JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 01 Temmuz 2014 10:59

ŞEHRİ SIYÂM

Sehri Siyam

Şehri Sıyâm - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Şehri Sıyâm

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selâm Efendimiz’e (sav), Ehli Beyti’ne, ashabına ve etbaına olsun.

“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Ta ki takva sahibi olasınız.” (Bakara; 183)

Ebû Hureyre (ra) Resûlullah’ın (sav) (hadisi kudsisinde) şöyle dediğini rivayet etti; “Allah (cc) buyurdu ki; ‘Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Yalnız oruç hariç. Çünkü o Benim içindir. Onun mükâfatını da Ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Sizden biri oruçlu olduğu günde edebe aykırı kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Şayet biri ona kötü sözler söyler veya kendisiyle dövüşürse ‘Ben oruçluyum, ben oruçluyum!’ desin (ona uymasın). Muhammed‘i irade ve kudretiyle yaşatan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha iyidir. Oruçlu için ferahlanacağı iki sevinç vardır; iftar ettiği zaman (açlıktan kurtulduğu için) sevinir. Rabbi’ne kavuştuğu zaman orucunun sevabıyla (alacağı mükâfattan dolayı) sevinir.”

Oruç (savm-sıyâm); lügatte, nefsi meylettiği şeylerden, isterse bir söz olsun, imsak etmek, alıkoymak yani o şeyi yapmaktan kendini tutmaktır. “Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki; Ben Rahmân’a bir oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” (Meryem; 26) Ayeti kerimeden de bu mana anlaşılmaktadır. Ayrıca; sıyâm bir şeyden vazgeçip, onu bırakmak demektir. Sıyâm kelimesi hakkında değişik açıklamalar da varid olmuştur. Bu açıklamalardan bazıları ise şöyledir; güneş iyice yükselip, öğlenin sıcağı iyice vurduğu zamana, denilir. Bir başkası da şöyle demiştir; “Ta ki güneş, gündüzün tepe noktasına yükselip, dimdik olduğu zaman...” Yine bu manada olmak üzere, rüzgârın durduğu, dindiği; atın otlamayıp ayakta dikilip durduğu zaman için bu ifade kullanıldığı gibi, günün mutedil olması hakkında da aynı ifade kullanılır.

Din ıstılahında ise savm, sırf Allah rızası için fecrin doğmasından güneşin batımına kadar, insanın oruçlu olduğunu bilerek ve buna niyetli olarak, orucu bozan şeylerden kendisini uzak tutmasıdır.

Oruçta ruhun arınması, temizlenmesi, kötü davranışlardan ve fena huylardan uzaklaştırılması istenmektedir. Oruçta bedenin temizlenmesi ve şeytanın sızabileceği yolların tıkanması vardır. Bunun için Resûlullah (sav) şöyle buyurur; “Ey gençler topluluğu; sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin, kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. O kendisini korur!”

Orucun tam ve mükemmel olması ise yasaklardan uzak durmak ve haramlara düşmemek ile gerçekleşir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur; “Her kim yalan söz söylemeyi ve onunla ameli terk etmeyecek olur ise, o kimsenin yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın bir ihtiyacı yoktur.”

Oruç ilâhî bir emirdir. Her ilâhî emir ise birçok hikmet, fayda içermektedir. Binaenaleyh oruç da din, ahlâk ve sağlık açısından birçok fayda ve meziyet içermektedir. Bu cümleden olarak, oruç tutan bir kimse Kerem sahibi mabudunun emrine uyması sebebiyle birçok ilâhî lütfa mazhar olur. Bundan başka nefsine hâkim olmuş, geçici bir mahrumiyete katlanmış, hayatın çeşitli sıkıntılarına karşı durabilecek bir özellik kazanmış bulunur.

Oruç ibadetini diğer ibadetlerden farklı kılan şey, şu iki sebeptir:

1- Oruç nefsin hoşuna giden şeylerini ve arzularını diğer ibadetlerden daha ileri derecede engelleyicidir.

2- Oruç, kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Bu ancak Allah’a âyan olur. Bundan dolayı oruç, Allah’a has bir ibadet olarak söz konusu edilmiştir. Diğer ibadetler ise açıktan yapılır. Kul, belki bunları görsünler ve riyakârlık olsun diye de yapıyor olabilir. O bakımdan oruç diğer ibadetler arasından Allah’a özellikle tahsis edilmiştir.

Oruç, şehveti dizginler, nefsin heveslerini mağlup eder. Azgınlıktan, kötülükten men eder. Dünyanın adi lezzetlerini, makam ve yükselme davalarını küçük gösterir, kalbin Allah’a bağlılığını artırır, ona bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Çünkü insan midesi ve şehveti için koşuşturup durmaktadır. İnsanı her derde sokan bu iki doyumsuzluğudur. İnsanın insanlığı da bunlara hâkim olmasındadır. Oruç ise ilk önce bu ikisini kırar, düzene koyar. Bunun için Peygamber Efendimiz (sav), nefisleri azgın olanlar hakkında; “Oruç tutsun, çünkü orucun güzel bir tesiri vardır.” buyurmuştur.

Oruç tutmayan, sabretmesini bilmez, nefsini normal şekilde kullanma yollarını gözetmez. Hele refah içinde yaşayanlar, hiç oruç tutmazlarsa, bütün hürriyetlerini şehevî arzularına kaptırırlar. Haram-helâl seçmezler. Midesi ve şehvetinin esiri olanlarla arzularını terbiye etmiş insan bir olamaz. Nitekim ayeti kerimede şöyle buyurulmuştur; “Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar; inkâr edenler ise (dünyada) zevklerine göre yaşarlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” (Muhammed; 12)

Oruç, “Çaresiz sizleri biraz korku ve biraz açlıkla imtihan edeceğiz.” (Bakara; 155) ayetinde işaret buyrulan “biraz açlık” tan bir hissedir ki bu sayede uzun uzadıya ahiret açlıklarının önüne geçilecek ve büyük sabır müjdelerine erişilecektir.

Orucun bedene kuvvet, dayanıklılık; nefsin arzularına ölçü bahşeden birtakım ruhî ve bedenî faydaları; fakirlerin hallerini hissettiren, sosyal ve ahlâkî yönden güzel menfaatleri bulunmakla beraber bunların hepsi birer fayda olup, farz oluşunun sebebi ve hikmeti değildirler. Orucun farz oluşunun asıl hikmeti, Allah’ın emrine boyun eğmekle kulluk zevkini tatmak; ruhu, riya eserlerinden temizleyerek kuvvet ve ihlâsı artırmak ve kendini bizzat Allah’ın korumasına teslim etmek için nefsin terbiye edilmesidir.

Bir kudsi hadiste Cenâbı Hak; “…Oruç, Benim içindir. Onun mükâfatını ancak Ben veririm...” buyurmuştur. 

Bunlarla birlikte oruç tutan bir insanda rikkat ve merhamet duyguları tecelli eder. Fakirlerin, yoksulların hallerini düşünür, kendisinde bir kalp yumuşaklığı, bir insanlık duygusu meydana gelir. İşte orucun emrediliş hikmetlerinden olan nefsi terbiye etmek, sabretmeye alıştırmak suretiyle Müslümanın basiret ve akıl nurunu geliştirir. Oruç ibadetiyle ruhu güçlenen Müslüman, bu güç kaynağı ile diğer Müslüman kardeşinin hissettiği gibi hisseder, onun sıkıntılarını gidermeye çalışır. 

Şu olay ne kadar ibret vericidir; “Hazinelere sahip olduğun halde niçin yemeyip aç duruyorsun?” diyenlere, Hz. Yusuf (as); “Tok olduğum takdirde, açların halini unutmaktan korkuyorum.” cevabını verir. Yine oruç tutan bir kimse, geçici bir mahrumiyete katlanır, bunun neticesinde nail olduğu nimetlerin kadrini daha iyi anlar, kalbinde daha ziyade şükran hissi parlamaya başlar, diğer dini vazifelerini de bir şevk ile ifaya çalışır durur.

Allah’a (cc) kulluk yapma ve emirlerine teslim olma şuuru, Müslümanın en yüksek hedefidir. Zaten insanların yaradılış hikmetinin temeli de budur. Çünkü Allah (cc) şöyle buyurur; “De ki; Allahın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin Rabbi’ne teslim olmamız emredilmiştir.” (En’âm; 71) 

Orucun hikmeti ve menfaatleri, faydaları ve yararları, sebep ve maksatları bütün genişliğiyle ifade eden, maddî-mânevî, din ve dünyaya ait maksatları içine alan “Ta ki takva sahibi olasınız (sakınasınız).” özelliğinde toplamıştır. Oruç, insanların kalbine Allah korkusu ve murakabesini yerleştirerek, nefsi kötülüklerden temizleyerek esas gayesi olan takvaya insanı ulaştırmış olur. Çünkü Allah (cc), oruç farzının hikmetini ifade buyururken, elem duymak, acıkmak veya bu manalarda başka ifade yerine; ”...Ta ki korunasınız.” diye buyurmuştur. Takva, ancak oruç gibi bir ibadetin meyvesidir. Çünkü oruç, nefsi Allah’ın (cc) hudutlarında durmaya ve insan fıtratındaki mübah, beşeri arzuları yalnız O’nun emrine uymak için hazır hale getirmeye yardımcı olur. 

Burada Hâce Hazretleri’nin (ksa) “Gönül Sohbetleri ve Saadet Vesileleri’’ isimli eserinden takvayla ilgili bir bölüm aktarmamız takvayı anlamamız konusunda bize ışık tutacaktır; “İnsan olarak mesuliyetini unutmaksızın, sorumluluk bilinci dâhilinde ihsân sırrını, ihsân halini muhafaza etmenin adıdır takva. Bu, yerinde haramlardan sakınmak olur, şüpheliyi terk etmek olur, yerinde kendini nefyetmek olur, yerinde Hak için Hakk’ı nefyetmekle olur. Bu anlamda takva şudur diyemeyiz. Her kesimin takvası Allah’ı tanıyışı nispetinde, Allah’a beslediği muhabbet, aşk nispetinde farklılaşır. Onun için Cenâbı Hak, “Allah yanında en değerli ve en üstününüz en takvalı olanınızdır.” buyurmuştur. Mübalağa ile bunu zikretmiştir adeta sınırlandırmayı, kotayı kaldırmıştır Cenâbı Hak. “Etkâ”yı herkes farklı yorumlayabilir çünkü mübalağadır. Üstünde mübalağa yapabilir. Ama ayet aynı terimle, mübalağa ifade eden “etkâ” ile değil de “takva” kelimesi ile tamamlansaydı “inne ekrameküm indellâhi takvaküm” denilseydi takva standart bir şey olurdu ve hiç kimse o standardın dışına çıkamazdı. Cenâbı Hak adeta bu standardı bozuyor. “Etkâküm” diyerek işi mübalağaya döküyor ve bunu yoruma açıyor. Serbest bölge haline getiriyor.” 

Oruç, ruhî bir egzersizdir. Nefsin hoşuna gitmeyen bir ameldir. Gizli ve açık kontrolle takvaya hazırlanmaktır. Bir irade terbiyesidir. Sabır idmanıdır. İnsana zorluklara katlanma alışkanlığını kazandırır. Hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur; “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır.” O, gerçekten nefse ağır gelir. Elinde bulunan şeyden yoksun olmak, nefsin çok zoruna gider. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim, orucu emrederken tatlı ve yumuşak bir ifade kullanmıştır. Müslümanlara iman niteliğiyle çağrı yaparken imanın gereğine uymalarını ve bu emri derhal yerine getirmelerini işlemiştir. Oruç, insanı eğiten bir okul gibidir. Ve orucun da insanlar için hidayet olan, doğru yolu ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran apaçık belgeleri taşıyan Kur’ân’ın indirilmiş olduğu Ramazan ayında tutulması yine başka bir hikmeti içermektedir.

Oruç, ruhu maddeden kurtarıp yüceltir. Oruç, ruhu, kendisine bulaşan kirlerden temizler. Şu halde orucun Kur’ân ayında (Ramazan’da) tutulması da başka bir hikmete binaendir. Kur’ân, en büyük meselelerde insanlar için bir düsturdur. Oruç, insanın ruhunu korur. Kalkandır, sığınaktır. Terbiyedir, hidayettir. Hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır; “Oruç bir kalkandır. Kul onunla cehennem ateşinden korunur.” Bir kimse oruç tutarsa, oruç da o kimsenin elinden tutup onu üstün ahlâka ve şerefli niteliklere götürür.

Ramazan ayında ne yapmamız gerektiğini ve nereden başlamamız gerektiğini yine Rabbimiz bizlere bildiriyor; “Eğer kullarım sana Ben’den sorarlarsa onlara de ki; ‘Ben kendilerine yakınım, Bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim.’ O halde onlar da Benim çağrıma olumlu karşılık vererek Bana iman etsinler ki doğru yolu bulsunlar.” (Bakara; 186) 

Yapacağımız işlerin en evvelinde O’nu bulmamız istenmektedir. Neticesinde O yoksa yapılan işlerin hiçbir anlamının olmadığını anlıyoruz. Bu yakınlığa rağmen mesafeler ötesinden yapılan kulluğun neticesi daima akîm kalır. Dua ederken şu hususların gözetilmesi gerektiği ifade edilmiştir: 

1- Allah’tan başka ihtiyacını karşılamaya kâdir kimsenin bulunmadığını ve ihtiyacının gerçekleşmesi için gerekli araç ve vasıtaların O’nun kabzasında olduğunu, O’nun müsahhar kılmasıyla müsahhar kılındığını bilmesi.

2- Samimi bir niyet ve tam bir kalp huzuru ile dua etmesi. Çünkü yüce Allah gafil ve başka şeylerle oyalanan kalple yapılan duayı kabul etmez.

3- Haram yemekten uzak durması ve dua etmekten usanmamak gerekmektedir.

İbrahim b. Ethem’e, “Bize ne oluyor ki dua ettiğimiz halde duamız kabul olunmuyor?” denilince şöyle cevap vermiştir; “Çünkü sizler Allah’ı bildiğiniz halde O’na itaat etmiyorsunuz. Resûlü’nü bildiğiniz halde O’nun sünnetine uymuyorsunuz. Kur’ân’ı bildiğiniz halde gereğince amel etmiyorsunuz. Allah’ın nimetlerini yediğiniz halde bu nimetlere şükretmiyorsunuz. Cenneti bildiğiniz halde cenneti istemiyorsunuz. Cehennemi bilip onu tanıdığınız halde ondan kaçmıyorsunuz. Şeytanı bildiğiniz halde ona karşı mücadele etmiyorsunuz, aksine ona uygun davranıyorsunuz. Ölümü bildiğiniz halde onun için hazırlanmıyorsunuz. Kendi ellerinizle ölüleri gömdüğünüz halde ibret almıyorsunuz. Kendi kusurlarınızı terk edip insanların kusurlarıyla uğraşıp duruyorsunuz.”

Hz. Cafer Sadık’a (ra) soruldu; “Bize ne hal arız oldu ki dua ediyor, fakat duamızın kabul olunduğunu göremiyoruz?” Cevap verdi; “Çünkü siz (hakkıyla) tanımadığınız kimseye (kalbiniz gaflette olduğu halde) dua ediyorsunuz. Onu hakikaten tanıyarak dua etseydiniz, huzur-i kalb ve hulûs ile dua ederdiniz, o zaman duanız kabul olurdu.”

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (Bakara; 128) 

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabbiniz’e inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’ân’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” (Âl-i İmrân; 193) 

“Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti; ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!” (Âl-i İmrân; 147)

Kaynakça:

-İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm

-Fahruddin Er-Razi, Tefsir-i Kebir

-İmam Kurtubi, El-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân

-Hicazi, Furkan Tefsiri

-Ö. N. Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Tefsiri

-E. H. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili

-M. A. Sabuni, Ahkâm Tefsiri

-Tergib ve Terhib

-Er-Rudani, Cem’ul-Fevaid 

-Kuşeyri Risalesi

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

hz omerin sorulari

Hz. Ömer'in Soruları, Hakk'ın Cevapları - Sâlik-i İrfân

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Hz. Ömer'in Soruları, Hakk'ın Cevapları

 

Hamd ve senalar Celâl ve Cemâl sıfat-ları kemâl üzere olan, celâlinden cemâline sığındığımız Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri’ne olsun. Hamdü senadan sonra Hâce-i Kâinat, Eşref-i Mahlukât, Ebû’l-Kâsım Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e binler salât ve selamlar olsun.

Bugünlerde kimi şahıs ya da çevrele-rin hâlâ Hakk’ı bâtıldan ayrıştıramadıklarını, paralel din anlayışını fark edemediklerini üzülerek görmekteyiz. Bu zihinsel bulanıklığın temelinde; İslâm’ın temel değerlerini yeterince bilemeyiş, nefs-menfaat merkezli bakış gibi birçok sebep dile getirilse de temelde Hakk’tan kopukluk olduğu görülmektedir. Olaya dışarıdan bakan halkın çoğu samimi ve basit bir bakışla “vatan hainliğini” görmekte, tercihini yapmaktadır. Fakat aile, akrabalık, ticaret ya da kimi menfaat ilişkileri hak ile bâtılı tefrik edemeyişi getirebilmektedir.

Sahabe efendilerimizden paylaşımlar yapmaya çalışmamız nedeniyle bu bağlamda bir şeyi dile getirmemiz gerekiyor. Bu paralel çizginin-anlayışın oluşumuna bakıldığında sahabe efendilerimizin hayatından hareketle sürekli duygusal fedakârlık sahneleriyle insanlara tesir edildiğini görüyoruz. Ashâbı kiramın Efendimiz’e (sav) sevgisi, bağlılığı, fedakârlığı bugünlere aktarılırken modernize edilerek, batılı bir form içerisinde sakalsız, bıyıksız, takım elbiseli-kravatlı yerine göre namazsız, içki masalarına uyumlu bir Müslüman(!) tipi oluşturulması söz konusudur. Elbetteki bu tip, nefsin ve şeytanın itiraz etmeyeceği bir oluşumdur. Muhammedî bakış diye diye Efendimiz’in (sav) hayatından istenen parçaları alıp bugünkü tipe uyarlayarak Muhammed’e (sav) bakış unutturulmakta, bütüne talip olmak; gericilik, yobazlık olmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri; “Bir şeyi bütün bütün yapamamak, bütün bütün terk etmeyi gerektirmez.” buyurmuşlar. Ashâbı kiram efendilerimize yönelişte de bu anlayış bir ölçüdür. Bütüne talip olur, yapabildiğimizi yapar, yapamadıklarımızın affını isteriz. Yapabildiklerimizi çoğaltmaya çalışırız.

Paralel din anlayışının önde giden bir yazarı Nuh’dan (as), Ad Kavmi’nden, Zekeriya ve Yahya’dan (as), Peygamber Efendimiz’den (sav) örnekler vererek; “Hak ve hakikatin bağlıları, Allah yolunun yolcuları Kur’ân-ı Kerim’de çok sık zikredildiği gibi bazen zâhirde ve izafi olarak kaybetseler de daima kazanan taraftır.” diyerek şu an yaşadıkları zillete deliller getirmeye çalışıyor, ortaya çıkan bunca iman ve vatan hainliğine rağmen hâlâ hak üzere olduklarını söyleme körlüğünde bulunabiliyor. Şunu bir kez daha görüyoruz ki eğer Mevlâ insanın firasetini-basiretini almışsa insan akıldan da uzaklaşıyor; bâtılı hak göstermeye çalışabiliyor. Mevlâ hidayet eyleye.

Dinlerarası diyalog ifadesi zaten Peygamber Efendimiz’i (sav) by-pass etmenin diğer adı. Kiliselerde yapılan toplantılarda ezan okuyan Müslüman(!) “Muhammedu’n-Resûlullah” ifadesini okumamakta, tepki alınca da; “Sehven okunmamış, o kısım unutulmuş!” gibi savunmalar yapılmakta. Velhâsıl bu hareketin baştan itibaren sulan- dırılmış bir itikada sahip olduğu, İslâm’ın değerlerine paralel, Yahudi-Hristiyan çizgi ile özdeş olduğu hakikat ehlince malumdu. Dua ediyoruz ki bu anlayış ve yapı içerisinde halen samimiyet üzere bulunanlara Mevlâmız hidayet etsin. Gerçekleri görmeyi nasip etsin. Sürekli Fatiha-yı Şerif’te istediğimiz; ”(Ey Rabbimiz!) Bizleri sırât-ı müstakîme ilet, o sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol) ki Senin nimet verdiğin kimselerin yoludur. Bizi mağdup (gazaba uğramış olan Yahudilerin) ve daâl (sapmış olan Hristiyanların) yoluna iletme.” duasını bugünlerde daha çok yapmamızda fayda olsa gerek.

Ülke içerisinde böyle bir bölücü anlayış varken, ümmet coğrafyası içerisinde de hak söyleyip bâtılı murâd eden kimi oluşumlar var. Bugünlerde çokça gündeme gelen IŞİD olsun, Boko Haram olsun İslâm dünyasının değişik bölgelerinde farklı inanış ve anlayışların oluşturduğu yapılan(dır)malar görüyoruz. Sözde İslâmî toplumlar ve haklar adına müca- dele ettiğini söyleyen, fakat bâtılın ekmeğine yağ sürmekten öte sonuçlara varamayan bu gruplar tarih boyunca hep olmuşlar. Hazreti Ali (ra) efendimize karşı mücadele eden Hariciler de kendilerince bir mantığa dayanıyor, “Hakkı söyleyip batılı murat etme”nin ilk örneklerini veriyorlardı. Aslında bâtıl cephesi değil hak cephesi önemli. Hz. Ömer’in (ra) sorumluluğuna talip olan lider ve yöneticiler ihlâsı, samimiyeti elden bırakmamalıdır. Liderin ihlâsı ve halkın duası Hakk’ın nusretinin paratoneridir. Niyette bozulma olursa Allah’ın yardımı gelmeyecek, bâtıl itikadlar hak sûretinde gelip hükümetin-siyasetin ayaklarına dolanacaktır. Cenâbı Mevlâmız ümmete bir kapı açmıştır. Ümmetin birliği-dirliği gerçekleşecektir. Dua edelim yöneticilerimiz ihlâs, hidayet, istikâmet üzere hareket etsinler de Mevlâmız’ın yardımı devam etsin. Özellikle Hz. Ömer efendimizin (ra) himmeti olsun inşaallah. Çünkü şu anda buna çok ihtiyaç var. Evet, biz Hazreti Ömer efendimizden (ra) bahisle O “nimet verilenlerin”, ashabı kiramın, saâdatı kiramın izlerine dönüyo-ruz. Önceki sayımızda muvâfakat-ı Ömer’den bahsetmiştik. Ömer efendimizin duygu, düşüncelerine, kimi sözlerine ve yaptıkları bazı davranışlara bire bir Mevlâmız’dan nasıl tasdik geldiğini aktarmaya çalışmıştık.

Genel olarak muvâfakat ayetlerine bakıldığında toplumsal bir te’dip (edep-lendirme) amacına matuf olduğu görü-lür. Ömer efendimizin (ra) yapısı itibari ile dışa dönüklüğüne önceki yazımızda işaret etmiştik. Bu meyanda nakledilen bir haber-de şöyle geçer; Ebû Bekir (ra) efendimiz çok kısık sesle, Ömer (ra) efendimiz yüksek sesle Kur’ân okumaktadırlar. Efendimiz (sav) tarafından nedeni sorulduğunda verilen ce-vaplar bu yönün teyidi gibidir. Ebû Bekir efendimiz; “Rabbim’den hayâ ettiğim için kısık sesle okuyorum, ya Rasûlallah!” derken Ömer efendimiz; “Cinleri, şeytanları kovmak için yüksek sesle okuyorum, ya Rasûlallah!” diyecektir. Bir ilahide geçen şu ifade de Cenâbı Hakk’ın ashabı kiram hazeratını şekillendirmekte Ömer efendimizin üstlendiği fonksiyona adeta işaret etmektedir;

Ebû Bekir’i görenler olur âşık,
Ömer zahir Hüda’dır ya Muhammed

Mevlâmız’ın Rabbimiz, terbiyecimiz olarak bizleri eğitmesinde ufuk model; Sahibimiz, Efendimiz, Peygamberimiz’dir (sav). Sünneti seniyyeye, Cenâbı Mevlâmız’ın razı olduğu yaşam biçimidir. Ebû Bekir Sıddık (ra) adeta Peygamber Efendimiz’in (sav) içini yansıtırken, Ömerü’l-Faruk (ra) ise Efendimiz’in (sav) dışını yansıtmıştır. Ebû Bekir efendimiz, Cenâbı Mevlâ ile ilişkide Ömer efendimizin de içinde bulunduğu bütün ashabtan üstün iken, ashab cemaatinin toplum ve devlet aşamalarına geçmesi, tebliğin yeryüzüne yayılması bağlamında görev Ömer efendimize verilmiştir. Çünkü Ömer “Zahir Hüda’dır.” Bu yazıda da Ömer efendimizin sorularına Cenâbı Hakk’ın cevap olarak nüzul ettiği kimi ayeti kerimeleri naklederek yazımızı tamamlayalım:

“Sabikûn (önde, öncü) olan- lardır. Onlar en çok mukarrebûndur (yaklaştırılanlardır). Naim cennetle-rindedirler. Çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir.” (Vakıa; 10-14) Ayetleri nazil olunca Hz. Ömer, Peygamber Efendimiz’e (sav) sormuşlar,

-Ey Allah’ın Resûlü! Öncekilerden bir çoğu ise bizden birazı ne?

Bir yıl boyunca ayetin devamı gelmemiş, bir yıl sonra; “Birçoğu önceki ümmetlerden, birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vakıa; 39-40) ayetleri nazil olmuştur. Bunun üzerine Resûlullah (sav);

-Ey Ömer! İşit bak Allahu Teâlâ neyi inzal buyurdu. Dikkat et, Hz. Âdem’den Bana kadar olan birçoğudur. Benim ümmetim de birazıdır. Sudan’daki deve çobanlarından Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun bir tek ve eşsiz olduğuna şehadet edenlerden yardım dileyinceye kadar biz kendi üçte birimizi tamamlamayacağız.” buyurur.

Efendimiz (sav) bir sohbetleri sırasında Münker- Nekir meleklerinin soru sormalarında ve ölünün vereceği cevabı açıkladıklarında Hz. Ömer (ra),

-Ey Allah’ın Resûlü! O sırada aklım başımda olacak mı? diye sorar. Efendimiz (sav); “Evet!” deyince,

-O halde bu işin altından kalkabilirim. Sizi çağırırım ya Rasûlallah!” der. Bunun üzeri-ne “Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tu-tar. Zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim; 27) ayeti kerimesi nazil olur.

“Nefsanî arzulara özellikle kadın-lara, oğullara ve yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran; 14) Ayeti kerimesi nazil olunca Hz. Ömer (ra),

-Şimdi Ey Rab! Onu bize süslü gösterdiğin zaman biz ne yapabiliriz, diye sorar. Bunun üzerine diğer ayeti kerime nazil olur; “De ki, size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, Rableri’nin katında altlarından ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görücüdür.” (Âl-i İmran; 15)

Ömer efendimizin “Ey Rab!” diye sorması ilginçtir. Ayrıca Allah’ın süslediği şeye kulun dayanıksızlılığını vurgulaması ve bizim açımızdan müthiş bir berekete kapı açmış olması da Ümmet-i Muhammed’in Ömer efendimize borcu olarak yazılmıştır.

Cenâbı Hak ile ve O’nun Resûlü (sav) ile bu sıcak teması anlayabilmek, bugünün Peygamber varisi İnsan-ı Kâmil’i bulmadan mümkün olmayacaktır. Çünkü Hazreti Peygamber’in olmadığı yerde, bu anlamda soru-cevap ancak Peygamber varisi ile mümkündür.

Mevlâmız bu yakınlıktan bizi mahrum etmesin. Razı olduğu iman ve salih amellerle bizleri kendine yaklaştırsın. Hidayet ve istikamet üzere O’na kavuşmayı lütfeylesin. Âmin, ve’l-Hamdulillahi Rabbi’l-âlemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

pesin hukumler

Peşin Hükümler ve Düşük Benlik Algısı - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Peşin Hükümler ve Düşük Benlik Algısı

 

İnsanların maddelere, müesseselere, herhangi bir zümreye veya diğer fertlere karşı, müspet yahut menfi hisleri ve fikirleri olabilir. Ferdin soyut veya somut şeylere karşı bu his, fikir ve davranış meyli “tutum” olarak adlandırılmaktadır. Fertler ise çoğu zaman sahip oldukları tutumlarının haklılığını delillendirecek bilgiden mahrumdurlar. Bu şekilde haklılığı ispatlanmamış tutumları ifade etmek içinse önceden karara varma anlamına gelen “peşin hüküm” (önyargı) tabiri kullanılmaktadır. 

Cemiyet hayatı açısından bakıldığında peşin hükümler en çok fertleri sınıflama meyli olarak karşımıza çıkmaktadır. Peşin hükümlü kişiler, çok kısa sürede insanları herhangi bir özelliğine göre sınıflandırır ve aynı sınıfa koyduğu insanların, tamamıyla aynı özelliklere sahip olduğunu iddia ederler. Buna bağlı olarak peşin hükmün nesnesi hakkında “kalıp yargılar” (stereotip) meydana gelir. Mesela basit bir ifadeyle “Çinli” denilince gözümüzün önünde, kısa boylu, çekik gözlü, sarı tenli bir insan hayali belirir. İşte çoğumuzun gözümüzde canlanan bu hayal, Çinlilere dair oluşturduğumuz bir kalıp yargıdır. Kalıp yargılarımız sadece nesnesinin fiziki görünüşüyle de sınırlı değildir. Dış görünüşün yanı sıra “Almanlar disiplinlidir, Japonlar onurlarına düşkündür, Yunanlılar tembeldir...” şeklindeki ifadeler de belirli bir hedefe yöneltilmiş kalıp yargılardır. Burada peşin hüküm ve kalıp yargıları birbirinden ayıran, birincisinin daima menfi bir manada kullanılması, ikincisinin ise menfi olabildiği kadar müspet bir manada da kullanılabilmesidir.

Peşin hükümler, genellikle hedef aldığı kişi veya kitlenin benlik algısını menfi yönde etkileyerek düşük bir benlik algısının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Atılan olumsuz benlik algısının tohumları, çok küçük yaşlardan itibaren filizlenerek kendisini göstermektedir. 1940’ların Amerikasında yapılan bir deneyde, Afrika kökenli Amerikalı çocuklara beyaz yahut siyah ten rengine sahip bir bebekle oynama seçeneği sunulduğunda, beyaz bebekleri daha sevimli ve üstün kabul eden çocukların siyah bebeklerle oynamaya yanaşmadığı gözlemlenmiştir. Bu deney aralarında henüz üç yaşında çocuklarında bulunduğu siyahi Amerikalı çocukların, o günkü içtimai şartların etkisiyle, siyahi olmanın çok iyi bir şey olmadığını düşündüğünü ortaya koymuştur. 

Benzer şekilde peşin hükümlerin yol açtığı düşük benlik değeri, birçok bastırılmış grupta ortaya çıkmaktadır. Mesela cemiyetimizdeki fertlerin büyük çoğunluğunun, yakın zamana kadar, dindar kadın ve erkeklere karşı olan peşin hükümleri öylesine etkili olmuş olacak ki, İslâm’ın bir takım prensipleri çok kolay bir şekilde cemiyet hayatının dışarısına itilmiştir. Müslüman gibi görünüp Müslüman gibi yaşamak inananların gözünde bir dezavantaj haline gelmiştir. Çeşitli baskı gruplarının faaliyetleriyle hareket özgürlükleri kısıtlanmış bir takım dini cemaat, grup, çevre yahut bunlara mensup fertlerde benlik değeri zayıflamış, İslâmî fikir ve yaşayıştan taviz verilerek, kendilerine gösterilen modellere uyma meyilleri artmıştır. Mevzuumuzun daha iyi anlaşılması için yerli yapım sinema filmlerine ve onların cemiyet üzerindeki etkisine bakmak yeterli olacaktır. Yıllardır çevrilen sinema filmlerinin büyük çoğunluğunda, sakallı, sarıklı, cübbeli imamlar, genellikle menfaatçi, paragöz ya da çeşitli yönlerden dünyalıklara karşı zafiyeti olan fertler şeklinde yansıtılmıştır. Yine televizyonlarda esnaf ya da ev sahibi rollerinde karşımıza çıkan hacılar ise sürekli halkı kandırmaya, dolandırmaya çalışan tipler olarak lanse edilmişlerdir. Hatta günümüzü anlatan Hollywood filmlerinde bile Müslümanlar, teknolojiden uzak, ilkel bir hayat yaşayan insanlar olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

Gerek çeşitli kurumların direk olarak müdahalesi gerekse televizyon gibi propaganda unsurlarının dolaylı etkisi sonucu halkın İslâmî değer ve vakalara karşı tutumu menfi şekilde değişmiştir. Halk İslâmî sıfat ve kavramlara peşin hükümlü şekilde yaklaşmış ve herhangi bir sebebi olmadan, bu sıfatları alan yahut fiziki görünüş itibariyle İslâmî şekilde yaşamaya çalışan herkesi aynı kefeye koymuştur. Bu şekilde kara propagandanın ve bilinçli yönlendirmenin etkisiyle oluşan peşin hükümlerin hedefine yerleşmiş İslâmî anlayışa sahip bazı fert ya da gruplarda da düşük benlik algısı ortaya çıkmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz deney sonuçlarına geri döndüğümüzde siyahi çocukların kendilerine benzeyen siyah bebekleri değil de beyaz bebekleri daha sevimli ve üstün görmesi gibi, düşük benlik algısına sahip Müslümanlarda da kendisinden utanma ya da taklit yoluyla üstün gördüğü görünüş ve düşünceyi benimseme meyli ortaya çıkmaktadır. 

Bir takım dini çevrelerde oluşan bu zafiyet, İslâm’a ve İslâm’ı hatırlatan her şeye kökten karşı çıkan çevrelerin ısrarlı çalışmaları sonucu meydana gelmiştir. Cemiyetin kendisine ve dünyaya bakışı öylesine değişmiştir ki, düşük benlik algısı adeta ağızlarda tekerleme haline gelmiştir. Bir yandan imam ve hacıların dolandırıcı yahut gerici, Arapların kaba ve pis olduğuna ilişkin, temelsiz kalıp yargılar zihinlere yerleşirken diğer yandan işportacıların bile dillerinde “yapma değil Avrupa...” şeklinde sloganlar türemeye başlamıştır. Bir yandan İslâmiyet ile alakalı olan her şeyin kötülenip karalanması diğer yandan batının elindeki her şeyin övülmesi sonucu, fertlerin İslâmiyet karşısındaki tutumları değişmiştir. Köklerinin bağlı bulunduğu doğunun, gözünde bu şekilde değersizleştirilmesi ve batının ise süslenerek sunulması sonucu aşağılık kompleksine kapılan fertlerin var güçleriyle batıya sarılmaları kaçınılmaz olmuştur. 

Müslümanlığa ait kavram ve semboller, gereksiz, işe yaramaz yahut zararlı gösterilerek cemiyet hayatı dışına itilmiş ve bu sayede İslâmiyet belleklerden kazınmaya çalışılmıştır. Yapılan düzmece haberlerde, çizilen karikatürlerde İslâmî giyim kuşam, İslâmî düşünce sürekli olarak geri kalmışlığın sebebi, çağdışı ya da modası geçmiş olarak gösterilmiştir. 

Günümüzde hüviyetinden utanan, kendisini gizleme ya da sözüm ona çağın gereksinimlerine uyma zorunluluğu hisseden Müslümanlara, her zaman ve mekânda rastlamak mümkün hale gelmiştir. Oysaki Müslümanlık gerekleri yerine getirildiği takdirde utanılacak bir şey midir? Kendisini Müslüman olarak nitelendirilen bir kişi açısından utanılacak bir hadise varsa o da Hâce Hazretleri’nin (ksa) belirttiği gibi kişinin “... kimliğine layık olamadığı için kendisinden utanmasıdır.” Yıllardır üzerimizde oynan oyunlar neticesinde, belki istemeyerek de olsa geliştirmiş olduğumuz kendimizi aşağı görme, utanma yahut korku duygularından bir an önce sıyrılarak Müslüman kimliğinin gerekliliklerini yerine getirmeye çalışmamız şarttır. 

Çevreden gelen baskı ve menfi etkilerin fikirlere kolayca tesir etmemesi için sağlam bir iradeye sahip olunmalıdır. Korku, kaygı, utanma ya da kendini değersiz hissetmek gibi Müslümanlığa yakışmayan duygulardan ve bunların sebep olduğu bozucu etkilerden kurtulmak ise kendiliğinden gerçekleşecek bir hadise değildir. Her zaman ve mekânda İslâmiyet’in hassasiyetlerini gözeten bir topluk içerisinde bulunmak, şahsi çıkar ve emellerini hiçbir zaman Müslümanlığın önüne geçirmemiş nefeslere yakın olmak, öncelikli yapılması gerekenlerdendir. Allah bizleri İslâm’ı en mukaddes hazine bilerek yaşayan ve dik duruş sergileyenlerden ayırmasın.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

hucurat

Hucurat Sûresi 13. ve 14. Ayeti Kerimeler - Fahri BERK

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Hucurat Suresi 13. ve 14. Ayeti Kerimeler

 

13. Ayeti Kerime 

“Ey insanlar! Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizleri milletlere ve kabilelere ayırdık. Birbirinizle tanışasınız diye. Gerçekten Allah katında en değerliniz en takvalınızdır. Muhakkak Allah Alîm’dir, Habîr’dir.’’

Allahu Teâlâ sûrenin bundan önceki ayetlerinde, mü’minlerin Allah ve Resûlü’ne karşı nasıl davranmaları gerektiğini talim buyurmuştu. Sonra da mü’minlerin birbirlerine karşı vazifelerini talim buyurarak kardeşliklerini pekiştirdi. Kardeşliklerini bozacak şeylerden onları men etti. Bu ayette ise Allahu Teâlâ sadece mü’minlere değil bütün insanlığa hitab ederek şöyle buyurdu;

“Ey insanlar! Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.’’

Yani sizleri Âdem ile Havva’dan veya her birinizi bir anne ile babadan yarattık. Yaratılış itibarı ile ve köken itibarı ile hepiniz birsiniz, eşitsiniz. Kimse kimseye karşı soyuyla sopuyla övünmesin. Irkçılık yapmasın.

“Sizleri milletlere ve kabilelere ayırdık. Birbirinizle tanışasınız diye.’’ 

Nesefî der ki; “Yani O, sizleri milletler ve kabileler halinde düzenledi ki, biri diğerinin nesebini bilsin, atalarından başkasına kendisini nisbet etmesin. Yoksa babalarla, atalarla övünsün diye, neseblerde üstünlük iddaasında bulunasınız diye değil.’’

Alusi de der ki; “Yani Biz sizleri bu şekilde yarattık ki birbirinizi tanıyasınız; akrabalık bağlarına riayet edesiniz; nesebleri ve mirasçılığı açıkça beyan edip ortaya koyasınız diye. Yoksa atalarla, kabilelerle övünesiniz diye değil.’’

Allahu Teâlâ köken olarak, neseb olarak bütün insanların kendi katında eşit olduğunu, bu açıdan kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını beyan ettikten sonra, kendi katında insanların ne ile üstünlük sağlayabileceğini, neyle şeref ve değere sahip olabileceğini beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır; 

“Gerçekten Allah katında en değerliniz en takvalınızdır.’’ 

Yani Allahu Teâlâ sizleri neseblerinize göre değil takvanıza göre değerlendirecektir. Takva ise; Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak haramlardan, mekruhlardan, şüphelilerden şiddetle sakınarak ve mübahlara da fazla dalmayarak gerçekleşir. Ayette takvadan daha ileri olan “etkâ’’ kelimesi kullanılmıştır ki takvada çok ileri olmak manasına gelir.

Resûli Ekrem’e (sav); “İnsanların en kıymetlisi kimdir?” diye soruldu. O da; “Allah katında insanların en değerlisi onların en takva olanlarıdır.’’ diye buyurdu. (Buhârî)

Resûli Ekrem buyurdu ki; “Muhakkak ki Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, İbn Mace)

Ebû Zerr (ra) dedi ki; Hz. Peygamber bana şöyle dedi; ’’Dikkat et, sen kırmızı deriliden, siyah deriliden -Allah’tan duyduğun takva ile üstün olma halin müstesna- daha hayırlı olamazsın.’’ (İmam Ahmed)

 

Yine Resûlullah (sav) buyurdu ki; 

“Sizin bu nesepleriniz kimseye karşı bir hakaret sebebi olamaz. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız ve hepiniz bir kabı şöyle böyle dolduranlarsınız. Kimsenin kimseye -din ve takva ile olması müstesna- bir üstünlüğü yoktur. Kötülük olarak da bir kişiye çirkin sözlü, cimri ve ahlâksız olması yeter.’’ (İmam Ahmed)

“Muhakkak ki Allah kalplerin değerini ve takvasını çok iyi bilen Alîm’dir. Ahvalinizin iç yüzünden haberdar olan Habîr’dir.’’

14. Ayeti Kerime

“Bedevîler iman ettik dediler. De ki; Siz iman etmediniz; ama Müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Şayet Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah Gafûrdur, Rahîm’dir.’’

Rivayete göre Medine civarında yaşayan Beni Esed kabilesi bir kıtlık yılında Medine’ye gelmişler, kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuşlardı. Peygamber Efendimize de; “Bizler filan filan kimseler gibi seninle savaşmadık. Ve kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduk.” diyorlar. Sadaka ve ganimetten pay gözetiyorlar.

“Bedevîler iman ettik dediler.’’ Allahu Teâlâ onların bu iddaalarını reddederek buyurdu ki; “De ki; “Siz iman etmediniz.” yani henüz hakiki iman manasına erişmediniz. Çünkü iman yalnızca dil ile ikrardan ibaret değildir. Kalbin de tasdiki gerekir. Bu ise henüz sizde oluşmadı. 

Ama “Müslüman olduk.’’ deyin. Yani kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a girdik ve mü’minlere karşı savaşmak durumundan çıktık, barışa ulaştık deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.

İbn Kesir der ki; “Yani sizler henüz imanın hakikatine ulaşamadınız.” Bu da ayeti kerimede sözü geçen Bedevî Arapların münafık olmadıklarını, onların sadece kalplerinde imanın sağlamca yer etmemiş Müslümanlar olduklarını, bununla birlikte,bulundukları noktadan daha üstün bir makamda olduklarını iddaa ettiklerini ve bu bakımdan onlara edebin sınırlarının öğretildiğini göstermektedir.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Şayet Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez.” Yani zahiren şehadet ile ikrar verdiğiniz gibi kalben de ihlâs ile imana terakki edip, mü’mini kâmil ve müslimi sadık olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Resûlü’nün emirlerini seve seve icra ederseniz, Allah size amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez. Çünkü Allah Gafûr’dur itaat edenlerin kusurunu mağfiret eyler. Rahîm’dir rahmetinden fadlı ile ecir verir.

Kaynakça:

Elmalılı Tefsiri

El Esas Fi’t Tefsir

Beydavi Tefsiri

 

Yazar: Fahri BERK

 

Salı, 01 Temmuz 2014 21:16

AFGANİSTAN DOSYASI - 2

afganistan dosyasi

Afganistan Dosyası - 2 - İrfan AYDIN

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Afganistan Dosyası - 2

 

Şehirleri: Kabil, Kandehar, Herat, Celalabad, Mezar-ı Şerif, Gazne, Baghlan’dır. Pul-i Humri ise önemli endüstri merkezidir.

Köy ve göçebe hayatı: Köy ve aşiret gruplarına dayalı toplumlarda ailenin bütünlüğü ve bölünmezliği temel kuraldır. Aile, en yaşlı ve otorite kişi tarafından idare edilir. Köylerde aile tek katlı kerpiç ve etrafı duvarla çevrili ev veya küme evlerde oturur.

Şehir hayatı: Şehir ve kasabalarda yaşayanların hayatı, çiftçi ve göçebelerden çok modern ve oldukça teşkilatlıdır. Kadınlar, “Perdah” denilen peçe ve “Şadri” denilen çarşaf giyerler. Perdah 1959’da serbest bırakıldı ve kadınlar devlet dairelerine işe alınmaya başlandı.

Eğitim: 1946 yılında kanunla kurulan Kabil Üniversitesi; tıp, hukuk, siyasal bilimler, mühendislik, vb. gibi bir çok fakültelerden meydana gelir. 1963 yılında Celalabad’da, Nangehar Üniversitesi kuruldu. Ayrıca bir çok öğrenci de yurt dışında çeşitli ülkelerde yükseköğrenim görmektedir. Erkeklerin % 10’u iyi eğitim görmüştür. Kadınlarda bu oran daha düşüktür.

Bu durumu düzeltmek ve daha iyiye götürmek için gerekli tedbirler alınmaktadır.

Ülkede altı yıl süreli ilkokullara devam etme, 1955’den sonra 1960’lı yıllarda önemli ölçüde artmıştır. Okuma-yazma oranı düşüktür. Eğitim, her düzeyde parasızdır ve ilköğretim mecburidir. Sanat ve edebiyatta İslâm dininin etkisi çok büyüktür. Edebi lisan olarak Farisî kullanılır.

Ekonomi: Hızlı endüstrileşme hamlelerine rağmen, Afganistan önemli bir tarım memleketi olarak kalmıştır. İş gücünün % 85’i tarımla uğraşır. Tarım alanları küçük gruplar halinde olup, toprak ilkel metodlarla işlenir. Afganistan’da coğrafi engellerin yanında toplumsal hayatın da büyük sorunları vardır. Okuma yazma oranı yüzde 10 civarında olan Afganistan fert başına düşen gelir bakımından da dünyanın en yoksul ülkeleri arasındadır.

1956 yılında çıkan kanuna göre 5 yıllık kalkınma programlarıyla ekonominin modernleştirilmesine başlanmıştır. Plandaki ana konu; zirai teknoloji ve sulama imkanlarının geliştirilmesidir.

Buğday, mısır, pirinç, fasülye, bezelye, çavdar, darı, yonca, patates, soğan, lahana, patlıcan, kabak, kiraz, elma, erik, üzüm, zeytin, portakal, limon, muz, pamuk, şeker pancarı ve tütün başlıca tarım ürünleridir.

Hayvancılık: Koyun, keçi, deve, at ve eşek beslenen önemli hayvanlardandır. Dört çeşit koyun türü vardır. Bunlardan Gilzai cinsi yünü için, Türki cinsi et-yün-süt için, Arabi cinsi halı yünü için, Karakul cinsi derisi için beslenir.

Sanayi: Evlerde yapılan el işlerinden başka, Afganistan sanayi bakımından yeni gelişen bir ülkedir. Yalnız kumaş, çimento ve şeker fabrikaları önem arzeder. Toplam yıllık kumaş üretimi kapasitesi 1,5 milyon metredir. Çimento üretimi yıllık 15.000 tondur. Evlerde dokunan halı ve ipek böceği vasıtalarıyla üretilen ipek ipliği önemli bir yer tutar.

Su Gücü ve Sulama: 1930’dan itibaren hükumet, eski baraj ve su kanallarının imarı için önemli teşebbüslerde bulundu. Dışarıdan yabancı mühendisler getirerek kurulacak fabrikalar ve Kabil’in elektrik ihtiyacı için modern barajlar inşa ettirdi. Bu barajlardan Jabal-u’s-Siraj 2400 kw, Pul-i Humri 9000 kw, Çakivardak 4000 kw’lık enerji üretmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sulama gayesiyle Amerikan mühendislerine yaptırılan Angandab Barajı 63.133, Kojaka Barajı 72.846 hektarlık bir alanı sulamaktadır. Bu barajlardan önemli ölçüde elektrik enerjisi de elde edilmektedir. Ayrıca Kabil Nehri üzerinde kurulan Naplu, Sarabi ve Dorun isimlerinde üç baraj vardır.

Ulaşım ve Taşımacılık: Demiryollarının toplam uzunluğu 24.6 km, karayolları 42150 km (bunun 12,350 km’si asfalt, geri kalanı yani 29,800 km’si stabilize yoldur), su yolları 1,200 km’dir. Ülkede boru hatlarının toplam uzunluğu 466 km’dir. 51 adet havaalanı bulunan Afganistan’ın en büyük havalalanı Kabil Havaalanı’dır. 11 adet helikopter alanı mevcuttur.

Eğitim: Gardez şehri yakınında bulunan Bamozai ilköğretim okulunun kız sınıfında oturan kız çocukları. Okulun binası yoktur ve dersler açıkhavada bostanın gölgesinde yapılmaktadır. (Paktiya Vilayeti, Afganistan, 2007)

Afganistan eğitim sistemi 6+3+3 şeklinde bir kademelendirme üzerinde şekillenmiştir. Buna ilişkin olarak okul öncesi eğitim ile başlayan süreç (0-3 yaş ve 4-6 yaş iki aşamalıdır), 6 yıllık bir genel öğretim sistemi ile devam etmektedir. Bu aynı zamanda genel okur yazarlık kursları ile de desteklenmektedir. 6. sınıf sonrasında ise ikili bir ayrım ile din eğitimi ağırlıklı ortaokullar ve genel eğitim müfredatını benimsemiş ortaokullarda eğitim verilmektedir. 

Son aşama olan liseler ise 3 farklı bölümden oluşmaktadır. Bu noktada bir anlamda branş eğitimi almakta olan öğrenciler öğretmenlik liselerinde, teknik meslek liselerinde ve sosyal-fen bilimleri ağırlıklı liselerde öğrenim görebilmektedirler. Bundan sonra ise branşlarına ilişkin yüksek öğrenim kurumlarına devam etmektedirler.

Afganistan’da eğitim alanında kadın ve erkek arasında herhangi bir ayrım yapılmamıştır. Her Afgan vatandaşı eğitim hakkından yararlanmada eşit haklara sahiptir. Her 7 yaşına gelen her çocuk devlet okullarından parasız yararlanma hakkına sahiptir. Afganistan Anayasası 43. maddesine göre, devlet okulları parasızdır ve ilköğretim zorunludur. Ancak Afaganistan’ın uzun yıllar süren işgallere maruz kalması ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik açmazlar eğitim sistemini de olumsuz etkilemiştir. 

Ülkede 2005 yılı verilerine göre 5 milyona yakın çocuk okullarda eğitim görmüştür. Ancak okullaşma oranındaki düşüklük, öğretmen ve kırtasiye yetersizliği gibi nedenlerden ötürü istenilen verim alınamamaktadır. Buna rağmen 2003 yılında 8.500 çadırda, 25.000 civarında öğrenci, bu çadırlarda verilen eğitim hizmetinden yararlanmıştır.

Türkiye-Afganistan Siyasi İlişkileri: 

Afganistan’la ilişkilerimiz çok uzun yıllara dayanmakta olup, bu ülkeyle çok güçlü tarihi ve kültürel bağlarımız vardır. Bir örnek olarak, Mevlâna Celaleddin Rumi (ks), Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş ve daha sonra ailesiyle Anadolu’ya göç etmiştir.

Afganistan’ın bağımsız bir ülke olarak uluslararası platforma çıkması kurtuluş savaşının sürdüğü yıllara rastlamış ve bu durum iki ülkeyi daha da yakınlaştırmıştır. Afganistan daha kurtuluş savaşı sırasında bizi tanıyan ikinci devlet olmuştur. Afgan halkının kurtuluş mücadelemize verdiği destek halen hatırlanmaktadır. Aynı şekilde, o yıllarda Afganistan’ın modernizasyonu için ülkemiz de, elinden gelen katkıyı sağlamıştır. 

1930’lu yıllarda Türkiye, Nadir Şah’ın isteği üzerine özellikle tıp, hukuk ve siyasal bilimler alanında Afganistan’a eğitmen göndermiş ve bu ülkenin gelişmesine katkıda bulunmak için çaba harcamıştır. Kabil’de Mülkiye Mektebi, Güzel Sanatlar Akademisi ve Konservatuar gibi kurumların oluşturulmasına ülkemiz tarafından katkıda bulunulmuştur. Tabi o yıllarda Afganistan’ın Türkiye’ye özenerek yaptığı reformlar müslüman Afgan halkı tarafından tepki ile karşılanmıştır. Çıkan ayaklanmalar neticesinde Nadir Şah devrilerk yerine Zâhir Şah geçmiştir.

Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı dış yardım programı halihazırda Afganistan’da uygulanmaktadır. Ülkemiz, Vardak ve Cevizcan İl İmar Ekiplerimiz ile başta TİKA olmak üzere sivil ve askeri uzmanları vasıtasıyla Afganistan’ın kalkınmasına aktif destek sağlamaktadır. Yeniden imar, Afgan ordusu ile polisinin eğitimi dâhil kapasite oluşumu, sağlık ve tarımsal kalkınma öncelikle eğildiğimiz alanlardır. 

Afganistan’a Yönelik Yardımlarımızdan Bazıları Şunlardır: 

-Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanan Afganistan’da yaş meyve ve sebzenin pazar ömrünü uzatmaya olanak sağlayan, ilk iki soğuk hava deposu ülkemiz tarafından Vardak Vilayeti’nde inşa edilmiştir. Böylece anılan vilayette bir yandan Afgan üreticilerin gelir düzeyi artırılırken, diğer yandan Afgan vatandaşlarının taze sebze ve meyveyi daha uzun süre ve ucuza tüketmesi sağlanmıştır.

-Afganistan’a eğitim alanında da önemli katkılar sağlanmaktadır. Bir yandan Afganistan’da ülkemiz tarafından okul inşa edilirken, diğer yandan Afgan öğrencilere ülkemizde üniversite eğitimi görmelerini teminen burslar verilmektedir. 

Milli Eğitim Bakanlığımız’a bağlı olarak faaliyet gösteren ve Afganistan’ın kuzeyindeki Cevizcan Vilayeti’nde bulunan Akça Kız Lisesi eğitim alanında bu ülkeye yönelik bir başka önemli katkımızı teşkil etmektedir. 

-Sağlık alanında, Afganistan’da inşa edilen klinik ve hastanelere ilaveten, Afgan hastaların belirli kontenjanlar dahilinde ülkemizde tedavisi gerçekleştirilmektedir. Ayrıca, Kabil’de Eğitim ve Araştırma Hastanesi düzeyinde bir tesis inşası ve işletilmesine yönelik proje çalışmaları sürmektedir. Bu hususlara ilaveten, çeşitli alanlarda Afgan uzmanlara yönelik olarak kısa dönemli eğitim olanakları sağlanmaktadır.

Ayrıca her yıl Türkiye-Afganistan-Pakistan arasında Cumhurbaşkanları düze-yinde üçlü zirve İstanbul’da toplanmaktadır. Sadece bu toplantının Türkiye’nin ev sahip-liğinde yapılması bile bölgedeki gücümüzü göstermektedir.

Sonuç: Tarihte uzun yıllar Türk-İslâm hanedanlarının yönetiminde olan ve içinden yüzlerce evliya çıkarmış Horasan bölgesinin bir kısmında yer alan Afganistan, bizim için uzak bir coğrafya olmaktan çok ötelerde mana ifade eder. Biz Afganistan halkını bıraksak da onlar bizi bırakmazlar. 

Jeopolitik öneminden dolayı yaklaşık yüz elli yıldır istikrarsız bırakılmış bir ülkedir Afganistan. Zaten Müslüman ülkeler ya yer altı zenginliklerinden ya da bulundukları geçiş yollarından dolayı hiç bir zaman kendi başlarına bırakılmamışlardır. Yüz elli yıldır İslâm dünyası fakirlikle, terörle, işgallerle çalkalanıp durmaktadır.

Afganistan, dikkat edilirse, doğalgaz yataklarının bulunduğu Orta Asya’ya komşudur. Zaten Amerika’nın amacı zengin doğalgaz yataklarına sahip Türkmenistan’ın gazını, Pakistan üzerinden Hint Okyanusu’na indirmekti. Afganistan yine Çin tarafından işgal altında bulunan doğalgaz yataklarına sahip Doğu Türkistan’a komşudur. Yine Afganistan İran’a komşudur. Ayrıca Afganistan İslâmî yönelimi büyük olan Tacikistan’a da komşudur. İçindeki Özbek nüfustan dolayı Özbekistan üzerinde büyük tesiri vardır. Afganistan geçmişte Babür Şah’ın Hindistan’ı işgalinde kullandığı geçitti. Kuzey güney koridoru Afganistan olmadan aşılamaz. Kısacası Afganistan’a sahip olan Orta Asya üzerinde söz sahibi olur. Bundan dolayı başta İngilizler olmak üzere dünya egemen güçleri tarafından hiç bir zaman kendi başına bırakılmamıştır. 

Son yıllarda Türkiye’nin bölgede artan önemi sayesinde Afganistan ile ilişklerimiz daha bir önem kazanmıştır. Her yerde olduğu gibi Türkiye’nin güçlenmesi, Müslümanları gerçek bağımsızlıklarına bir adım daha yaklaştırmıştır. Afganistan ve İslâm dünyasının en önemli iki sorunu cehalet ve taasubtur. 

Eğer cehaleti ve taassubu yenebilirsek gerisi kolaydır. Önümüzde uzun ve meşakkatli bir yol olduğunu unutmadan maddî mânevî gayretlere devem etmeliyiz. Yardım âlemlerin Rabbi Allah’tandır.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort