuş, herkes haklı…

Ama burada bize basit bir metotla Hakk’ı anlama usulü tarif edilmiş.“Kim Allah katındaki yerini öğrenmek istiyorsa kalbinde Allahu Teala’ya verdiği yere baksın.” İşte ona göre kim haklı ortaya çıkar…

Islamic Wallpapers 1261

Hz. İnsan'ın Koruması ve Gönül Muhafızı - Kübra ARDAHANLI

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Hz. İnsan'ın Koruması ve Gönül Muhafızı

 

Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Âlemlerin sahibi, malîki, terbiye edicisi, Rabbi olan Mevlâmız’a hamd ve senalar olsun ki, bizi insan olarak var etmiş ve Habibi Hüda, Hak Nebi Nur Muhammed’e (sav) ümmet eylemiş ve günümüzün gerçek varisi ekmeli Hâce Hazretleri’ne mürid eylemiş elhamdülillah. İnsan olmak tüm mahlukun en şereflisi olmak, Ümmeti Muhammed olmak ise bütün insanlık tarihi içerisinde bir kula yetecek en büyük şereftir. Bunu anlamayı, kadrini bilmeyi, bu seçilmiş ve sevilmiş olma şerefiyle kendisine kavuşabilmeyi Cenâbı Hak hepimize lütfetsin. Âmin.

Muhterem okuyucular, Hz. İnsan’ı kaleme almak kolay olmasa gerek. Çünkü Hz. İnsan en hayırlı mahluktur ama bu değeri nasıl koruyabilir, nasıl muhafaza edebilir? Bunu kaleme almak istedim. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin mânevî yardım ve bereketiyle gönlüme gelenleri sizinle paylaşmak istedim. 

Cenâbı Hak, maddî veyahut mânevî, yarattığı her şeyi bir koruma ve muhafaza altında yaratmıştır. Bunu incelediğimizde görüyoruz ki her yaratılan varlık bir korunma altındadır. Baktığımızda dünya ve dünyanın içindekileri, güneşin zararlı ışınlarından koruyan, dünyanın etrafındaki atmosfer tabakasıdır. O tabaka olmasa dünya ve içindekiler yanar kül olur. O tabaka güneşin zararlı ışınlarını bir ayna gibi yansıtıp uzaklaştırarak bizi korumakta; dünya ve içindekileri muhafaza etmektedir. 

Toprağı besleyen, muhafaza eden yağmur ve kar taneleridir. Yağmuru ve kar tanelerini koruyan ise bulutlardır. Ve sayamadığımız nice varlığın dışında Hz. İnsan... Onu bütün kötü şeylerden koruyan/muhafaza eden kim? Bu sıraladığımız varlıkları bir sebep korusa da asıl, perdenin arkasındaki, Hz. Allah’tır. Şimdi anlıyoruz ki her şey bir sebebe dayansa da asıl mevzu insanın korunmasıdır. Cenâbı Hak her şeyi insan için var ediyor ama insanı, hiç değer vermediği dünya, nefs ve şeytan ile bir alana yerleştiriyor. 

Cenâbı Hakk’ın değer vermediği, her şeyden daha da eşed olan bu varlıklardan insanı koruyan kim olabilir? Cenâbı Hak o çok sevdiği insanı yine başı boş bırakmıyor. Küçüçük bir çocuğa bile vesile veriyor. Çocuk dünyaya gelmeden Rabbi’ne; “Ya Rabbi, ben orada ne yapacağım.” Cenâbı Hak; “Orada seni koruyan muhafaza eden bir melek var; o meleğin adı annedir.” buyuruyor. Bizler ezelde bir sahibimiz ve koruyucumuz olarak bu dünyaya geldik ama asıl bize sahip çıkan ve bizi üstesinden gelemeyeceğimiz kötülüklerden koruyan kim? Bunu bir düşünmek gerek. Bizi yarattığı andan, mükellef oluncaya kadar, güzelce muhafaza ediyor ve bir sebebe teslim ediyor. Dünyaya geliyoruz sağ kulağımıza ezan, sol kulağımıza kâmet okunuyor. O boş olan beyin Cenâbı Hakk’ın bir ve tek oluşunu, Habibi’nin Peygamber oluşunu hatırlayarak dünyaya gözlerini açıyor. Hâce Hazretleri bu konuda şöyle buyurmuşlardır; “Çoçuk dünyaya gelince üç şeyi boş olarak gelir. Aklı, kalbi ve midesi. Burada anne, baba olan vesilelere çok iş düşüyor. Peki annesi babası olmayan yetim doğan, annesiz babasız büyüyen çocukları kim terbiye edip koruyor? 

Hemen Cenâbı Hakk’ın Sevgili Habibi Edibi Peygamber Efendimiz (sav) geliyor insanın gönlüne. Cenâbı Hak O’nu zalim insanların elinden korumuş, muhafaza ve terbiye etmiştir. O’nun (sav) o güzel kalbini birkaç kere mânevî bir ameliyatla pak ve temiz etmiştir.

Hatta Duha Sûresi’nin 6,7,8. ayetlerinde; “Ey Habibim! Biz Seni yetim bulup barındırdık. Fakirken zengin kıldık. Şaşırmışken yol gösterdik.” buyuruyor. Annesinin karnında 6 aylıkken babadan, 6 yaşında anneden, 8 yaşında dedesini, amcasını, bütün iyi koruyan ve muhafaza edenleri kaybetmesi...

Cenâbı Hak, O’nu belki bütün sevdiklerini kaybetmiş, anadan babadan ayrılmış bir haldeyken O’nu muhafaza etmiştir.

Allah’ın dostları, Allah’ın yeryüzündeki reyhanlarıdır. Aklı selim olanlar bu kokuyu koklar; bu koku kalplerine vasıl olur bu sayede onların kalpleri Cenâbı Hakk’a öyle iştiyak duyar ki ibadetleri ziyadeleşir, Cenâbı Hak ile her an mutluluğa erişirler. Hem dünyada hem de ahirette mutlu olurlar. Ana babaları, hiçbir şeyleri; olmasa da onların mutluluğuna diyecek yoktur. Yeter ki o demi yakalasınlar. 

Hâce Hazretleri buyurmuşlardır ki; “İnsan, kalp ve beyin merkezli yaratılmış bir varlıktır. İnsan kale gibidir. O kalenin askeri muhafızı, veziri ve komutanı vardır. O kaleyi, düşmana geçmemesi için korurlar. Burada asker olan insandır. Mü’min dünyaya asker olarak gelmiştir. Koruması gereken çok değerler vardır. İmanı, İslâmı, Kur’ân’ı, iffeti vardır. Bunları koruma adına beşikten mezara kadar askerdir. O zaman, askere (insana) çok iş düşüyor. Kalesini koruması gerekiyor. 

Ama askerin, komutanından çok iyi talimat alması gerekir. Şimdi konuyu değerlendirdiğimizde; bir erkek çocuğu askerlik çağına geldi mi vatan savunmasını öğrenmek için bir askeri mektebe gider. Orada eğitim almaya başlar. Bir şeyleri koruyacağına, muhafaza edeceğine ant içer, yemin eder, söz verir ve başlar verdiği sözlerde durmaya. Komutanın sözünden dışarı çıkmaz.

Bazen vatanını korumak için, düşmanın vatanına girmemesi için gece gündüz demez nöbet tutar. Kendini de korumak için silah kullanır. Bazen komutan onu eğitim için içtimaya toplar. Bu şekilde askerliğini tamamlar; asıl vatanına döner. 

Madalyayı kendimize cevirdiğimizde bu anlamda Mevlâ bizleri de mükellef çağına gelince sebepler dairesinde mânevî bir mektebe yerleştiriyor. Bir komutana teslim ediyor. O’nun (cc), meleklerin, Saadatı Kiram’ın huzurunda bir şeyleri koruyup muhafaza edeceğimize söz veriyoruz. Nefse karşı savunmayı, gönül âleminde ruhun nasıl dik duracağını, nefsin kibrine karşı son vereceğini, ruhumuzu ve bedenimizi bazı hallerden korumayı yalandan, gıybetten, boş şeylerden kendimizi nasıl koruyacağımızı öğretiyor. Zikirle nefse karşı nöbet tutmayı öğretiyor. İçtimaya toplar gibi muhabbetle gönlü ve kalbi korumayı öğretiyor ama o asker gibi samimi olmak gerek ki komutanın talimatından dışarı çıkmaz; kendini ve kalesini korur. Zikri kalkan, sevgisi ve muhabbeti zırh, duası silah olur.

Bazen de düşmanla savaşır. Asker olan insan çok dikkatli olmalı; düşmana göz açtırmamalı. Dünya, seytan ve nefs olan düşman öyle sinsice yaklaşır ki, haberi bile olmaz; onu kandırmaya ve boş şeylerle oyalamaya başlar. Bir de bakar ki farkında olmadan kalenin duvarından bir ip salmış ve kaleyi istila etmişler. 

Konuyla alakalı Hâce Hazretleri şöyle buyurmuşlardır; Cenâbı Peygamber hadisi şerifte buyuruyorlar ki; “Şeytan ağzınızdan kalbinize bir hortum indirir. Ağzınınzdan kalbinize indirilen hortum iki yollu olur; ya boş konuşmalarla ya da dikkat etmeden yiyip içtiğiniz şeylelerle o kalbi ele geçirir. Kalbinize bakar kalbinizde anahtar deliği kadar boş bir yer buldu mu oraya girer, yerleşir ve bütün kalbi istila eder. Oruçla ve zikirle bu yolları daraltın ki kalbinize nüfus etmesin.” Bunları ciddi anlamda değerlendirmeliyiz. Mütalaa edip; silkinmeliyiz. İşte bu mektep, bu güzellikleri bize öğretiyor. Bu mektep bize Allah (cc) ile tanışmayı Resûlullah ile kucaklaşmayı öğretiyor.

Cenâbı Mevlâ buyuruyorlar ki; “Ey Habibim, Bizi Sana sorarlarsa, O size şah damarınızdan daha yakındır. Her türlü kötülükten sizi korur.” Bunu Cenâbı Hak bildirmiştir. Ya bizlerin böyle bir takdire verecek cevabı var mı? Rabbim bunları anlamayı, bizlere ve bütün Ümmeti Muhammed’e nasip etsin.

Âmin. Ve’l hamduli’l-lahi Rabbi’l-âlemin.

 

Yazar: Kübra ARDAHANLI

 

Salı, 01 Temmuz 2014 11:50

ÜMİDE VESİLEYİ KATIK YAPMAK

Ümide Vesileyi Katık Yapmak - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Ümide Vesileyi Katık Yapmak

 

İnsan dünyaya geldiğinde her şeyin avamıdır, her şeye karşı cehalet içindedir, bir şeyi bilmemektedir. Eşya ve hadiseyi, onlar ile bir yakınlık kesb ettikçe, onları kullanmaya başladıkça, onlara ihtiyaç duydukça tanımaya başlar. Ama bütün ömrünü bu eşya ve hadiseye hasreder, bunlara takılır kalırsa bundan öteye geçemez. Bu eşya ve hadise onun gözünü, gönlünü karartır, hakikat dairesine adım atamaz. 

Ancak insan o eşyanın/hadisenin perde arkasını, görülmeyen yönlerini merak edip tefekkür etmeye başlarsa o zaman Cenâbı Hak ona bir muhabbet verir. Sevdikçe adeta bir tat alır, tatlandıkça tefekkürüne devam eder. Varlığın arka planını anlamak ister. İnsan eğer bu merakında, araştırmasında, say u gayretinde Cadde-i Kübra dediğimiz İslâmiyet’i, İslâm yolunu, İslâm hakikatlerini takip ederse Mevlâ’ya ulaşır. O muhabbet, hakikate inkılab eder, Yaratanı’nı sevmeye başlar. Ama İslâm’a değil de felsefeye uyarsa, şunun bunun sözünü dinlemeye başlarsa, tâlî yollara girer. 

Resûlullah (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) bir gün Mescid-i Saadet’te ashabıyla otururken mescidin kum zeminine asasıyla bir çizgi çekiyorlar ve misal vererek buyuruyorlar; “Hâzâ sırâtu’n-mustekîm–Bu hat/çizgi sırâtı müstakîmdir.” Dosdoğru olan yol, Allah’ın bize bildirdiği ve peygamberlerin yürüdüğü yol bu yoldur. O çizgiyi müşahhaslaştırırsak, mücessem hale getirirsek O yol Kur’ân’dır, o yol Muhammed Aleyhi’s-selâm’dır.

Bilâhare sağından solundan o yolu boylamasına, enlemesine kat’ eden/kesen çizgiler çekiyor. Sahabi bakıyor. Buyuruyor ki; “İşte bunlar da Âdem’den bugüne insanlığın yürüdüğü yollardır ama bu yollar butlandır, bâtıldır. Bu yollar yanlıştır.” Dik gelen/düz gelen hatla örtüşmüyor, bütünleşmiyor; o yolla kesişiyor… 

İşte insan felsefeye tabi olursa butlan yollara, sırâtı müstakîmle çelişen/çekişen yollara girer. Bunu Kur’ân-ı Kerim de bize soruyor ve söylüyor Sûre-i Yâ-Sîn’de;

Bismillah; “Yâ benî Âdeme en lâ ta’budû’ş-şeytân innehu lekum ‘aduvvun mubîn. Ve eni’ budûnî. Hâzâ sırâtu’n-mustekîm.” (Yâ-Sîn, 60-61)

Ey insan, ey Âdemoğlu! Niye o kesişen yollara gidiyorsun? Niye şeytanın gönlünü yapıp ona ibadet ediyor, onun kibrini artırıyorsun; sen kendi izzetinden feragat ediyor, kendi onurunu, insanlık onurunu ayaklar altına alıyorsun? Şeytanla senin ne gibi bir arkadaşlığın olabilir, şeytana senin ne gibi bir yakınlığın olabilir? O şeytan var ya senin ve geçmişte babanın yani Hz. Âdem’in büyük düşmanı idi. Size, insan nesline büyük bir düşmandı. Sen şimdi bu düşmanınla nasıl böyle arkadaş oldun, hemhal oldun; Yaradanın’ı unuttun, bıraktın. 

İbadete müstahak olan Biziz. Rabbin’i tanı, Rabbin’e dön, O’na ibadet et. Kulluğunu Allah’a tahsis et. Senin için gidilecek en doğru yol bu yoldur. Allah’a ulaşan en kese yol bu yoldur. 

İnsanın bu yolu yürüyebilmesi için de yolu, yolun sahibini, yolun yolcularını sevmesi lazım. İnsanın tahammülünü arttıran, insanı sabrettiren, onu dayanıklı kılan iki şeydir arkadaşlar. Menfi hadiselerin karşısında yıkılmaksızın onu ayakta tutabilecek şey ikidir. Birincisi sevgi, ikincisi ümit. Allah’ı sevecek ve O’na karşı ümitvar olacak. Allah’tan ümidi olacak. O zaman her şeye dayanır, her şeye sabreder. 

Hz. Âdem dünyaya geldi, bir rivayet 70, bir rivayet 200, bir rivayet 70 bin, bir rivayet 200 bin sene -değişik rivayetler var Allahu âlem- ağladı, pişmanlığını ifade etti, hasretini dile getirdi. Aslî bir vatandan gurbete gelmişti. Cenneti âlâdan esfel denilen, aşağıların en aşağısı; temiz olmayan “dünya–denî” denilen bir mekâna gelmişti. Sürgünde idi. O da kendince adeta Rabbimiz’in “Hâzâ sırâtu’n-mustekîm” buyurduğu o doğru yolu bıraktı. Hevasının yoluna girdi. Cenâbı Hak, bu yollara girme, buyurdu ona. Lâ teşbih, cennetin bu sokaklarına girme, buyurdu. Kimi suçlayabilirdi ki, kime kızabilirdi ki?.. Mevlâ ile hasretini paylaşmaya başladı. Ağladı… Ağlarken sevgisini kaybetmedi. Bakın Allah’a ağlıyordu, O’nu sevdiği için, O’na duyduğu hasretten ağlıyordu. Oradaki ortam nasıl bir ortamdı bunu bilemiyoruz ama belki her saniye, her salise Cenâbı Hakk’ı müşahede ediyordu, Cenâbı Hakk’ı seyrediyordu. Öyle bir yere geldi ki, lâ teşbih, kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği bir yer. Hak’tan mahrum oldu. O sevgisi, Allah’a olan aşkı onu zâru zâr ağlatıyordu. Ağlarken ümidi vardı. Bir gün tevbemi kabul edecek diye tevbe ediyordu. Bir gün bu hasrete cevap verecek, karşılık verecek, belki yeniden beni davet edecek diye ümitle ağlıyordu.

Biz de Âdem’in evlatları olarak sevgiyle ve ümitle Rabbimiz’in rızasına, likâsına yönelelim. Hatalarımıza biz de ağlayalım. Âdem olmamızın gereği. Ağlarken de ümitvar olalım. Gözyaşlarına merhamet edecektir. 

Âdem Aleyhi’s-selâm’ın bir vesilesi vardı, ağlayarak bir yandan şöyle diyordu; “Ya Rabbi! Ben cennetten arşa bakarken arşın her yerinde, lâ teşbih, serlevha gibi, büyük levhalar halinde, billboardlarda, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammeden Rasûlullah’ diye bir ifade görüyordum. Dikkatimi çekiyordu ya Rabbi. ‘Lâ ilâhe illallah’ anlıyorum, Senin Zâtın’dır. Senin Zâtın’ın ortağı, benzeri, misli, dengi mümkün değil ya Rabbi… Ama Seninle birlikte kayda geçen, Seninle birlikte yazılan bu ‘Muhammed Resûl’ kimdir ya Rabbi, O’nu merak ediyorum.” Cenâbı Hak da ona buyurur ki; “O senin ve şu anda senin üzerinde bulunduğun dünyanın ve senin çıkarıldığın cennetin; maddî mânevî her türlü mekânın ve imkânın varlık sebebidir. Senin neslinden gelecek bir peygamberdir.” Âdem Aleyhi’s-selâm daha da meraklanır; “Neslimden bu kim ki Allah’a bu kadar yakın, O’nun ismi Allah’ın ismiyle birlikte yazılıyor. Acaba neslimden bunun gibi daha kimler gelecek?” merak ediyor. 

Ve bunu kullanıyor. Ümidine pâyende yapıyor bunu. Ümidini bununla besliyor ve diyor ki; “Ya Rabbi, madem kâinat O’nun için var, O’nunla var, O benim de mânevî babam hükmünde. Zahiren belki O benim neslimden gelecek ama O benim yaratılış babam. Ben O’nun nurundan geliyorum. Bu sana bu kadar yakın, isminle birlikte yazmışsın ismini. Beni O’na bağışlasan olmaz mı? Beni o Muhammed Resûlullah’ın hatırına versen!..”

Noktayı tutturmuştu adeta Hz. Âdem, attığını 12’den vurmuştu. Cenâbı Hak Âdem’i bağışladı. Neslinden gelecekleri özellikle de Resûlullah Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ı merak ediyordu. Cenâbı Hak kudret kâlemiyle cennet ipeklerine Âdem’in neslinden gelecek bütün peygamberlerin suretini çizdi ve Hz. Cebrail onları getirdi Âdem Aleyhi’s-selâm’a teslim etti. Cennet ipeklerine çizilmiş peygamberlerin aleyhimu’s-salâtu ve’s-selâm hazerâtlarının suretleri/resimleri. Orada neslini gördü Âdem Aleyhi’s-selâm. Nuh’u, Şit’i, İdris’i gördü. Musa’yı, Davud’u, Süleyman’ı gördü. Efendimiz Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ı gördü. Bir rivayette de tırnaklarının üzerinde gördü. Cenâbı Hak, başparmağının tırnaklarının üzerine bakmasını buyurdu. Bilgisayar kamerası gibi, bir televizyon ekranı gibi tırnaklarının üstünde onları seyretmeye başladı. Efendimiz’e gelince O’nu öptü gözlerine sürdü. Efendimiz’i orada ziyaret etti. Efendimiz de kendisinden önce gelen peygamberlerin suretlerini gördü. Habeş kralı Necâşî’ye intikal ediyor, Necâşî de kardeşlerini tanımak herkesten daha çok O’nun hakkıdır, diyor ve Efendimiz’e gönderdiği hediyeler içinde o sandığı da gönderiyor. Bazı rivayetlere göre o ipekler üzerine çizilen suretler halen bugün mevcut. Ravza-ı Mutahhare’nin içinde Efendimiz’in yanında, O’nun şebekesinde bir sanduka içinde muhafaza edilmekte… Konumuz Âdem’in aşkına, ümidine bir vesileyi katık etmesi… Ve mağfiret oluyor.

Bugün bizler de ceddimizin, Hz. Âdem’in yolunu izlesek sevgi ve ümitle Âlemlerin Efendisi Sultanu’l-Enbiya’ya yönelsek, O’nu vesile kılsak… Evet, belki biz tırnaklarımızın üzerinde göremeyiz ama Cenâbı Hak belki bize rüyamızda gösterir… Sureti olmasa dahi O’nun sireti, ahlâkı gönlümüze yansır, bizde tebellür eder; sevgisi bizde coşar ve biz de böylelikle muradımıza nail oluruz…

Hazreti Şeyhimiz’e sormuşlar; “Sevgi üstünde bu kadar duruyorsunuz ve anlıyoruz ki bu işler sevgisiz olmayacak, biz bu yolu sevgisiz gidemeyeceğiz. Zahmetli, meşakkatli, insanların yürürken döküldüğü bir yol. Düşünün ki bir bahar havası olur, havalar biraz ısınır ağaçlar, çiçeğe durur, sanki duvak giymiş gelinler gibi bembeyaz çiçekler açar. Birden bir soğuk basar, havalar üşür, derken o ağaçlardaki güzelim çiçeklerin hepsi dökülür, donar. İmtihan bu… Bakıyorsunuz kâinatta bir bahar havası oluyor. Şükür, diyorsunuz, sanki her şey rayına, yoluna girmiş; bir an bakıyorsunuz bir yerden sert bir rüzgâr esiyor, bir zemheri soğuğu o çiçekler dökülüyor… İnanan insanlar perişan oluyor. Mukâvemet gösteremiyor, doğruyu yanlışı bilemiyor, birçok sebepler söyleyebiliriz. Bu yolu muhabbetsiz başaramayacağız, bu muhabbeti biz nasıl elde ederiz?”

Buyuruyorlar ki; “Bunu siz çalışma ile, gayretle, isteme ile elde edemezsiniz. Bu Allah’ın bir lütfudur, nurudur, ikrâmı, ihsânıdır; Allah kimi dilerse bunu ona verir.”

Diyorlar ki; “Efendim, Allah sebepsiz bir şey vermiyor, verdiğini sebepler dairesinde veriyor ve bizim de O’ndan sebeplerle istememizi, sebeplerle O’na gitmemizi emrediyor. Peki, bu muhabbeti elde etmek için bir sebebe yönelemez miyiz, bir vesile olmaz mı? Belki bizi de diler ümidi ile bir sebep olmaz mı?”

Buyuruyor ki; “Yapabilene kolaydır, sebep var. Nedir bu sebep? İffet ve hürriyet… Bu iki şeye riayet ederseniz Cenâbı Hak da size muhabbeti, sevgiyi verir. Sevgiye ulaşırsanız bu iş kolaylaşır.”

İffet nedir? İffet, sebeplere yönelmekle/müracaatla birlikte sebeplere takılmaksızın gönlü Allah’a bağlamak. Sebeplerin ötesindekini, o sebepleri hareket ettireni, dileyeni, dileteni görmeye çalışmak. Çünkü O dilemezse siz dileyemezsiniz… Bu iffettir… Yani mânevî bir namustur. Kimin namusu bu, Hakk’ın namusu… Hakk’ın namusunu sebeplerle kirletmemek.

Misal, anlaşılsın diye böyle örnekler veriyorum, bir bayan bir markete gidip alışveriş yapabilir. Marketçi/pazarcı erkek olabilir veya mağazaya girdiği tezgâhtar erkek olabilir, bunda bir mahsur yok. Bir bayan gitse bir işi, bir müşkülü varsa edebiyle o müşkülünü halletse, alışverişini yapsa çıksa bu erkekten, bu alışverişten bir zarar gelmez, meşru bir iştir. Ama bayanın kalbi bozulsa, erkeği gördüğünde şöyle bir hale düşse; “Bu benim eşimden güzelmiş.” diye yanlış düşünse… Bakın fiilen bir şey yapmıyor, bunu erkeğe de söylemiyor. Gönlüne böyle bir duygu geliyor bayanın, erkeği görünce bir iç geçiriyor. Bu kadın iffetine zarar vermiştir. Bu kadın basit, düşük bir kadındır.

Kulun da Allah’a karşı duruşu, lâ teşbih, bunun gibi olmalı. Benim imanım, ihlâsım, teslimiyetim, bağlılığım Allah’adır. Sebepleri gördüğümde iç geçirmemeliyim. Allah’tan beklemem gereken şeyleri o sebepten bilmemeliyim. Yoksa iffetime leke getirmiş, iffetimi zedelemiş olurum. Çünkü bu arzu bende gelişirse, dışa karşı bir istek bende artarsa bir gün beni çirkin bir fiile sevk eder. Beni yanlış yola düşürür. İşte sebepleri tesirci zanneder, onlara fazla güvenirsem iffet duygum bozuldukça beni şirke götürür. Allah’ı bırakır sebebe yönelirim, o zaman da şirke girerim. Bu uzun vade. Allah’a sığınmak lazım. 

Hürriyet; her ne yaparsan yap, yalnız ve yalnız Allah’ın namı hesabına yapacaksın. Çay içiyorsun, sen bunu Allah için içeceksin. Bu Allah’ın takdiriyle sana kan olacak, can olacak. Ama sen bunları can olsun, kan olsun diye içmeyeceksin. Adeta sen bunu sende zikir olsun, huzur olsun diye; nur olsun, iman olsun diye içeceksin. Çayın kimyasında/doğasında bulunan özellikler neyse zaten içtin mi bunlar sende olacak. Faidesi, şifası, bereketi neyse onlar senin vücuduna geldiğinde sana tesir edecek. Sen bunu Allah için iç.

Bu duygunun zâhirine takva deniyor, buyuruyor Ğavs Hazretleri, bâtınına ihlâs deniyor. İffet ve hürriyeti insan kendinde birleştirdiğinde, bunun zâhirine takva deniyor. Onda öyle bir Allah korkusu oluşuyor ki o korkudan belki birçok helâli bile terk etmesi gerekiyor. Yanlışa düşerim korkusu ile helâllerden bile kaçıyor. Değil ki haramlar, şüpheliler; helâlleri bile artık kırk yarmaya başlıyor.

İhlâs olunca, onda öyle bir nur, öyle bir firaset oluyor ki işte o zaman eşya ve hadisenin başlangıçta ifadeye çalıştığımız arka planını, projektör tutmuş gibi adeta net bir şekilde görmeye başlıyor. Allah hepimizi nefsimizin şerrinden muhafaza etsin.

Şimdi böyle projektörle önü aydınlatılan bir insanı düşünün. Kendisi zaten adeta ışık olmuş. Allah Resûlü onları tarif ederken öyle buyuruyor; “Onların elbiseleri nur, vücutları nur; sağları, solları, üst ve aşağıları yani bütün cepheleri nur; nurun alâ nur.” Işık insan, güneş insan… Sahabi soruyor;

-Bunlar peygamber mi ya Rasûlallah?

-Hayır, buyuruyor Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm).

-Bunlar şehitler mi ya Rasûlallah?

-Hayır.

-Bunlar melek mi?

-Hayır.

-Bunlar senin ashabın mı ya Rasûlallah?

-Hayır… Bizi görmedikleri, Bize yetişmedikleri halde sevgi ve imanla, ümitle bize bağlananlar, buyuruyor. Adeta bizim mânevî yolumuzu gözleyenler. Peygamberi görmedikleri halde sanki O’nu görmüş; her an O’nu görüyormuş gibi… 

Ama bunun sözünü edenlerden bahsetmiyoruz. Bu işin asliyyetine, hakikatine ulaşanlar… Bunlar ışık insanlar, güneş insanlar. Bu yüzden Cenâbı Peygamber ashabını tarif ederken yıldız gibidir, diye tarif ediyor. Işık veren insanlar. Kendilerinden sonra, arkalarından gelecek insanların yollarını aydınlatan insanlar. Yıldızın özelliği nedir? Yıldızdaki ışık güneşin ışığıdır. Onlar bütün ışığını güneşten almışlar.

Zifiri karanlık bir gecede bir yıldız eğer ışığından istifade edebiliyorsan senin için güneştir, karanlığı dağıtır. Karanlık nedir, ışığın yokluğudur, demişler. Işık varsa karanlık yoktur. Nur varsa zulmet, zillet yoktur. Niye? Nur Hak’tır, Hak nurdur. Allah, dostlarını/kendine nispet ettiği insanları tarif ederken; “Onlar insanları karanlıktan nura çıkarır.” buyuruyor.

Düşmanlarını tarif ederken de aynı ayette yine buyuruyorlar ki; “Onlar insanları aydınlıktan karanlığa/zulmete götürürler.” Onlar ışıkları söndürürler. İnsanları alır dünyanın güneş görmeyen ücra yerlerine götürürler. O nankörler, o inkârcılar, o Hak tanımazlar, o hakikati bilmezler var ya şeytanlar, putlar, cinler, tağut olabilecek her şey onların dostudur, buyuruyor Cenâbı Hak. Onlar, tağutlardan yardım isterler, yardım görürler. Şeytanları, cinleri kullanırlar; “mine’l-cinneti ve’n-nâs” şeytanlaşmış insanları kullanırlar. Onların vazifesi/görevi; onlar insanları aydınlıktan karanlığa çıkarırlar. Bir anda ortamı karartırlar.

Ama o Allah ki kendisine gönülden inananların, teslim olanların, tevekkül edenlerin, muhabbetle/ümitle O’na yönelenlerin dostudur. Allah onların evliyasıdır. Evliya dost demektir. Allah dost olunca, o dostlar da Allah’a güvenerek insanları, toplumları karanlıklardan nurlara, selâmete çıkarırlar.

İffete ve hürriyete riayet edenler, takva ve ihlâsı elde edenler, sevgiyle, ümitle Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâm) takip edenler, O’nun sünnetine ittiba edenler, Allah’a evliya/dost olurlar, Allah da onların evliyası olur. Ve onların her yanını, her yönünü, her şeyini nurun alâ nur haline getirir.

Allah bizi sevsin arkadaşlar. Bizi o insanlara sevdirsin. Bizi o insanlarla sevindirsin. O insanlarla hemdem eylesin. Bizi dostlarının bereketi ile her türlü karanlıklardan nura çıkarsın inşaallah! Sevgi ile, ümitle, ihlâsla, takva ile; iffet ve hürriyete riayet ederek, doğru yolu kat’ eden yollardan uzaklaşarak, Resûlullah’ın çizdiği o sırâtı müstâkimi bize ölene kadar, neslimize de kıyamete kadar takip edebilmeyi lütfeylesin inşaallah.

 

diyanet siyaset munasebeti

Geçmişten Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Geçmişten Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti

 

Bu ay yazmaya çalışacağımız konu olan diyanet ve siyaset ilişkisi kendi içerisinde gayet problemli bir mesele. Özellikle son yüz-yüz elli yıldır yaşadığımız sıkıntı bu problemin bizler tarafından daha da iyi anlaşılması için birçok örneği içerisinde barındırmaktadır. Biz yazımızı üç temel kısım halinde toparlamayı düşünüyoruz. Birincisi Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sav) kadar olan dönem, ikincisi Hazreti Peygamber’den Cumhuriyet’in ilanına kadarki zaman dilimi, üçüncüsü ise Cumhuriyet’in ilanından günümüze, özellikle de son 15 yıllık zaman diliminde içerisinde bulunduğumuz ahval.

Cenabı Hakk’ın bizleri yaratırken “Cinleri ve insanları ancak Bize kulluk etsinler diye yarattık.” (Zariyat 56) ayeti ile bir vazife olarak emrettiği, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 30) ayeti ve “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi istedim ve insanı halkettim.” kudsi hadisi ile bir ufuk olarak işaret ettiği kulluk hakikatini, bir an dahi unutmadan bu dünyadaki sayılı günlerimizi geçirmek zorundayız. Bu hakikat sırrına erişmek için günlerimizi ve sayılı nefeslerimizi geçirirken “Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme.” (Kasas 77) ve “O sizi yeryüzünün imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı.” (Hud 61) ayetleri ile de Cenabı Hak, ahireti kazanmak için bulunduğumuz şu dünya hayatına dair yapmamız gerekenlere de işaret etmektedir. O zaman daha sözün başında şunu açıkça ifade etmekte faide var ki dünyayı idare de müslümanın asli vazifelerindendir. Çünkü müslüman bir idarenin sadece inananlara değil inanmayanlara da hatta canlı cansız bütün mahlûkata mutlak manada faidesi vardır. Önemli olan husus burada ehli İslam’ın ehem ile mühimmi birbirine karıştırmamasıdır.

Efendimiz’e Kadar Olan Dönemde Diyanet-Siyaset Münasebeti:

Bizim için yegane geçerli bilgi Kur’an-ı Hakim’in dilinden Cenabı Hakk’ın bize bildirdikleridir. Uydurma tarihlere değil de tek gerçek olan bu hakikate baktığımızda şunu açıkça görmek mümkündür ki inananlarla inanmayanlar hep iki kutup halinde bulunmuş; inananlar kendilerine hakikati talim eden peygamberlerini başlarının tacı yaparak dünyevi idareleri hususunda da onlara teslim olmuşlardır.

Bu münasebet içerisinde bazen ümmeti idare eden peygamberlerin/salihlerin Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf ve İbrahim (aleyhissalatü vesselam) gibi kavimlerinin uluları olduklarını görüyoruz. Onları dini sahada hayra yönlendirdikleri, ahiret selametleri için çabaladıkları gibi dünyevi olarak da idare etmiş, dünyaya taalluk eden hadiselerde de ümmetlerine yol gösterici olmuşlardır. Kimi zaman da Musa, İsa, Nuh ve Muhammed (aleyhissalatü vesselam) gibi kavimleri içerisinde siyaseten söz sahibi olmasalar da kendi içlerinde yani kendilerine tabi olan ümmetinin meselelerinde son söz bu peygamberlerin olmuş, onlara inananların lehte de aleyhte de olsa peygamberlerinin sözlerine canı gönülden tabi olma gayreti en önemli vazifeleri olmuştur.

Bu zaman dilimini sonraki dönemlerden ayıran en önemli hususiyet dini ve dünyevi bütün işleri idare makamında bulunan kimselerin peygamber olmalarıdır. Dolayısıyla masum olan, nefsin ve şeytanın tasallutundan beri kılınan bu kutlu insanların idaresi altında bulunanlar; onların emirlerine itaat ettikleri müddetçe huzura adım adım yaklaşıyorlardı. Bu idare altında bulunanlar dünyada muzaffer oldukları gibi ahirette de hususi bir mevkiye layık oluyorlardı. Cilve-i Rabbani, eğer dünyada mağlub olurlarsa, buna imtihan deyip geçiyorlar; ancak yine de ahiret saadetine layık olacaklarına yakinen iman ediyorlardır ki bu da zaten onlar için kafi bir neticedir.

Hazreti Peygamber’den Cumhuriyet’in İlanına Kadarki Dönemde Diyanet-Siyaset Münasebeti:

Bu dönemi de kendi içerisinde birçok alt başlıkta tasnif etmek mümkün ama biz burada bu büyük fotoğrafa kabaca bakıp asıl günümüze gelmek istiyoruz. Efendimiz’den sonra yaklaşık 30 yıl yani Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan’ın hilafetleri döneminde -ufak tefek sürçmeler olsa da- idarenin başında bulunan bu insanların şahsi kemalatlarının büyük tesiri ile genel olarak din işleri ile idare işlerinin sıkıntısız yürüdüğü söylenebilir.

Hazreti Hasan’ın hilafetten ümmet zarar görmesin diye feragat etmesi ile beraber idareyi ele alan Hazreti Muaviye’nin zamanında da hem kendisinin sahabiden olup Efendimiz’den istifade etmesi hem de henüz hayatta bulunan ashabın yer geldiğinde hadiseleri frenleyebilecek bir otokontrol vazifesi görmesi bu dönemin de büyük oranla diyanet ve siyaset açısından makul seviyede olduğunu söylememize elverişlidir.

Bu dönemin en sıkıntılı hareketi Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin etmesi olmuştur. Böylelikle İslam Devleti’nin, Emevi Hanedanlığı’na (661-750) dönüşmesinin yolu açılmıştır. Her ne kadar Ömer b. Abdulaziz gibi fazilet sahibi, adil idareciler zaman zaman yönetimde bulunsa da genel olarak dini yeterliliği, yani dini doğru bilgi ile yaşama azmi olmayan kimselerin eline idare imkânı geçince zulüm kaçınılmaz olmuştur. Abbasi Hanedanlığı’nda (750-1258) da durum bundan farklı değildir. Onun da içerisinde Harun Reşid gibi kimseler bulunsa da genel olarak gelenin gideni arattığı bir mevsim yaşanmıştır.

Selçuklu Devleti de sahip olduğu imkânların genişliği ile hem müslümanların hamiliğini uzun yıllar yapmış, hem de kendi içerisindeki siyasetini, Allahu Teala’nın emirlerine uygunluğu ölçüsünde yerine getirdikçe kuvvetli bir irade ortaya koymuştur.

Bu hususta sağlam temellerle dinine düşkün, şer-i şerife göre yaşama azminde bulunan, davası i’lâyı kelimetullah olan insanların eliyle ekilen tohumların en kuvvetlisi şüphesiz Osmanlı Devleti olmuştur. Ufak tefek aksamalar olsa da büyük çoğunluğu ile İslam’a hizmet gayesi güden ve altı yüz sene boyunca hükümranlığı süren Osmanlı Devleti belki de bu kadar süre sorunsuz bir şekilde diyanet ve siyaseti dengede götürebilen en büyük devlet olmuştur.

Siyasi sahada kendisini yetiştiren devlet adamları, şahsi gelişimlerini manevi sahada da yürütme gayretinde olmuşlar, bir de mana cephesinin sultanlarını, gönül erlerini de sürekli yanlarında bulundurmuşlardı. Adeta hem diyaneti ve siyaseti, Allah’ın kendilerine verdiği zahiri ve batıni kabiliyetlerle problemsiz yürütürlerken bir de olur da gaflette oluruz, bir kusur işleriz diye o büyük kimseleri bir murakıb olarak yanlarından ayırmıyorlar, daha doğrusu onların izinden bir an dahi çıkmamaya gayret ediyorlardı. Onun için değişik devletler, milletler İslam’a ve müslümanlara hizmet etmekle şereflenseler de İslam tarihinde ve ümmet-i Muhammed’in nazarında Osmanlı’nın yeri, kıymeti ve hasreti bir başkadır.

Efendimiz’in dönemi müstesna fakat Raşid Halifeler’den sonra Devlet-i Âli’ye gibi dine ve dindaşlara hizmet eden bir millet bu zamana kadar görülmemiştir. Zaten Sultan I.Selim (Yavuz) Mısır’ı fethedip kutsal emanetlerle şereflendiğinde hutbe irad eden hatip onu “Hakimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hâkimi)” olarak takdim edince Koca Sultan “Hayır, Hadimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hadimi/Hizmetçisi)dir.” buyurarak Allah’ın dinine hizmet için orada bulunduğunu bir daha âlem-i İslam’a ilan etmiştir. Tabi biz atalarımızla bu manada ne kadar övünsek az fakat övünerek sadece nefsimizi avutmuş oluruz. Bizden asıl beklenen ecdadımızın doğrularına yapışarak bize teslim ettiği sancağı daha ilerilere taşıma gayreti içerisinde olmak, hasebü’l-beşeriyye yaptıkları yanlışlarından ders çıkararak aynı hatalara düşmemektir.

Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti:

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında batı ve batılın dalkavukları, karanlık içerisindeki sözde aydınların tazyiki; -istisnalar kaideyi bozmaz- idarecilerin ve halkın da dinden uzaklaşmaları neticesinde yüzyıllar boyunca süregelen saadet, huzur ve refah maalesef yerini bozgunluk, huzursuzluk ve sıkıntıya bırakmıştır. Elbette ki her dönemde hayırlı kimseler de yaramaz insanlar da bulunur. Osmanlı’da da böyleydi. Ancak önceki dönemlerde hayırlılar çoğunlukta iken son dönemde yaramaz insanlar maalesef çoğunluğu elde etmişlerdi. Bunun için “Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz.” hakikati fehvasınca bu büyük devlet elden gitmişti.

Hepimizin bildiği gibi Osmanlı’nın yıkımında büyük gayret gösteren yeni dönemin kotardığı ilk ağu aşı hilafeti kaldırarak diyanet ile siyaseti birbirinden ayırıp idareyi tekeline alarak -la teşbih- Allah’ın gözetiminden, dinin kontrolünden çıkarmak olmuştur. Laiklik diye tarif edilen fakat ithal edildiği devletlerde dahi bu kadar katı tutumuna rastlanılmayan uygulamanın asıl adı dinsiz devlet; bu uygulamaların olduğu devlette yaşayan insanların durumu ise dünyevileşmiş, ahiret hayatını gözden kaçıran bir nesil olmuştur.

Fakat her ne kadar kendileri böyle olmasa da yüzyıllar boyunca aslının, neslinin dindar ve muttaki olduğunu bildikleri bir milletin önünde birden bire dinin icrasını ortadan kaldırmaya cesaret edemediklerinden kendilerini ve yeni teşekkül ettirdikleri devleti de dindar gösterme gayretiyle -ki halk arasında buna göz boyama, dini literatürde en azından münafıklık deniliyor- “Diyanet İşleri Başkanlığı” adı altında bir kurum oluşturulmuş. Zaten asıl problem de burada. Bu uygulama maalesef saf gönülleri idlal etmiş bu kurumun, ekseriyetle din kisvesi altında yutturduğu zokaları tarih kaydetmiştir zaten.

Temel problemimiz bu zaten; ortada din ile devlet arasında sıkışmış bir kurum var. Ne tamamen din elbisesinden sıyrılabilmiş, ne de devletin etkisi ve kanunların baskısından kurtulabilmiş, kırk yamalı bohça gibi arada durmakta. Üstelik din adına devletin verdiği yetkiyi(!) elinde bulundurduğu, hatta tekeline aldığı için bir süre sonra kurumun başında ve idaresinde kimlerin bulunduğuna, bu kimselerin yeterliliklerine dahi bakılmadan otorite kabul edilmiş ve söyledikleri başka hiçbir teraziye vurulmadan dinin emirleri olarak telakki edilmiştir. Tabiki bu kurumun başına sahih din anlayışına sahip, salih insanlar da gelmiş ama bunlar istisna sayılabilecek kadar az olmuştur.

Diyanet İşleri kötü idare edilince dinin din adına ifsadı gibi kötü bir netice çıkıyor ortaya. Cenabı Hak ayeti kerimede “Fitneden sakının. Bu her zaman zalimlerinize isabet etmez. Sizin çok hususi olanlarınıza da erişir.” (Enfal 25) buyuruyor. Bu ayetin manayı muhalifine bakıldığında mevzumuzla alakalı olarak şöyle bir okuma da yapılabilir Allahu a’lem; “Fitne, her zaman sizin zalim olarak tanıdıklarınızdan, bildiklerinizden tezahür etmez; çok hususi zannettiklerinizden, önde gördüklerinizden de ortaya çıkar.” Çünkü balık baştan kokar demişler. Öyle başkanlar gördü ki bu kurum kendi eli ile memlekette teşekkül eden dini oluşumları fişleyenleri mi ararsınız, evrim teorisini savunanları mı ararsınız, laikliği en önde gelen hukukçulardan daha ateşli savunanları mı ararsınız, darbe savunucularını mı ararsınız?

Elbette ki niyetimiz kurumu başlı başına bir mazarrat yuvası gibi göstermek değil. Sıkıntılı gördüğümüz hususlarda kendimizi hep şöyle avuttuk; “Yahu bu kurum devletin. Dolayısıyla -kaba bir tabirle- at sahibine göre kişner. Bu insanlar da kendilerine belirlenmiş kanunlar, mevzuatlarla çerçevelenmiş. Başlarındaki idareciler onları oraya getirdiğinden onların dine/din işlerine bakışlarına göre meselelere çözüm üretmişlerdir. Ne yapsınlar?” Bu kadar mazerete bir de çağdaş dünyanın rahatsızlığı/hastalığı olarak Kur’an’ın güncel yorumları, güya akla ve bilime uygun izahları işin içine girince üretilen bu çözümlerin(!) dine uygunluk taşıması endişesi de ortadan kalkıvermiştir.

Biz kendimizi böyle meşgul ederken son zamanda öyle uygulamalara şahit oluyoruz ki özellikle memleketimizde yaklaşık on beş senedir esen müsbet rüzgârlara rağmen Diyanet İşleri’nin uygulamalarını anlamakta zorlanıyoruz. Yani bir önceki paragrafta da arz ettiğimiz şekliyle belki yer geldiğinde savunduğumuz bu kurumun bazen kabahatlerinin bu bahaneler arkasına sığmayacak kadar da büyük olduğunu görüyoruz. Devletimizin tepe kadrosunu oluşturan büyüklerimiz adeta dinlerini dert edinmişlerken, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar dinin ve ümmetin dertlerini her türlü meşgalenin önüne geçirme azminde iken üstelik bu kurumun başına da yetkililer yine onlar tarafından atanmışken, yani Diyanet İşleri’nin adeta sırtını onlara yaslaması gerekirken niçin bu kadar gevşek davrandıklarını anlayamıyoruz.

Suruç’ta toplananlar bölücüler, Ankara’da halay çekerken ölenler, devletine ihanet edenler, paralel din olgusu gayretinde olanlar hakkında İslam’dan ve müslümanlardan yana bir tavır ortaya koyması gereken Diyanet İşleri, devletin herhangi bir kurumu gibi siyasi açıklamalarla adeta hadiseyi üstünkörü geçiştirmiş, günü kurtarma gayreti ile hareket etmiştir. Bazen de dinin esaslarına uygunsuzluk şöyle dursun siyasi hadiselere bile ters hareketleri var ki herhalde onun hiç izahı yok. Sözgelimi yakın zamanda sayın başkanın yaptığı İran ziyaretinin ve sanki çok matah bir şeymiş gibi bir de mollanın arkasında kıldığı namazla poz vermesinin ne diyaneten ne de siyaseten izahı mümkün olmasa gerek. Son zamanda Suriye’de yaptıkları ortada iken, içi dışı farklı olmayı takiyye ile savunurken, başta Türkiye olmak üzere kendi Şii itikadını yaymak için bütün İslam beldelerini karıştırırken bu ziyaretin nedenini ve niçinini bir türlü anlayamadık. Bunca senedir başkan olarak o mesuliyeti üzerinde taşıyan sayın Görmez, kurum içerisinde ve halkımız üzerinde dinin esasına muğayir bunca meseleyi ne vakit halletme arzusundalar gerçekten merak ediyor ve hayırlı hamlelerini özlemle bekliyoruz.

Sonuç olarak ifade edelim ki diyanet ve siyasete ait meselelerin bir arada problemsiz yürümesi esasında imametin var olması, yani hem bu vasıflara sahip ihlaslı ve ehliyetli kâmil kimselerin bulunması hem de bu zevatın dünyevi ve uhrevi bütün umurlarımızı uhdelerine alması ile mümkün olacaktır inşaallah. Böyle din işleri ayrı dünya işleri ayrı olunca olmuyor maalesef. Yoksa dünyevi olarak en iyi idareleri görsek de kurumların işlerinin müsbet olmadığı ortada.

Bizim dünyamızla/siyasi işlerimizle ilgilenen Allahımız farklı, ahiretimizle/dini işlerimizle ilgilenen Allahımız farklı değil. Onun için tevhidin hakikatine uygun olarak biz bir/tek olan Rabbimize imanımızı her an yenilemeli ve bu canlılıkla diyanete ve siyasete dair bütün işlerimizi bu minvalde tekrar gözden geçirmeliyiz. Cenabı Hak bizi bunda muvaffak kılarak rızasına uygun, huzurlu bir dünya hayatına ve mesud bir ahiret âlemine kavuşabilmeyi bizlere nasip etsin inşaallah.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort