JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 06 Temmuz 2016 19:06

CUMA VE BİZ

cuma ve biz

Cuma ve Biz - Andelib

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Cuma ve Biz

 

Dünyada birbirine benzeyen birçok varlık ve eşya vardır. Bir şeyi diğerlerinden ayıran, onlardan önemli kılan taşıdığı manadadır. Bu manayı o varlığa Allah (cc) yüklemişse, onun değeri kat kat artar.

İnsan “eşrefi mahluk” olarak yaratılmış. İnsanların içinde Peygamber Efendimiz’in (sav) konumu çok farklıdır. Hz. Muhammed, bir insandır ama sıradan bir insan değildir. Taşların arasında bir kıymetli, bir değerli taş olarak yakut parçası nasıl farklıysa; Efendimiz de işte öylesine farklıdır. O, alemlere rahmettir. O, Habibullah’tır.

Yeryüzünde birçok şehir varken, Yüce Mevla’mız Mekke’yi seçmiştir. Kabe en kutsal mekandır. Orası Cenabı Hakk’ın evidir: Beytullah’tır.

Aylardan Ramazan seçilmiştir. On bir ayın sultanı Ramazan ayı; müminler için rahmet/mağfiret ayıdır. Ümmetin kurtuluş kapısıdır. Nefsten uzaklaşıp Yüce Mevlamıza yöneldiğimiz aydır.

Günlerden ise Cuma seçilmiş.

Peygamber Efendimiz (sav), “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, Cuma günüdür.” buyuruyor.

Yahudiler kendi bayramlarıyla müslümanlara karşı övünürken, mahzun müslümanları bir bayram müjdesi sarar. Cuma, müminlerin bayramı olmuştur artık. Bayramlar; neşe, sevinç ve sürur vakitleridir.

Cuma Bayramı, maalesef ülkemizde Ramazan ve Kurban Bayramı gibi düşünülmez. Hatta çoğu müslüman cumanın bayram olduğunu bile unutmuştur.

Son zamanlarda ülkemizde, resmi kurumlarda cuma günleri öğle arası tatilin cuma namazına göre ayarlanmasını güzel bir gelişme olarak görüyoruz. Ama bunu yeterli bulmuyoruz. Cuma gününün tamamen tatil olması cuma bayramının ruhuna daha uygundur.

Cuma; cem olma, toplanma ve bir araya gelme anlamında. Müslümanların her hafta toplandıkları gündür. Bir araya gelme, yan yana saf olup namaz kılma bir şuur oluşturmalıdır bizde. Bu birliktelikler kuru kalabalık olmamalı bizim için. İnanmış milyonlarca müslüman aynı namazda bir olmuş, cemaat olmuş. Aynı anda kıyamda, aynı anda rüku ve secdede, aynı anda duada… Ne müthiş bir manzara Ya Rabbi!

Çanakkale Savaşı’nın yıldönümünü geçtiğimiz şu günlerde bir fotoğraf karesi hep etkilemiştir beni. Binlerce asker namazdadır. Hep birlikte cemaatle namaz kılıyorlar. Bu askerler biraz sonra savaşacaklar. Cemaatle kılınan o namazın askerlerimizde oluşturacağı maneviyatı, gücü düşünün. O kalpler, bu imanla çelikten daha sağlam olur.

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 9) buyuruyor Rabbimiz. Bir cuma bayramında, dünyayı arkalarında bırakarak Allah’ın (cc) zikrine koşuyor milyonlarca müslüman…

Ya Rabbi! Ümmet olma şuurunu bizlere nasib eyle. Kaybettiğimiz, unuttuğumuz değerleri yeniden ihya edelim. Cuma, bayram olunca ashabı kiram çok sevinmişti. Birbirlerine sarılıyor, birbirlerini kutluyorlardı. Ya Rabbi, sevincimizi de ashabı kiramın sevincine benzet.

Müslümanın şuuru, idraki bozulunca yaşantısı da bozuldu. İmanı, idraki virüs kapmış müslümanların kendini formatlayıp fabrika ayarlarına (fıtratlarına) dönmesi gerekiyor. Müslümanı müslüman yapan değerler, İslam’ın içinde mündemiçtir.

Hoca’nın biri bir köye gider. Köpekler havlayıp üzerine gelince yerden bir taş alıp onları korkutmak ister. Taş yere yapışıp donduğu için taşı alıp atamaz. O zaman der ki, “Bu köyde taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar.”

Bugün yakındığımız şeylerin başında şuurlu, takvalı müslümanların azlığı gelir. Bizler şuurlu, takvalı, ahlaklı müslümanları nasıl yetiştireceğiz? İslam’ın elini kolunu bağlamışlar. Nefsler, şeytanlar cirit atar olmuştur.

Müslümanları yetiştirecek eğitim kurumu yok. Gönlünü temizleyecek irşad kurumları az. İnsan ilk başta aileden eğitim alır. Günümüzde aile kurumu da bozulmuş. Peki, Müslüman nerede ve nasıl yetişecek? Ülke olarak kurtuluş, hürriyet mücadelesi verdiğimiz bu günlerde insanın/müslümanın kurtuluşu, hürriyeti için de bir şeyler yapılmalı.

Çöplükte gül yetiştiremezsiniz, yetiştirseniz de o gülden istifade edemezsiniz. Ne görüntüsü ne de kokusu gülün tadını verir.

Müslümanların yetişmesi, gelişmesi için cuma önemli değerlerimizdendir. Cuma buluşmanın, kaynaşmanın günü. Bir araya gelip dertleşmenin, hasbihal etmenin günüdür. Bu günde kaynaşarak ümmet olmanın, kardeş olmanın tadını yaşarız.

Cuma, dini ve hayatı birleştiren bir gün. Cuma müslümanların toplumsal ibadetlerindendir. İslam, fertleri irşad ettiği gibi toplumları da irşad eder. Cumaya sadece namaz olarak baktığımızda, cumayı eksik idrak etmiş oluruz. Yeryüzü bize mescid kılınmış. Namazı temiz olan her yerde kılabiliriz.

Cuma, gönüllerimize köprü olsun ki, birbirimize yol alalım… Cuma kördüğüm olmuş bir ip olsun ki, birbirimizi bırakmayalım… Cuma bizlere nur olsun ki, karanlıkları dağıtalım…

“Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salatu selam getiriniz. Zira sizin salatu selamlarınız bana sunulur.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav).

Ya Rabbi, cumamızı bizlere mübarek eyle… Cumayı en güzel şekilde değerlendirip şuurlanmayı bizlere nasib eyle. Cumayı ümmetin birliği, kurtuluşu için bizlere fırsat kıl Ya Rabbi!

Cumayı, ümmeti Muhammed’e bayram eyle… Amin…

 

Yazar: Andelib

 

karsılıklı oturan

...Onlar (Cennette) Sedirlerde Karşılıklı Oturan Kardeşlerdir... - Sâlik-i İrfân

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

...Onlar (Cennette) Sedirlerde Karşılıklı Oturan Kardeşlerdir...

 

Alemleri var eden el-Hallak, çekip çeviren el-Melik, bütün mahlûkatı rızıklandıran er-Rezzak, insanı seven-tercih eden elVedud… ve daha nice muhteşem sıfatlarla muttasıf olan güzel Allahımız’a hamd olsun, şükürler olsun. Sen kendini bildiğin gibisin, biz Seni hakkıyla bilemeyiz ya Rabbi! Sen kendini övdüğün gibisin, biz Seni hakkıyla övemeyiz ya Rabbi! Hamd olsun ki Sen bizim Allahımızsın ya Rabbi!

Övmeye yetiremeyeceğimiz Rabbimizi en iyi bilen, tanıyan, en güzel övgüyü-kulluğu yaşayan Sahibimiz, Efendimiz, Eşrefi Mahlukat, Ekmelüt Tahiyyat, Hak Nebi Ahmed-i Mahmud Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine de salat, selam, ihtiram olsun. O’nu övmeye de ömrümüz yetmez; çünkü O’nu alemlerin Rabbi övmüş, örnek göstermiş. O’nun onayından geçmeyen bir imanı-ahlakı Mevla kabul etmemiş.

“Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyuran ashabın sevgilisi, ümmetin sahibi Efendimiz (sav) de Ebu Bekir Sıddık, Ömer’ül-Faruk, Osman Zinnureyn ve Aliyyül Mürteza (ra) başta olmak üzere Hz. Selman ibnü’l İslam, Hz. Muaz bin Cebel, Hz. Mikdat bin Esved gibi binler, yüz binlerle ifade edilecek güzel güzel güzel insanlar yetiştirmiş. Ne kadar şükretsek azdır.

İşte bizler, Hâcegân cemaati olarak, ashabı kiramı sevmeyi, anlamayı, karınca kararınca onların izini takip etmeyi imanımız biliyoruz. Aradan geçen onca zamana rağmen Varis-i Nebi, neseb-i Ali büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin bugüne aktarımlarıyla beslenerek o yüce kervanın izinden yürümeye çalışıyoruz. İddia sahibi değiliz ideal sahibiyiz. Cenabı Mevlamız ömrümüzü hayırla tamamlamayı nasip etsin. Yine Cenabı Mevlamız; büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin milletimiz için, ümmetimiz için arzu ettiği-hedeflediği sıhhati, selameti, necatı kolaylaştırsın inşaallah. Milletimize-ümmetimize çıkış lütfetsin. İçinde bulunduğumuz kurtuluş mücadelesinde bizlere zafer lütfeylesin. Dün Çanakkale’de nasıl ki İngiliz-Fransız-İtalyan-Anzak… küfür ordularına karşı iman cephesi açılarak savaş verilmişse bugün de o birlik ruhuyla hareket edebilmeyi lütfeylesin. Bütün ashabı kiramın, ulema-suleha-evliyanın nispeti, himmeti üzerimize olsun, inşallah.

Evet ashabı kiramdan… o güzide insanlardan Hz. Ali (kv) efendimizden paylaşımlarda bulunuyorduk. Özellikle Ali efendimizin ilmine, sabrına, firasetine, cesaretine, metanetine bugünlerde çok ihtiyacımız var. Elhamdulillah Ali efendimizin himmeti üzerimizdedir, bunu da yakînen hissediyoruz. Bu yazımızda da onun hayatından kimi kesitleri aktarmaya çalışacağız. Cenabı Mevlamız bizleri onun sevgisinden, izinden ayırmasın:

Bir gün Hz. Ali (ra) Medine dışına çıktığında gördü ki, bir Arap kuyudan su çekip davarına su verir. Ali efendimiz adama: “Ey filan, sana ücret ile su çekeyim mi?” O da: “İyi olur.” dedi. Her kovaya bir avuç hurma ücret ile pazarlık ettiler. Hz. Ali (ra) su çekmeye başladı. Yeteri kadar çekip son kovayı çektiğinde, Allahu Teala’nın hikmeti, kovanın ipi kopup kova kuyuya düştü. Arap, Ali efendimizin mübarek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip hesabınca hurma verdi. Ali efendimiz mübarek elini o derin kuyuya uzatıp kovayı çıkardı. Adamın eline kovayı verip oradan ayrıldı. Hz. Fatıma’nın (r.anha) yanına varıp hurmaları önüne koydu. Hurmayı yerken Hz. Fatıma annemiz Ali efendimizin yüzündeki tokat eserini gördü. Dedi ki: “Ey Ali yüzünde bir iz var, bu nedir?” Ali efendimiz gizleyip: “Bir şey yok.” dedi. Diğer taraftan Ali efendimizin kuyudan kovayı çıkarıp eline vermesine adam hayret etmişti. Düşündü ki: “Eğer bu kişinin dini ki, Muhammed dinidir, hak din olmasa idi bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı?” Kendi kendine, bir el ki böyle küstahlık etmiş olsun, o el bana lazım değildir, deyip Hz. Ali’ye vuran elini kesti. Hz. Ali efendimize götürmek üzere yola koyuldu ve kapısına geldi. Efendimiz (sav) de o sırada evdeydi. Hz. Ali efendimiz kapıyı açıp adamı görünce geri içeri girdi dedi ki: “Ya Rasulallah! Kapıda bir Arap var, elinde diğer kesik eli var. Kanı akar, ağlar Sizi görmek ister.” Rasulullah tebessüm edip buyurdu ki: “Ya Ali! O Arap edepsizlik eden Araptır, söyle içeri gelsin.” Arap içeri girince Peygamber Efendimiz adamın o halini görüp üzüldü. Ona buyurdu: “Niçin böyle hata işledin?” Arap ağlayarak küstahlığının özrünü dileyerek imana geldi. Rasulullah kesik eli yerine koyup mübarek ağzının suyunu sürerek dua etti. Allah’ın kudreti ile Arabın eli sapasağlam oldu. (Mealim-üt Tenzil, İmam Begavi, İnsan Suresi 8.ayet tefsirinde naklen)

Hz. Fatıma’dan (r.anha) rivayet olunur ki: Rasulullah Hz. Ali’ye buyurdu ki:

“Ya Ali, Allah’ı sever misin?”

Evet ya Rasulallah.

“Beni sever misin?”

Evet ya Rasulallah.

“Fatıma’yı sever misin?”

Evet ya Rasulallah.

“Hasan ve Hüseyin’i sever misin?”

Evet ya Rasulallah.

Daha sonra Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Ya Ali! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın?” Hz. Ali (kv), Rasulullah hazretlerinin mu’ciz sualine cevap veremediğini beyan etti. Eve gittiğinde bu durumu aktarınca Hz. Fatıma (r.anh) buyurdular ki: “Bunda üzülecek ne vardır? Allah’ı sevmek imandan ve akıldandır. Peygamber’i sevmek imandandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasan ve Hüseyin’i sevmen tabiatındandır.” dedi. Ali efendimiz daha sonra Peygamber Efendimizin huzuruna gelip bu cevabı verdi. Rasulullah buyurdular: “Bu yemiş, nübüvvet ağacının yemişidir.” (Yani ya Ali, bu cevap senin değil Fatıma’nın cevabıdır.) (Menakıb-ı Cihar Yar-i Güzin, Menkıbe-i Fatıma-t’üz Zehra s.288)

Enes’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah hazretlerinin yanında bir pişmiş kuş vardı. Buyurdular ki: “Allah’ım, Bana yarattıklarından en çok sevdiğini gönder!” biraz sonra Ali efendimiz geldi ve beraberce yediler.

Cabir bin Abdullah Rasulullah Efendimiz’den rivayet etmiştir. Buyurdular ki: “Beni miraca ilettikleri gece, göklerde hicaplardan geçtim. Hicaplar arasında bir nida edici nida etti ki: “Ya Muhammed! Senin baban İbrahim ne güzel babadır. Ali bin Ebi Talib ne güzel kardeştir. Ona hayır ile vasiyet eyle.” Hasan el Basri, Enes bin Malik’ten rivayet eder. Rasulullah buyurdular ki: “Üç kimse vardır ki cennet onlara müştaktır: Ali bin Ebi Talip, Ammar bin Yasir, Selman-ı Farisî.”

Aişe annemiz (r.anha) buyurdular ki: “Ya Rasulallah! Senden sonra halkın hayırlısı kimdir?” dedim. Buyurdular ki: “Ebu Bekir Sıddık’tır.” Ondan sonra? “Ömer’dir.” Ondan sonra? “Osman’dır.” buyurdular. Fatıma’tüz-Zehra dedi ki: “Ya Rasulallah! Ali hakkında hiçbir şey söylemediniz?” Buyurdular ki: “Canım kızım! Ali benim nefsim demektir. Hiç kimse gördün mü ki kendini beğensin ya da kendi hakkında bir şey söylesin!” (Menakıb-ı Cihar Yar-i Güzin, s.312)

Sultan-ül Eshiya (Cömertler Sultanı) olan Hz. Ali’nin bir gün dört dirhemi varmış. Bunun bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz; bir dirhemini gizlice, bir dirhemini de açıkça  infakta bulunmuş. Rasül-i Ekrem: “Ya Ali! Seni bu infaka ne sevk etti?” diye sormuş. O da: “Rabbimin vaad ettiğine lâyık olmak için infak ettim.” demiş. Peygamber Efendimiz de: “O senin içindir.” buyurmuş. Bunun üzerine şu âyeti kerime nazil olmuştur: “Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâre olarak infak ederler, artık onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Ve onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara 274)

Hz. Fatıma iştahsızdır. (İhtimal ki hamilelik günleri) Hazreti Ali: “Ya Fatıma! Gönlün ne istiyor?” diye sorar. Hazreti Fatıma annemiz: “Ya Ali, nar istiyorum.” buyurur. Hazreti Ali efendimizin yanında hiç para yoktur. Biraz borç para alır ve onunla bir nar satın alır. Eve giderken yol kenarına bırakılmış bir ihtiyar hasta gördü. Hazreti Ali efendimiz o ihtiyara yaklaşıp: “Gönlün ne istiyor?”  der. O da: “Ya Ali! İnsanlar geçip giderler. Kimse bana iltifat etmez. Benim canım nar istiyor.” der. Hazreti Ali efendimiz düşünür. “Eğer bu elimdeki narı bu ihtiyara verirsem, Fatıma narsız kalacak. Eğer buna vermezsem Cenabı Hakk’ın “Ve dilenciye gelince (onu) azarlama.”(Duha 10) ayeti celilesine ve Rasulullah Efendimiz’in emirlerine muhalefet etmiş olurum.” diye düşündü ve narı ihtiyara verdi. İhtiyar şifa bulur. Hazreti Fatıma validemiz de evde şifa bulur. Hazreti Ali efendimiz Fatıma annemizden haya ederek hanei saadetine gelir. Hazreti Fatıma, Hazreti Ali efendimizi görünce onu ayakta karşılar. Narın hadisesini öğrenince: “Ya Ali! Sen üzülme. Allahu Teala’nın izzet ve celaline yemin ederim ki sen o ihtiyara o narı verdiğinde gönlümde nara karşı olan iştah gitti.” der. Hazreti Ali onun bu sözleri ile ferahlar. O anda evin kapısı çalınır. Hazreti Ali efendimiz: “Kimsin?” deyince: “Aç kapıyı ben Selman-ı Farisî’yim.” diye ses gelir. Hz. Ali kalkıp kapıyı açar ve Selman içeri girer. Elinde üzeri mendille örtülü bir tabak vardır. O tabağı Hz. Ali’nin önüne koyar. Hz. Ali efendimiz: “Bunu kim gönderdi?” der. Hz. Selman: “Bunu Allah Teala Hazretleri Rasulullah’a gönderdi. Nebi aleyhisselam da zatı şerifinize gönderdi.” buyurur. Hz. Ali efendimiz tabağın örtüsünü açar. Bakar ki tabakta dokuz tane nar var. İmam Ali buyururlar ki: “Yâ Selman! Bu getirdiğin bana olsa 10 tane olurdu. Çünkü Hak Teala: “Kim bir iyilik ile gelirse onun için on misli vardır.” buyuruyor. Bu ise ona uymuyor.” buyurur. Selman tebessüm ederek sakladığı bir narı da çıkarıp tabağa koyar ve: “Yâ Ali! Allah’a yemin ederim ki bu narlar 10 tane idi. Fakat ben seni tecrübe için bir tanesini saklamıştım.” der. (Mekasıd-ut Talibîn, s.300)

Hz. Mevlana, Ali efendimizle ilgili şöyle bir rivayet nakleder: Hz. Ali’yi şeytan bir gün çeşitli hilelerle sabah namazına uyandırtmaz. Hz. Ali uyandıktan sonra hemen kalkıp abdest alır ve o kadar rekat namaz kılar, sonra da öyle tevbe eder ki...
Ertesi gün namaz vakti şeytan gelir ve:
-Kalk ya Ali kalk! Vakit geçmeden sabah namazını kıl, der.
Hz. Ali: Hayrola, sen böyle şeyleri söylemezdin, der.

Şeytan cevap verir: Ben sana namaz kıldırmayacağımı zannediyordum. Ama sen kalktın 100 katını yaptın.
Sonra da öyle bir tevbe ettin ki sanırım bütün günahların silindi. Ben buna razı olmam. Böyle olmaktansa, namazını vaktinde kıl daha iyi.

Allahu Teala hazretleri Hz. Ali efendimizin pâk dinli olmasını beyan edip Hicr Suresi 47-48. ayeti kerimelerinde: “Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar (cennette) sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir.” buyurmuştur. Ehli sünnet alimleri sahabe içerisindeki bazı ihtilaf ve mücadelelerin onların üstünlüklerine zarar vermediğini ifade ile bu ayeti kerimeyi tefsir etmişlerdir. Hz. Ali efendimize Hz. Aişe, Hz.Muaviye, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (ra) hakkında sorulduğunda bu ayeti kerimeyi okuduğu rivayet edilir.

Cenabı Hak, başta Ali efendimiz olmak üzere bütün ashabı kiramın himmetini-nispetini, lütuf ve keremlerini üzerimize sayebân eylesin. Onları bizlerden razı ve hoşnut eylesin. Onların izinden yürümeyi ümmete ve hassaten Hâcegân cemaatine kolaylaştırsın. Cenabı Mevlamız ashabın aşkını, anlayışını bugünlere taşıyan büyüğümüz Hâce Hazretleri’ne sıhhat afiyet, uzun ömür ve nice hizmetler lütfeylesin. Bizleri de onların özlerine yakın, sözlerine mûti eylesin, amin velhamdulillahi Rabbil alemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Pazartesi, 04 Temmuz 2016 15:32

ANA-BABANIN DİNİNİ TERK ETMEK

ana baba dini

Ana-Babanın Dinini Terk Etmek - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Ana-Babanın Dinini Terk Etmek

 

Hiçbir insan hayata tam manasıyla sıfırdan başlamaz. Doğduğu andan itibaren kendisini çepeçevre saran kültürel iklimin kucağında bulur. Binlerce seneden beri cemiyetlerin kendi tecrübelerini süzerek elde ettikleri maddi ve manevi şeylerin yekûnu olan kültür, fertleri her yönüyle kuşatmış vaziyettedir. Kültürel atmosferde alınan her bir nefes biraz daha kabullenişi ve sahiplenmeyi getirir.

İnsan kendisinden başka hiçbir varlığa nasip olmayan “geçmişin birikimine sahip olma” kabiliyetiyle, cemiyetin bugünkü seviyesine ulaşırken geçtiği merhaleleri tekrar tekrar icat ve keşif mecburiyetinden kurtulur. Bu sayede cemiyet hayatı -suni müdahaleleri saymazsak- mühim bir kesintiye uğramadan devam eder. Mevcut kültürel birikimi kazanmakla fertler cemiyet hayatına zorlanmadan ayak uydururken bir taraftan da kültürü hazır bulmuş olmanın kazandırdığı zamanla onu geliştirme fırsatını elde etmiş olurlar.

Bütün bu kültürel öğrenmeler ailede başlar. Cemiyetin ileride fertten bekleyeceği davranışların kodları daha bebeklik çağında ona yüklenmeye başlanır. Oynadığı oyuncaktan giydiği kıyafetin rengine kadar her şey çocuğu etkisi altına alan kültürün onu açıktan yönlendirmesidir.

Dini görüş ve davranışta tıpkı bu şekilde kazanılır. Herkesin bildiği “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” hadisi şerifinin mükemmelen ifade ettiği üzere çocuğun dini ailesinin yönlendirmesiyle şekillenir.

Ailesinden aldığı hiçbir bilgiyle yetinmeyen, öğrendiği ne varsa değiştiren ve geliştiren insanın din sahasında da bunu yapması tabiidir. Çünkü aile fert için sadece temel teşkil edecek bilgileri kazandırabilir. Aile çocuğun ilerde karşılaşacağı her hadise için bir hazırlık sınıfı gibidir. Mesela yeryüzündeki en besleyici maddelerden birisi olan anne sütü bile iki yaşına kadar çocuğun ihtiyacını karşıladıktan sonra yerini başka gıdalara bırakmak zorunda kalır. Benzer şekilde dini yaşantıda da içine gireceği açmazları çözmesi için mutlaka dışarıdan bir yardım alması gerekecektir. O halde insan maddi ve manevi belirli bir hizaya geldikten sonra ailesinden beslenemez ve başka kaynaklar bulmak mecburiyetinde kalır.

Dünyevi meselelerde er ya da geç aileden “ayrılma” gerçekleşmektedir. Ailevi, iktisadi, siyasi birçok alanda ferdin ana babasıyla yolları ayrılmaktadır. En basitinden bir evlilikte, neredeyse akla gelebilecek tüm hususlarda ferdin ana-babasıyla ayrışması söz konusudur. Nasıl ki dünyevi meseleler de bu ayrılış, kopuş kaçınılmaz ise dini meseleler de öyledir. Bu ayrılma çok faklı şekillerde gerçekleşebilir. Mesela iki farklı gövdenin birbiriyle aynı şey olmayışı kabilinden olabileceği gibi, bir ağacın aynı gövdeye bağlı dallarının birbirinden ayrılması yahut aynı daldaki iki meyvenin birisinin diğerine nispetle daha olgun olması şeklinde de olabilir. Şimdi bu üç farklı manasıyla ana baba dininden ayrılmakla neyi kastettiğimize yakından bakalım.

Birinci manadaki ayrılmadan kastımız farklı dine mensup ana babanın dinlerini reddediş şeklindedir. Bunun en meşhur örneği Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas’tır (ra). Bilindiği üzere annesi müslüman olduğunu öğrenince onu dininden döndürebilmek için bir nevi açlık grevine başlamıştı. O ise “Vallahi anne senin yüz canın olsa da bunlar birer bire çıksa da imanımdan vazgeçmem!” diyerek atalarının dininden ayrılığını ve kararlılığını sergilemiştir. Bu hadisede iman ve fikir olarak ana babadan ayrılığın zirvesini görüyoruz. Burada ana babaya bir eziyetten, isyandan ziyade müslüman tavrının nasıl olması gerektiği Sa’d bin Ebî Vakkas tarafından göz önüne konulmuştur. Zaten bu hadisenin ardından “Biz, insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” (Ankebut 8) ayetinin nazil olduğu bildirilmiştir.

Şükürler olsun ki Cenabı Mevla bizlerin bir müslüman beldesinde dünyaya gelmesini istemiş de böyle büyük bir imtihana muhatap olmamışız. Ancak şu da bir gerçek ki müslüman beldesinde dünyaya gelmiş olmak meseleyi kökünden halletmiyor. Tamamına yakının “müslümanım” dediği fakat müslümanlığın nostalji olduğu bir cemiyet henüz meselesini halletmiş sayılmaz. Gelinen noktada din bir folklor halini almış ve sadece ecdadımızdan bize kaldığı için saygı duyulan bir durumda ise bu dinin fertlere katacağı bir şey kalmamıştır. Günlük hayatta kullanmadığımız, kullanamayacağımız ancak eskiliği hasebiyle değerli olan bir “antika” muamelesiyle yaklaştığımız din elbette ki bizi dindar yapmaya yetmeyecektir.

İşte ikinci manada ana babanın “dininden” (dini anlayışından) ayrılmakla bunu kastediyoruz. Tıpkı Üstad Necip Fazıl’ın hayalini kurduğu ve hitabesinde belirtmiş olduğu “Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara “Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız!” diyebilecek olgunluktaki gencin ayrılığıyla kastettiği gibi… Bunların geçmişten intikam değil ibret almak adına sarf edilmiş sözler olduğunu anlıyoruz. Hemen belirtmemiz gerekir ki burada ana babaya “kindarlığın” değil kendi hesabımıza “dindarlığın” peşindeyiz.

Üçüncü ve son olarak ise muttaki kimseler olsalar bile ana-babanın “dinini” terk etmekten bahsediyoruz. Bununla da ana-babanın öğrettikleriyle yetinmeyip, ferdin Allah’a ulaşacağı yolu kendisinin bulması gerektiğini kastediyoruz. Mademki “Allah’a giden yollar, canlıların aldığı nefesler adedincedir.” o halde herkes kendi yolunu bulmalıdır.

Akıl sahibi her müslüman ana-baba çocuğuna temel dini eğitimi verir. Ona ibadetleri ve kulluğu anlatır. Belki bu kadarı bazı şeyler için yeterli olabilir. Tıpkı Efendimiz’e (sav) gelip dini soran bedevi hadisesinde olduğu gibi. Bedevi İslam’ın şartlarının neler olduğunu sorduğunda Efendimiz kendisine namaz, oruç ve zekâtı tarif etmişti. Bunun üzerine o “Vallahi bundan ne fazla ne de eksik bir şey yapacağım.” diyerek arkasını dönüp giderken Efendimiz de “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu gitti! Cennetlik bir adam görmek isteyen şu adama baksın” buyurmuşlardı.

Hadisenin bize çarpan yönlerinden birisi farz ibadetleri yerine getirenlerin asla küçümsenemeyeceği ve dindarlık açısından tenkit edilmemesi gerektiğidir. Diğer bir taraftan da şunu görüyoruz ki o esnada “Demek bu iş bu kadar, hadi bize eyvallah!” diyen hiç kimsenin çıkmamasıdır. Yani kimse “bu kadarına da cennet veriliyorsa bize başka bir şey gerekmez” dememiştir. İşte bu yüzden biz de az ile yetinmek istemiyoruz.

Mesele sadece bir terk etme araya mesafe koyma hadisesinden ibaret değildir. Bir şeyi terk etmek, ortadan kaldırmak kolay ancak yerine yenisini koymak zordur. “Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir / Onu en çolpa herifler de emin ol becerir” diyen Akif’in de anlatmaya çalıştığı gibi belki bir kişinin yıktığını binlerce kişi yapamaz. Bizim meselemiz dini yaşantının yeniden inşa edilmesi meselesidir.

Biz “Allahım, göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa beni nefsimle baş başa bırakma” diye dua eden bir Peygamberin ümmetiyiz. Bu sebeple hayatımızın boşluk kabul etmeyeceğini biliyoruz. İki ırgatla alaşağı edilebilecek Süleymaniye’nin yeniden inşası için bir Sinan gerekli olduğunu da… İşte bu sebeple hayatımızdaki boşluğu dolduracak, gönlümüzün kubbesini onaracak “Sinan’ı” arayıp bulmalıyız.

Terk etmekten kastımızı açıklığa kavuşturduğumuza göre şunu söylemekte sakınca yoktur ki kişi ailesinin de cemiyetin de din anlayışını terk etmelidir. Mürşid-i kâmili bulup onun tatbik ve tebliğ ettiği anlayışa yönelmelidir.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

ramazan

Allahım Receb ve Şaban'ı Bize Mübarek Kıl ve Bizi Ramazan'a Ulaştır - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Allahım Receb ve Şaban'ı Bize Mübarek Kıl ve Bizi Ramazan'a Ulaştır

 

Bizleri bir kez daha rahmet mevsimine ulaştıran Cenabı Hakk’a sonsuz hamd ve şükürler olsun. Rasulullah’a (sav), ehli beytine, ashabına ve etbaına salatu selam olsun. Rahmet mevsimin ilk ayı Receb-i Şerif’tir. “Receb” kelimesi; herhangi bir şeyden korkmak, utanmak veya bir kimseyi heybetinden dolayı ululamak ve tazim etmek manalarına gelir. Ayrıca, Receb kelime olarak “tercib” mastarından türemiştir ki tazim ve hürmet manasına gelir. Bu anlamlarına baktığımız zaman Receb ayı için Efendimiz’in (sav) niçin Allah ayı dediği anlaşılmaktadır. Bu ayda tevbe edenlere rahmet yağdığı, ibadet edenlere nur indiği için bu aya “asab” adı da verilir. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur; “Receb Allah’ın, Şaban Benim ve Ramazan ümmetimin ayıdır.” Receb ayı, içinde iki kandil gecesinin bulunması açısından da faziletli bir aydır. Receb ayının ilk cuma gecesi Regaib Kandili’dir. Yirmi yedinci gecesi ise Miraç Kandili’dir. Beş vakit namaz bu gecede farz kılınmıştır. Bu mübarek gecede, İslam toplumunun özelliklerini ifade eden şu ayeti kerimeleri anlamaya çalışmalıyız. Allahu Teala şöyle buyuruyor:

“Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın.

Rabbin, sadece Kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya da iyi davranmayı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of” bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle. Onlara karşı aşırı şefkat ve merhametinden dolayı alçak gönüllü olmanın kanatlarını indir ve “Rabbim, küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen de onlara öyle rahmet et!” diyerek dua et. Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.

Bir de akrabaya, fakire, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür. Eğer, Rabbinden umduğun bir rahmet için onlardan yüz çeviriyorsan hiç olmazsa, kendilerine güzel söz söyle. Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker kalırsın. Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır. Onları çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur. Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Şüphesiz o, yardıma mazhar olmuştur.

Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, tam bir iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi bundan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin. Bütün bu sayılanları yapmak kötüdür. Rabbinin nezdinde hoş karşılanmaz. İşte bunlar, Rabbinin Sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.” (İsra 22-39)

Üç ayların ilki olan Receb ayı içinde meydana gelen bir diğer hadise Tebük Seferi’dir. Şüphesiz ki bu sefer birçok hikmetleri içermektedir. Seferin sebebi; Bizans’ın İran’ı yenilgiye uğratmasından sonra kuzeyden Hicaz’a saldıracağı ve bu saldırı esnasında da çevredeki Hristiyan kabilelerin de Bizans’la işbirliği içinde olacağı haberlerinin Efendimiz tarafından duyulmasıdır. Gelen haberleri değerlendiren Efendimiz ileride İslam devletlerinin tarih boyunca yapacakları savaşlara bir işaret ve başlangıç teşkil etmek üzere büyük hazırlığı başlattı. Ashabına hazırlanmalarını emretti. Halkın ona göre hazırlanmaları için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunun, düşmanın çokluğunu, Rumlar üzerine yürümek istediğini haber verdi. İslam toplumu, ciddi bir sıkıntı ile karşı karşıya idi. Müslümanlar, bir yanda görülmemiş yakıcı, kavurucu, kurak bir yaz mevsimi ve bu mevsimde az miktarda meyve tutmuş hurma ağaçlarının meyvelerinin olgunlaştığı ve gölgelerinde serinlemek imkânının bulunduğu bir durumla karşı karşıyaydı. Diğer tarafta ise karşılarında kuzeydeki Hristiyanlarla birlik olan Bizans İmparatorluğu’nun ordusu vardı. Yol uzundu. Tebük Seferi’nin hazırlık zamanına, bu esnadaki sıkıntılar göz önüne alınarak “Saatü’l-üsra-Güçlük zamanı” denilmiştir. (Tevbe 117) Zor şartlar altında cereyan eden bir sefer olması itibariyle: “Gazvetü’l-Usre”. Zor şartlar altında her türlü güçlüğü göze alarak hazırlanan fedakâr İslam askerlerini kastedilerek de “Ceyşü‘l-Usre” denilmiştir. Bu sefer sürecinde münafıkların nifaklarını olanca güçleriyle ortaya döktüklerinden dolayı “Fadıha Gazası” adı da verilmiştir. İşte biz burada münafıkların bu sefer esnasındaki melanetliklerini teşhir eden Kur’an ayetlerini anlamaya çalışacağız. Bu sefer esnasında çeşitli sıkıntılar maddi anlamda kuvvetli ve zayıf müslümanların, fedakârların, gözü yaşlı geri kalanların, cömertlerin, münafıkların belirlenmesi için tam bir ölçü olmuştur. Münafıklar her zaman olduğu gibi bu sefer esnasında da hiç boş durmadılar. Daha başlangıçta: “Bizans imparatorluğunu Muhammed oyuncak mı sanıyor? Ashabıyla beraber yakalanıp esir edileceklerini görür gibiyiz! Böyle sıcak bir zamanda yola mı çıkılır!” diyerek halk arasında menfi propaganda yapıyorlardı. Bu ifadeleriyle güya müslümanlar arasında yılgınlık, korku, şüphe ve tereddüt tohumlarını saçmak, dolayısıyla da halkın sefere olan ilgisini azaltmak istiyorlardı. Kur’an-ı Kerim onların hallerini şöyle anlatıyordu: “Allah’ın Rasulü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar oturmaları ile sevindiler, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmadılar ve “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır!” Keşke anlasalardı” (Tevbe 81)

Münafıkların ileri gelenlerden bazıları da birtakım fitneleri bahane ederek, asılsız mazeretler ileri sürerek seferden geri kalmak istediler ki, Kur’an-ı Kerim bunu şöyle nakleder: “Onlardan öylesi de var ki, “Bana izin ver, beni fitneye düşürme!” der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.” (Tevbe 49)

Bir başka bölümde ise izin isteyenler hakkında şöyle buyruluyor: “Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. “Eğer güç yetirseydik muhakkak Seninle birlikte (savaşa) çıkardık.” diye Sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefslerini helake sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) Senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir. Senden yalnızca Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kalpleri kuşkuya kapılıp kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister. Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi herhalde ona bir hazırlık yaparlardı. Ancak Allah (savaşa) gönderilmelerini çirkin gördü de ayaklarını doladı ve “(Onlara) Siz de oturanlarla birlikte oturun!” denildi. Sizinle birlikte çıksalardı size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulmedenleri bilir.” (Tevbe 42-47)

Sefer için başlangıçta görünen güçlük ve sıkıntılardan dolayı halkta bir durgunluk ve gevşeklik görülmüştü. Tabii bu durumun oluşmasında münafıkların menfi propagandalarının etkisi de düşünülmelidir. Cenabı Hak müslümanları şöyle uyardı: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir. Eğer siz Rasulullah’a yardım etmezseniz bilesiniz ki Allah O’na yardım etmiştir: Hani, kâfirler O’nu, iki kişiden biri olarak çıkarmışlardı; onlar mağaradaydı; o, arkadaşına “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!” diyordu. Bunun üzerine Allah O’na gönül rahatlığı verdi, O’nu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır .” (Tevbe 38-41)

Münafıklar müslümanların orduya yardımlarını önlemek içinde yardım yapanları alaya alarak morallerini bozmaya çalışıyordu. Ebu Akil bir sa’ hurma getirmişti ki, kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtı. Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasulullah, iki sa’ hurmaya bütün gece çalıştım, su çektim. İki sa’dan birini ev halkımın ihtiyacı için bıraktım, diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için sana getirdim!” dedi. Münafıklar ise: “Bu azıcık hurmaya Allah’ın ihtiyacı mı var? Bu adam laf olsun diye görünsün diye sadaka veriyor!” diyerek gülüştüler. Diğer yandan İslam ordusunun sefere hazırlanması için dört bin dirhem tasadduk eden Abdurrahman b. Avf ile yüz vesk hurma bağışlayan Asım b. Adiyy için de: “Bunlar gösteriş için bağış yapıyorlar!” dediler. Diğer bağış yapan müslümanlar için de benzeri sözler sar fettiler. Böylece münafıklar, hem mali yardım yapmıyorlar hem de yapanlar hakkında dedikodu çıkararak yapılan yardımları azaltmaya çalışıyorlardı. Fakat münafıkların bu çalışmaları müslümanlar üzerinde bir tesir oluşturmuyordu.

Peygamber Efendimiz ahirette kazanacakları üstün sevapları anlatarak, müslümanları cihada teşvik eti. Hali vakti yerinde olan müslümanlar, mükâfatını Allah’tan umarak, mal yükleyip getirmeye başladılar. Hatta bu hususta birbirleriyle yarışanlar bile oldu. Müslümanlardan kimi başına sardığı sarığı getiriyor, kimi devesini getirip veriyordu. Sahabeden Ulbe b. Zeyd, geceden bir kısmı geçince, kalkıp namaz kıldı ve ağlayarak: “Ey Allah’ım! Sen cihada çıkmayı emir ve ona teşvik ettin. Halbuki benim, Rasulullah ile cihada çıkabileceğim bir binitim yok! Rasulullah’ın elinde de beni üzerine bindirecek bir biniti yok! Ben her zaman mal ve metam üzerine düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allahım! Bana nasip ettiğin şu bir parça metamı tasadduk ediyorum!” dedi. Peygamber Efendimiz’in yanına varıp: “Ya Rasulallah! Elimde sadaka verebileceğim bir şeyim yok, şu bir parça metamı tasadduk ediyorum! Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen ya da benimle alay eden kimseye de hakkım helal olsun!” dedi. Peygamber Efendimiz de: “Allah sadakanı kabul buyursun.” dedi. Ertesi gün, Peygamber Efendimiz: “Şu gece tasaddukta bulunmuş olan kişi nerdedir?” diye sordu. Hiç kimse ayağa kalkmadı. Peygamberimiz: “O sadakacı nerede ise ayağa kalksın?” buyurdu. Hz. Ulbe ayağa kalktı. Peygamberimiz ona: “Müjdelerim seni! Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; senin sadakan, zekatları kabul olanların divanına yazıldı!” buyurdu. Peygamberimiz minbere çıkıp müslümanları Ceyşü’l-usre’ye bağışta bulunmaya teşvik etti. Hz. Osman Efendimiz ayağa kalkıp: Ya Rasulallah! Allah yolunda, sırt çulları ve semerleriyle birlikte yüz deve vermeyi ben üzerime aldım!” dedi. Bu durumu Osman Efendimiz üç defasında da tekrar etmiştir. Daha sonrasında, ise elbisesine doldurup getirdiği dinarları Efendimiz’e verdi. Efendimiz dinarlara bakarak: “Bundan sonra, İbn Affan’ın yapacağı şey kendisine zarar vermeyecektir!” buyurdu. Peygamberimiz bu sözünü birkaç kere tekrarladı ve: “Ey Allahım, ben Osman’dan razıyım! Sen de razı ol!” diyerek dua etti. Hz. Osman efendimiz bunların yanı sıra teçhiz edilecek askerlerin yarısının erzaklarını sağladı. Su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine varıncaya kadar bir ihtiyaçlarını bırakmadı.

Münafıkların sefer sırasındaki nifakları: Münafıklardan bir grup, birbirlerine: “Şu sıcakta sakın cihada çıkmayınız.” dediler. Hiçbir özürleri olmadığı halde, Tebük Seferi’ne katılmamak için Peygamberimiz’den izin istediler. Seksenden fazla münafık izin istedi. Münafıklardan bazıları ise, ganimet almak maksadıyla Tebük askerleri arasına katıldılar. Fakat gittikleri yerlerde münafıklıktan geri durmadılar. Yolda grup halinde gidiyorlardı. Bir süvari grubu önde bulunuyordu. Bunlardan Vedia b. Sabit adlı münafık, Efendimiz’i kastederek: “Şunlara bakınız! Şam kalelerini fethetmek istiyorlar. Beni Asfar’la savaşı, Arapların birbirleriyle savaşı gibi mi sanıyorlar?” diye moral bozucu laflar ediyorlardı. İçlerinden bazısı da bu söylediklerinden dolayı ayet inmesinden çekiniyordu. Nihayet bunlar hakkında ayet geldi. Ayette mealen şöyle buyruluyordu:

“Münafıklar, aleyhlerine bir sure inip kalplerinde gizlediklerini haber vereceğinden korkuyorlar. Onlara de ki; “Siz alay edin. Korktuğunuz şeyleri Allah mutlaka meydana çıkaracaktır.

Onlara niçin alay ettiklerini sorsan, “Yemin olsun biz lafa dalmış eğleniyorduk.” derler. Onlara de ki: “Allah ile ayetleri ve Peygamberi’yle mi alay ediyorsunuz?” Boşuna özür dilemeyin. Siz iman ettiğinizi söyledikten sonra içinizdeki küfrü açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını bağışlasak bile, diğer bir kısmını, suçlarında ısrar ettiklerinden azabımıza uğratacağız.” (Tevbe 64-66)

Münafıkların fesatları, bozgunculukları ve yol meşakkatlerinin neticesinde İslam ordusu Tebük’e vardı. Tebük’te yirmi gün kaldılar. Bu süre içinde Bizans İmparatorluğu’na ait hiçbir askeri kuvvet ortaya çıkmadı. Civardaki bazı hükümdarlar arasında onların cizye vermeleri karşılığında antlaşmalar yapıldı. Rasulullah ashabıyla istişarede bulundu ve geri dönmeye karar verdi. Dönüş yolunda münafıklar sinsi emellerini gerçekleştirmek için her yolu deniyorlardı. Akabe’den geçerken Efendimiz’e suikast yapmak istediler. Fakat Efendimiz Cebrail vasıtasıyla bundan haberdar olmuştur. Suikastçı münafıklar hakkında ayette şöyle buyruluyor: “Onlar, söylemediklerine dair Allah’a yemin ettiler. Halbuki onlar, kafirliğe götüren sözü söylediler. Müslüman olduktan sonra tekrar kafir oldular. Erişemeyecekleri işe giriştiler. Onların kızmaları, sırf, Allah ve Rasulü’nün, Allah’ın lütfuyla kendilerini zenginleştirmesindendir. Eğer tevbe ederlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şayet yüz çevirirlerse Allah onları dünyada ve ahirette can yakıcı bir azapla cezalandırır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.” (Tevbe 74)

Dönüş yolunda gerçekleşen bir başka olay: Ebu Humeyd es-Saidî der ki: Hicr’de akşamladığımız sırada idi ki, Rasulullah aleyhisselam: “Bu gece üzerinizde şiddetli bir kasırga kopacaktır! Sizlerden hiçbiriniz, yanında arkadaşı bulunmadıkça ayağa kalkmasın! Yanında devesi bulunan da, devesinin dizini bağlasın!” buyurdu. Hemen kalkıp develerimizin dizlerini bağladık. Gecenin ilk sıralarında idi ki, şiddetli bir kasırga esmeye ve ortalığı alt üst etmeye başladı. Ashab Efendimiz’in emrine göre hareket ettiler. Hiçbir kimse, yanında arkadaşı bulunmadıkça, olduğu yerden kalkmadı. Ancak, Beni Said’den iki kişiden birisi bir hâcet için, diğeri de devesini aramak için gitti. Haceti için giden, gittiği yerde boğmacaya tutuldu. Devesini aramaya gideni ise, kasırga sürükleyip Tayyilerin iki dağına attı. Bunların başına gelenler, Rasulullah’a haber verildi. Rasulullah: “Ben sizi yanında bir arkadaşı bulunmadıkça bir yere gitmekten men etmedim mi?” buyurduktan sonra, yolda boğmacaya tutulan adam için dua edince, adam iyileşti. Tayyi dağlarına kadar sürüklenip giden öbürünü ise, Rasulullah Medine’ye döndüğü zaman, Tayyi kabilesi Rasulullah’a gönderdiler.

Münafıklar, Tebük Seferi’ne çıkılmadan önce bir mescid yaptırmışlardı. Güya yaşlılar, hastalar ve bazı işi olanlar yağmurlu gecelerde Mescid-i Nebevi’ye gidemiyorlar, cemaate katılamıyorlardı. Onun için yakında bir yerde mescid olursa cemaate katılabileceklerdi. Bu maksatla yaptıkları mescidin açılışı için Efendimiz’i davet etmişlerdi. Efendimiz: “Şimdi sefere çıkıyoruz, dönüşte olur.” demişti. Seferden dönerken Medine yakınındaki Zievan denilen köye geldiğinde Dırar Mescidi’ni yapan münafıklar Efendimiz’e gelerek önceki sözünü hatırlatıp mescide götürmek istediler. O sırada, gerek mescidi yapanlar, gerekse mescidin mahiyeti hakkında şu ayetler nazil oldu:

“(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (Hakk’ı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasulü’ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir Dırâr Mescid’i kuranlar ve “Bununla iyilikten başka bir şey niyet etmedik!” diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.

Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe 107,108)

Bu ayetler nazil olunca Peygamber Efendimiz ashabtan Malik b. Duhşum ile Ma’n b. Adiyy’i görevlendirerek mescidin yıkılmasını emretti. Bu iki İslam kahramanı, süratle hareket ederek Rasulullah’ın emrini yerini getirdi.

Ka’b b. Malik hazretlerinden rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz kuşluk vakti seferden döndüğünde mescide gider orada iki rekât namaz kılardı. Tebük Seferi’nden döndüğünde de öyle yaptı. Mescide gitti, iki rekât namaz kıldı, Cenabı Hakk’a şükretti. Daha sonra seferden geri kalanlar gelerek özür beyan ettiler. Münafıklarda özür beyan ederek geri kalış sebeplerini sahte yeminlerle kuvvetlendirmek istediler. Kur’an-ı Kerim münafıkların içyüzlerini şöyle bildirmektedir: “Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: Özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, sizin gerçek tutumlarınızı bize bildirmiştir. Amelinizi Allah da görecektir, Rasulü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına ant içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz.” (Tevbe 94-96)

Kaynaklar:
-Furkan Tefsiri, Hicazi
-Kalplerin Keşfi, İmam Gazzalî
-İslam tarihi, M. A. Köksal
-İslam Tarihi, H. Algül
-Şamil İslam Ansiklopedisi
-Peygamber Külliyatı, Muhammed b. Salih ed-Dımeşki

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Pazartesi, 04 Temmuz 2016 13:59

STRATEJİK SAVAŞLAR

stratejik savaşlar

Stratejik Savaşlar - İrfan AYDIN

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Stratejik Savaşlar

 

Salat ve selam alemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’in, daha sonra diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashab-ı kiramın, sadat-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun.

İçinde bulunduğumuz coğrafya sürekli bir devinim içerisinde. Her gün yeni bir olay ve gündem ile sürekli çalkalanmakta. Bir gün bakıyorsunuz mezhep savaşları başlamış. Bir gün bakıyorsunuz insanlar petrol ve gaz için birbirini boğazlamakta. Bugün söylenenler yarın anlamını yitirmekte. İnsanların önlerine küçük hesapları koyanlar kendileri büyük hesaplar peşinde. Cambaza bak diyenler arka planda karanlık koridorlarda anlaşmalar yapmakta. Müslümanları mezhep savaşlarına, bölgesel karlara teşvik edenler küresel kazanım peşinde. Müslümanlara bu günün hesabını yaptıranlar gelecek yüzyılın planlarını yapmakta. Yüzyıl önce masaya oturup cetvelle İslam coğrafyasını paylaşanlar yeni yüzyılın paylaşım savaşlarını vermekte. Herkesin bir tek derdi var masadan bir kişinin daha çekilmesi. Yeni yüzyılın petrol ve gaz paylaşımında stratejik yerlerin tutulmasında kontrolü elinde tutmak isteyen güçler masada çok az paylaşımcı istemekte. Bunun için önce Türkiye daha sonrada diğer paydaşları masadan silmek için sürekli hamle yapmaktalar. Bu hamleler bazen ekonomik, bazen siyasi ve diplomatik bazen de askeri olmakta. Özellikle Suriye’de bunların hepsi birden uygulanmakta.

Suriye’de önce Amerika ve Avrupa bir kanat, Rusya, İran, Çin ve Esed bir kanattı. Türkiye ise ısrarla muhaliflerin yanında yer alarak ve bununda faturasını ödeyerek bir taraf oldu. Başlangıçta uzak duran Katar ve Suud’u da yanına çekerek gerçek ve tabana dayanan bir kanat oldu. Gelinen son noktada ise Amerika ve Rusya anlaşarak Suriye’de ikili bir paylaşıma gitmeyi tercih etmiştir. Bu durumda masadan atılan İngiltere, Fransa Almanya (AB) ise Türkiye’nin yanında ve arkasında durmaya başlamıştır. Başlangıçtan beri ABD ile birlikte politika yürüten Türkiye, Amerika ve Rusya’nın anlaşıp Türkiye’yi dışlaması ve verilen sözlerde durmaması üzerine ağırlık merkezini Avrupa lehine kullanarak şaşırtıcı bir karşı hamle yapmıştır. Tabi Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya doğru akan mülteciler buna çok yardımcı olmuştur.

Aslında Amerika ve Avrupa arasında süren süper güç savaşları öteden beri alttan alta sürüp gitmektedir. Biz onları dost zannetsek de ta başlangıcından itibaren bu savaşlar sürmektedir. Zaten Avrupa’nın başında, iki defa dünya savaşı çıkartmış Almanya’nın bulunması yeterince tehlike arzetmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan NATO daha başlangıçta Almanya ve Avrupa’yı kontrol etmek için kurulmuştur. NATO demek Avrupa’ya ordu kurmana gerek yok benim ordum sana yeter demektir. Nitekim Ukrayna krizinde görüldüğü gibi Amerika müdahil olmayınca güçlü bir ordusu olmayan Avrupa, Rusya karşısında askeri olarak hiçbir şey yapamamıştır. Bugün genelde AB, özelde Almanya ve Amerika arasında Dolar-Euro savaşı yaşanmaktadır. Almanya’nın ve onun güdümünde kalan başta Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin amacı euroyu dolara karşı rezerv para yapmaktır. Bilindiği üzere bugün dünya üzerindeki küresel ticarette rezerv para Amerikan dolarıdır. Eğer dünya ticaretinde doların saltanatı sallanmaya başlarsa yerine başka paralar geçmeye başlarsa karşılıksız milyarlarca dolar basan ve bunu tüm dünyaya pompalayan Amerikan ekonomisi küçülmeye gider. Bu da Amerikan Merkez Bankası’nı ve İngiliz Amerikan petrol dolarlarını ellerinde bulunduran Yahudi aileleri bitirir. Özellikle de petrol üreten ve satan ülkelerin satışlarını dolar yerine euro veya başka bir para birimi ile yapmaları durumunda dünya ticaretinde rezerv para olan doların saltanatının bitmesi anlamını taşır. Bunu altın ve diğer madenlerin satışı da izlerse para üzerine kurulmuş dünya Yahudi imparatorluğunun sonu gelmiş demektir. Tabi ki her ülkenin en içlerine kadar sızmış dünya Yahudi sisteminin buna müsaade edeceğini düşünmek hamakatlik olur.

Yakın geçmişte İran’a yapılan amborgonun temelinde de bu vardır. İran ve AB anlaşarak ham petrol satışını bundan sonra Euro üzerinden yapacağız dediler ve ondan sonra olan oldu. Önce İran’a amborgo kararı çıktı. İran’ı petrol satamaz hale getirdiler. Avrupa’ya ise Amerika’da bir mortgage krizi patlatarak yapay bir kriz ihraç ettiler. Bu kriz öyle bir hale geldi ki neredeyse AB rüyası bitiyordu. Krizde batan ülkeleri Almanya tek başına finanse ederek tek tek satın almak zorunda kaldı. Bizdeki Halk Bankası hadisesi de bunun için yapıldı. Türkiye Halk Bankası üzerinden İran’ın ambargosunu delmekte ve Halka Bankası hem İran hem kuzey Irak hem de Azeri petrolleri için rezerv paranın tutulduğu bir banka haline gelmeye başlamıştı. Ne yazık ki içimizdeki truva atı parelel üzerinden saldırarak halk bankasının bu yükselişini durdurmaya çalışmışlardır.

Almanya merkezli AB-Rusya çatışması da Ukrayna üzerinde patlak vermiş. Ukrayna’ya Almanya ve Soros müdahele etmiş Ukrayna’yı Avrupa ve Yahudi yanlısı hale getirmiş daha sonra yapılan seçimlerde Rusya sahadaki eski gücünü tekrar kullanarak yönetimi ele geçirmiş, yönetimi ele geçirmeyi seçimle ele geçirmeyi başaramayacağını anlayan Almanya ise Sorosun da yardımı ile Ukrayna’da gezi benzeri olayaları başlatmıştır. Tabi buna Rusya’nın cevabı gecikmemiş ve Almanya’da yabancı düşmanlığını protesto adı altından olaylar başlamış ve buna Almanya sert müdahale ederek durdurmuştur. Türkiye’de Gezi olayları, Brezilya’da öğrenci olayları ve Mısır’da darbe girişimi ile aşağı yukarı eş zamanlı olarak Ukrayna halk hareketleri görülmüştür. Bu da bu ülkelerde başlayan halk hareketlerinin bir merkezden kontrol edildiği izlenimini vermektedir. Tabi her ne hikmetse bir tarafta darbe yapanları tutanlar başka bir tarafta masum(!) öğrenci ve halk hareketlerini tutmaktadırlar. İlginçtir kullandıkları sloganlara kadar aynı olan bu hareketler, aynı zamanlarda dünyanın farklı ülke ve kıtalarında çıkmıştı. Bu da bize gösteriyor ki eğer biz müslümanlar olarak küresel ölçekte ve tüm müslümanları kuşatacak şekilde bir vizyon üretemezsek, küresel ölçekte çalışan bu şer merkezlerine karşı başarılı olamayız. Ukrayna’da netice itibari ile son raund oynamasa da mevcut durumda Rusya Kırım’ı almış ve Ukrayna’yı ikiye bölmüştür. Rusya’nın bunu başarmasındaki en büyük etken Amerika’nın buna razı olmasıdır. Ameri ka Ukrayna hadisesinde Rusya ile gizli veya zımmi anlaşarak Avrupa’yı satmıştır.

Suriye’de de aynı durumu gözlemlemekteyiz. Amerika Suriye’de Rusya ile anlaşarak Avrupa ve Türkiye’yi satmıştır. Burada ilginç olan bir durum var ki o da her durumda Amerika’nın kuyruğunda yer alan İngiltere’nin de Amerika tarafından satılmasıdır. Bunu İngiltere ve Amerika arasındaki eleştirilerden ve İngiltere’nin Türkiye’ye yanaşmasından anlıyoruz. Zaten masada Amerika tarafından dışlanan kim varsa soluğu Ankara’da almakta. Önce Hollande Türkiye’ye Suriye üzerine bir teklifle geldi. Onunda sesini Paris saldırılarında kestiler. Sonra Amerika’nın Avrupa’ya karşı başlattığı mülteci akınını görüşmeye Merkel gelmeye başladı. En son İngiltere’den Türkiye’ye yeşil ışık yakan açıklamalara gelmeye başladı. Görünen o ki Suriye’de Amerika ve Rusya yakınlaşması Avrupa, İngiltere ve Türkiye’yi bir birine yakınlaştırdı. Bunun en somut yansıması elli yıldır bizi kapısında süründüren AB’nin vize serbestisi, para yardımı ve fasılların açılması da dahil olmak üzere bir çok konuda aniden yumuşaması oldu. Kıbrıs meselesinde ve diğer birçok konuda bunun yansımalarını yakın gelecekte görebiliriz. Tabi bunun içeriye de yansımaları olacaktır. İçeride Avrupa’nın uzantısı olan partiler, basın, üniversiteler, sözde aydınlar ve sanayiciler artık bir müddete olsa hükümete cepheden saldıramayacaklar. Unutmayalım ki ülkemiz üzerinde en büyük vesayet Amerika’da olmasına karşı İngiltere, Almanya ve Fransa vesayeti hiçbir zaman bitmemiştir. Japonya gibi Kore gibi ülkelerde bir tek ülkenin vesayeti söz konusu iken konu Türkiye olunca dünyanın ve İslam âleminin merkezi olduğumuz için birçok ülke tepemize binmekte. Onların içimizde oluşturduğu devşirme batı hayranları da içeriden saldırmakta… Burada Abdülhamid Han’a yöneltilen bir soru ve onun cevabından bahsetmek lazım. Bilindiği gibi ikinci Abdülhamid Han Osmanlı padişahları içerisinde batının bilgi ve teknolojisini transfer etmekte en çok başarılı olan ve o bilgi ve teknolojiyi millileştiren bir deha idi. Bizimle aynı zamanda Japonya’da aynı milli teknoloji geliştirme ve batılılaşma hamlesine girişmişti. Hatta Osmanlının bundaki başarısını taklit etmek ve öğrenmek için karşılıklı heyetler gidip gelmişti. Fakat bizdeki mili teknoloji geliştirme işi Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi ile akamete uğramış Japonya’da devam etmişti. Bugün aynı anda başladığımız Japonların geldiği durum ise ortadadır. Evet mecburi hapis yıllarında olsa gerek bu durum Abdülhamid Han’a sorulur:

“Efendim yaklaşık aynı zamanlarda başladığımız Japonya ile milli teknoloji hamlesinde Japonlar çok ilerledi biz ise belli bir noktada kaldık. Bunun hikmeti nedir acaba?
Büyük Sultan’ın cevabı bugüne de ışık tutacak niteliktedir. Der ki:

“Benim kardeşim Hirohito dünyanın kenarında, hiçbir statejik geçiş yolu üzerinde olmayan karadan uzak bir adada yaşar. Kendisine ölümüne bağlı her dediğini yapan bir halkı vardır. O orada bir karar alıp uygulamaya koyduğu zaman ona dışarıdan bir müdahale olmaz ve halkı da tam bir itaatle uygular. Bu da başarıyı getirir. Bizde öyle mi? Ülkemiz dünyanın kalbi sayılabilecek üç kıtanın merkezinde Akdeniz, Karadeniz, Hazar, Kızıldeniz ve Basra havzalarının ortasındadır. Bütün tarihi ipek yolları ve deniz yolları bizim üzerimizden geçer. Bilinen petrol yataklarının hepsi bizim ülkemiz sınırları içerisindedir. Biz bir karar aldığımız zaman önce İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya bunu etkilemeye ve engellemeye çalışır. Sonra içimizdeki satılmışlar buna karşı çıkar. O yüzden bizi Japonya gibi rahat bırakmazlar.”

Aslında yedi düvele verilen savaş hiç bitmedi. Biz sadece bir dönem yani yüz yıl ölü numarası yaptık. Artık tekrar canlanmaya başladık. Başladık da 2009 da IMF borcunu ödediğimizden beri başımıza gelmeyen kalmadı. O günden beri içeriden ve dışarıdan sürekli saldırıyorlar. Bir soldan bir sağdan geliyorlar. Gezi ile geldiler, parelel ile geldiler, borsa üzerinden geldiler, para üzerinden geldiler, PKK üzerinden geldiler, Suriye üzerinden geldiler, bombalama ve suikastler üzerinden geldiler. Sürekli gelecekler ta ki biz bağımsızlığımızı elde edene kadar.

Olsun dedelerimiz Selçuklu’yu Osmanlı’yı kurarken ne badirelerden ne imtihanlardan geçmişler. Bir milletin uyanışı öyle kolay olmuyor. Hiç kimse tarihte ne güzel işler yaptınız diye kazanımlarını geri bırakmıyor. İslam aleminin umudu olmak öyle kolay bir şey değil. Tüm dünyanın gözü üzerinizde iken başınızı kaldırmanız öyle kolay değil. Ama olsun Rabbim istedi mi dağlar büklüm büklüm bükülür. Bir sivrisinek ile yeni bir dünya kurulur. Yeter ki biz imanımızı güçlendirelim yeter ki biz Allah’a Rasulü’ne ve O’nun varislerine güvenelim. Yeter ki biz birbirimizi sevelim. Dostunu dost düşmanını düşman bilelim.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort