JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 01 Temmuz 2014 19:37

HAYATIN BESMELESİ İNSANI KÂMİLDİR

hayatin besmelesi

Hayatın Besmelesi İnsanı Kâmildir - Dilhûn Âşık

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Hayatın Besmelesi İnsanı Kâmildir

 

Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm, Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

“Euzu” sığınıyorum.

Sığınma davranışının çağrışımlarını biraz aralarsak…

Sığ: Denizin insana zarar vermeyecek bölgelerine sığ deriz. Emin bölge anlamında kullanırız sığ kelimesini.Emin bölge.

Sığ: Kelimenin aslı ‘sıg’dır. Bugünkü Türkçemiz’de ‘sıg’, ‘sık’ olarak kullanılır. Yani sıklık manasında kullanılır. Günlük kullanımlarda; safları sıklaştırmak, aradaki mesafeleri daraltmak, yok etmek, yan yana, bitişik olmak anlamlarında kullanılır.

Sık sık: Tekrarlılık ve devamlılık belirtir. Bir işin sürekliliğini ve devamlılığını anlatırken genellikle kullanırız.

Sıkılma: Bir başkasının sana yakın oluşunun ağır gelmesi. Devamlılığın usanç doğurduğu haller…

Bu çağrışımlardan yola çıkarsak...

“Allah’a sığınıyorum!”

Emin bölgem Allah’tır. Birliğim, dirliğim Allah’tır. Sağlam kalem Allah’tır. Muhafaza oluşum Allah’ladır.

Allah’a sığınmam insanlarla aramdaki mesafeleri mümkün olduğunca ortadan kaldırmakla mümkündür. Allah’a sığınmak ancak bizim birlik olmamızla mümkündür. Allah’a sığınma yerimiz birliğimizdir.

Hayatımın devamlılığı Allah ile irtibatımın kesilmemesiyle mümkündür. Allah’ın beni yaşatmasındaki süreklilik, benim Allah’a sığınma yerimdir. Yaşamımın sürekliliği bir sığınmadır. Böylece Allahu Teâlâ’ya “Beni yaşatmandaki iradeye sığınıyorum.” demiş olurum.

İnsan eylemlerinin şamatasından, eylemlerinin neticelerinin cenderesinden, kırıp dökmelerinden,kırılıp dökülmelerinden…kısacası; özündeki yalnızlığının etkisiyle kendisinden bıkıp, sıkılıp Rabbi’ne yönelip firar edip koşar. Firarı, Rabbi’ni özleme duygusundan doğar.

Her işimizde sebepleri dikkate almamızı irade buyuran Allah, tevessülü, kendisine yollar bulmada vesileler edinmemizi emreden Allah…

Meryem’e hurma dallarını salla, İsmail’e ayağını yere vur, Hacer’e yüreğinin endişelerini eylemleştir... diyerek sebepleri dualarına, ihtiyaçlarına yol yapan Allah; konu istiaze oldu mu kendisine doğrudan yol açıyor ve kuluna; “Allah’a sığınıyorum de!“ diye buyuruyor. O zaman neden, kimden sığınmamız bizleri böyle Âlemlerin Rabbi ile yüz yüze getiriyor?

Allah’a sığınıyorum.

Allah’a sığınıyorum! Neden? “Mine’ş-şeytan”

“Şatane” fiili bir kuyuya bir taş atıldığında taşın kuyunun en uzak yerine ulaşması hadisesini anlatmak için kullanılır. Uzaklığın en son noktasına varmasına, insanın tarif edemeyeceği noktaya ulaşmasına şatane denir. Yani şeytan Allah’tan akıl almaz bir şekilde uzak kalan anlamına gelir. Lanete uğraması bu anlamdadır. Yani uzaklaştırılması. Nereden? Allah’ın rahmetinden.

Bizler böylece diyoruz ki, Allah’a uzak kalmaktan sığınıyorum. Allah’tan uzaklaştırılmaktan Allah’ın yakınlığına sığınıyorum. Allah’ın mekrinden-azabından, Allah’ın lütfuna-şefkatine- merhametine sığınıyorum. Uzak düşmek istemiyorum. Uzakta kalmak istemiyorum. Uzaklaştırılmak istemiyorum. Uzaklığın her türlü şeklinden Allah’a sığınıyorum. Kâinattaki Allah’a en uzak nokta şeytandır. Şeytandan, Allah’a sığınıyorum.

“Racîm”

Recim olunmak. İslâm’da evlilik akdini zina ile bozan insanlar recim edilir. Ar ve namusu taşıyamayanlar, verdikleri ahdi-akdi-sözü taşıyamayanlar taşlanır. 

Buradaki taşlanmaktan kasıt insana en hakir edici, en küçük düşürücü, verilebilecek en aşağılayıcı bir cezanın verilmesidir. Recimden, yani taşlanmaktan kasıt, cezayı verirken hak edeni zelil bir duruma düşürmektir.

Recim sürerek uzaklaştırmaktır. Bir insanın yol arkadaşına, kader arkadaşına yaptığı ihanet aldığı cezanın mahiyetini, niteliğini değiştirir. Kovularak uzaklaştırılmaktır recim. Şeytan lanete uğramıştır. Lanet, bir daha Allah’ın şeytana merhameti ile davranmayacağını ilan etmesidir. İşte recim; merhametsiz, affı mümkün olmayan, geriye dönüşü tamamen kilitlenmiş bir uzaklaştırmadır.

Recm istiare yoluyla evham, şiddetli sövme ve kovma anlamlarına gelir. Kendisine hangi muamelede bulunulursa bulunulsun hep evhamın hakimiyetiyle hareket eder. Arkadaş olabilme yeteneğini, kabiliyetini yitiren kişidir recm’e uğrayan kişi. Onun için artık kanma ve kandırmadan başka yapılacak hiçbir eylem kalmamıştır.Kanınca ve kandırınca alçakca, sinsi sinsi ellerini ovuşturmak kalmıştır ona.

İşte bu şekilde bir uzaklıktan ve bu şekilde uzak düşürülmüş her varlıktan Allah’a sığınıyorum demektir istiaze.

İşte bir insanın “Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” demesi Allah ile yaptığı ahde, verdiği söze sadığım demesidir. Allah’ı namus edinmesidir. İnsanın namusu Allah’tır. İnsanın bu ahid ve namusunun; gafleti, düşmanlarının ve cehaletinin etkisi gibi şeylerle zedelenmemesi için titreyerek en içten duygularıyla Rabbine dönmesi ve yalvarmasıdır Allah’a sığınmak.

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm ismi ile...

Her şeyin seması, onun yukarı tarafıdır. “Sümuv” zihine yükselten anlamında kullanılmıştır. Sema yükselen anlamındadır, yani gök. Anıldığında, söylendiğinde şahısları zihnimize yükselttiği, onu hemen en iyi bir şekilde hatırlamamızı sağladığı için kullanılan kelimeye isim denilmiştir.

İşte bundan dolayı isim bir varlığı başkasına en anlaşılır ve en kolay bir yolla çağrıştırma özelliğine sahiptir. Nasıl ki insanlar isim ve soy isimleriyle en rahat bir şekilde öteki insanlardan ayırt edilebiliyorsa, sıfatlarıyla-nitelikleriyle öteki insanlardan ayırt ediliyorsa- ki sıfat da bir isimdir- Allahu Teâlâ’nın da kendisini en anlaşılır şekilde insanlara tanımlamasına Esma-ül Hüsna (Can alıcı isimler) denir.

Allah, Âdem’e Esma-ül Hüsna’yı öğretmiştir. Kendisini Âdem’e en ince teferruatıyla tanıtmıştır. İşte, “İsmi ile başlıyorum.” derken, Allah’ın peygamberlerine kendisini nasıl tanıtmışsa o şekilde tanıdığım ve o şekilde inandığım Allah’ın ismiyle, yani peygamberlerin bana tanıttığı Allah’ın ismi ile her işime başlıyorum, demiş olur. 

İsim ile vurgulanan bir yön, bir gerçek de peygamberlerin kendileridir. Allah’ı insanların iman ve tasavvurlarına zan ve hayalden ırak, nasılsa öyle getiren, kazıyan, işleyen peygamberlerin kendileridir. Allah’ın peygamberlerine dayanmayan hiçbir inanç ve fikir Allah hakkında sağlam olamaz.

Bu yüzden besmelenin başındaki isim yani Allah’ımızı bizlerin kalplerimize ve zihinlerimize getiren peygamberleridir. İsmi ile başlamak her işimize Allah’ın peygamberlerinin uygulamalarına göre başlamak demektir. 

Yemek yerken besmele çekmek, “Ben yediğimi Hazret-i Muhammed’in (sav) yediği gibi yiyeceğim.” demektir. Sünnet-i seniyye besmelemizdeki ismin hayattaki uygulamasıdır. Hayata besmele ile başlamak sünnete göre yaşamaktan ibarettir. Bugün hayatlarına besmele ile başlayan ne kadar da az insan vardır.

Besmele hayatını Hz. Muhammed’in (sav) hayatına benzetme ifadesidir. 

Hazret-i Muhammed (sav), insanlığın hayatının besmelesidir.

Allah’ın ismiyle…

Allah, bizleri var eden varlığın kendisini tanımlamak için seçtiği isimdir. Bizleri var edenin varlığını bizlere en iyi, en kapsamlı tanıtan ismi Allah’tır. Allah, ism-i fert’tir. İşte peygamberlerin Rablerinden aldıkları Marifetullahı (Allah bilgisini) karşılayan cami isim Allah’tır. Allah; ismi ile başladığım varlığın kendisidir.

Rahmân: Kullarına, yani arkadaşlarına yaratılış gayesine yönelik yaşamaları hususunda her şeyi seferber eden ve sonsuz bir ümitle kullarının bu gayeye ermelerini bekleyendir. Rahmân’ın kredisi limitsizdir. Rahmân kullarından hiçbir zaman ümit kesmeyen Allah’tır. 

Rahîm: Kulları içerisinde yaratılış gayesini anlayıp o gayenin yerine gelmesi için gayret edenlere kollarını açmış Rahmân’a denir. Yani Rahîm, Rahmân oluşunu anlayan kullara Rahmân’ın muamelesidir. 

İnsanları bir irade ile, bir kast ile, bir gaye-i azîm ile var eden, bu gayeyi kullarının en doğru bir şekilde anlaması için kulları içinden seçip yetiştirdiği peygamberlerini insanlığa gönderen Allah’tır .

Allah bütün bu işlemleri anlayıp İslâm olan yani yaratılış gayesini bilen kullarına müştaktır.

Ben böyle bir Rahmân, böyle bir Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlıyorum.

 

Yazar: Dilhûn Âşık

 

Salı, 01 Temmuz 2014 19:09

MUCİZE ve KERAMET HAKTIR

nisa 174

Mucize ve Keramet Haktır - Süleyman TALAN

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Mucize ve Keramet Haktır

 

Rabbimiz’e (cc) sonsuz şükürler olsun. Efendimiz’e (sav) zerreler adedince salât ve selâm olsun. Büyüklerimizden Allah (cc) ebediyen razı olsun. Bu ay Ehli Sünnet inancına göre mucize ve keramet konusunu irdelemeye çalışacağız. Allah (cc) yardımcımız olsun. Âmin.

Mucize; 

Peygamberlerin peygamber olduklarını ispat etmek için Allah’ın (cc) yardımı ile gösterdikleri olağanüstü olaylardır. Her Peygamberin kendi ümmetini ikna etmek için gösterdiği mucizesi vardır. Misal; İsa’nın (as) ölüleri diriltmesi, Musa’nın (as) denizi yarması, Dâvûd’un (as) eliyle demire şekil vermesi, Efendimiz’in (sav) ayı, parmağıyla ikiye bölmesi (şakkı kamer mucizesi), miraca yükselmesi, ümmi olmasına rağmen Kur’ân gibi beliğ bir kitapla gelmesi ve daha saymaya güç yetiremeyeceğimiz nice mucizeler göstermişlerdir. Bazıları mucizeleri hafife almak maksadıyla; “Canım bugün teknoloji o mucizeleri yapıyor.” diyorlar.

Biz de onlara deriz ki; “Canım Peygamberler o mucizeleri gösterdiklerinde bu teknoloji var mıydı?” Kaldı ki böyle söyleyenler meseleleri sulandırmak için böyle yapıyorlar. Musa (as) asasını taşa vurup su çıkartmış, adam bunu bugün artezyen yöntemiyle, makinalarla su çıkartmaktan ne farkı var diyor. Madem farkı yok sende eline bi asa al kuru bir taşa vur su çıksın, niye uğraşıyorsun ki? Bazı mucizelerden yola çıkarak belli teknoloji elde edilmiştir bu doğru. Fakat bunlar mucizelerle mukayese edilemez.

İnsanlık birleşse kıyamete kadar uğraşsa teknolojiyle ne miraca çıkabilir, ne ayı bölebilir, ne de herhangi bir mucizeyi peygamberlerin gösterdikleri şekliyle yapabilirler. Zaten mucizede aslolan o anda gösterilen toplumu Allah’ın (cc) kudreti karşısında aciz bırakmak ve o andaki peygamberi Allah’ın (cc) desteklemesidir. Yoksa öyle teknoloji olsun veya hâşâ gösteriş olsun diye değildir. Allah (cc) her meseleyi doğru anlayıp iman etmeyi nasib etsin bizlere. Mucize ile alakalı birçok ayeti kerime ve hadisi şerif mevcuttur. Özellikle Efendimiz’in (sav) gerek kendi saadetli zamanında gerek sonraki zamanlara yönelik çokca mucizeleri mevcuttur. Kendinden sonra olacak hadiselerden çokca haber vermiş ve birçoğu vuku bulmuş, bazısıda zamanın gelmesini beklemektedir. Mucize peygamberin kendi kudreti ile olan bir hadise değildir. Allah’ın (cc) kudreti ile vuku bulur. Bu yüzden mucizeyi inkâr etmek küfürdür.

Keramet;

Allah’ın (cc) kudreti ile Allah’ın (cc) veli, salih kullarından sadır olan olağanüstü hallerdir. Bu tür hadiseler o veli için keramet, ümmeti olduğu Peygamber için de aynı zamanda mucizedir. Kerametin maksadı hâşâ gösteriş yapmak, insanların dikkatini çekmek vs. süfli şeyler değildir. Kerametten maksad kendisinden sadır olan velinin Allah (cc) tarafından desteklenmesi, insanların içlerindeki şüphe ve vesveselerin giderilmesi, mü’minlerin imanlarının ziyadeleşmesi, kafirlerin küfrünün ziyadeleşmesi gibi hikmetleri vardır. Bunlarla birlikte İslâm büyükleri buyurmuşlardır ki, kendisinden keramet zuhur eden veli o kerametin görünmesinden dolayı çok utanır, sıkılır. Öyle filmlerde gösterildiği gibi veliler keramet gösterirken hadi bi keramet göstereyim de seyredin havasında keramet göstermezler. Keramet, tamamen bir hikmete binaen vuku bulur. Yoksa öyle sürekli görünecek diye bir kaide yoktur. Çok keramet göstermek büyüklük alameti değildir. Sürekli keramet peşinde olmak Müslümana yakışan bir hadise değildir.

Unutmayalım ki sahabe efendilerimizin (ra) çoğundan keramet sadır olmamıştır. Çünkü onlar Efendimiz’i (sav) görmüşler başka bir şeye ihtiyaç duymamışlardır. Allah (cc) bizleri onların imanlarına bağışlasın. Ğavs Hazretleri’ne bir gün birisi sormuş ki; “Efendim büyüklerin kerametleri olur sizde niye pek görmüyoruz?” Ğavs Hazretleri bu söz üzerine mendilini asası üzerine atar ve bir müddet sonra kaldırdığında mendilin altından meyve çıkar ve soruyu sorana ikram eder. Yedikten sonra buyurur ki; “İşte keramet böyledir burada yedin ilerde çıkaracaksın, aslolan bu değildir.” Evet aslolan acaib hadiseler peşinde koşmak değildir. Aslolan imandır, ameldir, ahlâktır, anlayıştır, rızadır. Efendimiz (sav); “Maleyaniyi terketmesi kişinin imanının güzelliğindendir.” (Tirmizi) buyuruyor. 

Eğer kişi iman, ilim, amel gibi meselelerle ilgilenmeyip sadece böylesi acaib hadiselere merak salarsa o kimse için malayani olur. Büyüğümüz Hâce Hazretleri bir defasında Ğavs Hazretleri’nin irşad usulünden bahsederken; “Elhamdülillah biz öyle keşifle, kerametle çok meşgul edilmedik.” buyurarak insanın Hak yolunda böyle şeylerle çok meşgul olmasının uygun olmadığını anlatmışlardı. Bir başka seferinde ise; “Biz keramet oyuncaklarını kırıp attık.” buyurarak bunların mânevî olgunluğa erişmemiş insan için oyuncak gibi olduğunu anlatmışlardı.

Kur’ân’da Keramet Örnekleri:

Bütün bunlar bizim kerametle çok meşgul olmamamız için nakledildi. Asıl konumuz ise kerametin dinde var olduğunu izah etmek. Allah (cc) Kur’ân’da Meryem annemizden bahsederken onun kerametlerini anlatır. (Âl-i İmrân; 37) O bir yere gitmemesine rağmen yanında bulunduğu çevrede yetişmeyen meyvelerin bulunması Meryem annemize Allah’ın (cc) bir lütfudur ve keramettir. Çünkü Meryem annemiz peygamber değildir. Kehf Sûresi’nde anlatılan Ashabı Kehf’in durumu yıllarca mağarada yemeden, içmeden uyumuşlar. Bu o insanlara verilmiş bir ikram ve neticede onların kerametidir. Neml Sûresi’nde geçen Süleyman’ın (as) vezirinin bir anda Belkıs’ın tahtını sarayından alıp Süleyman’a (as) getirmesi o vezirin kerametidir. Daha bir çok örnekler Kur’ân’da ve hadisi şeriflerde mevcuttur.

Bu örneklerde geçen insanlar peygamber değildir. Öyleyse bu insanlar sadır olan hadiseler mucize değil keramettir. Keramet Allah’ın (cc) kudretiyle meydana gelir. Bu yüzden kerametin varlığını inkâr etmek, Allah’ın (cc) kudretini inkâr etmek olacağından küfürdür.

Her Olağanüstü Hadise Keramet Değildir:

Allah (cc) bazen imtihan gereği bazı kafir kimselerede olağanüstü haller vermiş. Mesela; firavunun kırk gün defi hacete çıkmadığı, yiyip içmediği anlatılır. Ama o bu halleri -hâşâ- ilahlık alameti diye göstermeye çalışmış. Bu tür olaylarada istidraç denilir. Bunlar bir büyüklük alameti değildir. Bugünde dünyanın muhtelif yerlerinde bazı insanlar bazı ruhsal özellikleri kullanarak olağanüstü şeyler gösteriyorlar. Bunlarda keramet değildir. Bunları uğraşan herkes yapabilir. Keramet kişinin müdahalesi olmaksızın tamamen Allah (cc) lütfuyla bir hikmete binaen vuku bulur.

Kerametin şartı imana muhalif olmamalı, salih bir insandan sadır olmalı, bir hikmete binaen olmalı. Bizler bütün kudretin Allah’a (cc) ait olduğunu unutmamalıyız. Allah’ın (cc) dilediğinde diledeği insandan böyle bir hadise gösterebileceğine iman etmeliyiz. Rabbim (cc) bizlere kâmil iman, salih amel, muslih bir kalb ve doğruyu yanlıştan ayırt edecek firaset nasib eylesin. Âmin.

 

Yazar: Süleyman TALAN

 

Salı, 01 Temmuz 2014 21:14

KARDEŞİNİN AÇIĞI SENİN YARANDIR

musluman kardesinin ayibi

Kardeşinin Açığı Senin Yarandır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Kardeşinin Açığı Senin Yarandır

 

Uhuvvet; kardeşlik, arkadaşlık ve dostluk anlamlarına gelir. Uhuvvet her Müslümanda bulunması gereken en önemli vasıflardan birisidir. İslâm’da uhuvvet Allah’ın emri, Resûlullah’ın sünnetidir. İslâm’da uhuvvet; Müslümanların kalplerinin, ruhlarının ve bedenlerinin imanları gereği birleşip aynı anda, aynı hedefe kenetlenmesidir, iman bağıyla birbirlerine bağlanmasıdır. Bağların en güçlüsü olan kardeşliği de önderimiz, örneğimiz ve Peygamberimiz (sav) şöyle tarif ediyor; “En sağlam iman bağı Allah için birbirini sevmek ve Allah için birbirini sevmemektir.” (Buharî)

Yine İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed (sav); “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın, diğer Müslüman’a ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” buyurur. (Tirmizî)

Dosta sadakatte, kardeşliğin en büyük örneğini ‘sıddik’ ismini hakkıyla almış bulunan Hazreti Ebû Bekir (ra) efendimizde görürüz. Kâinatın Efendisi’nin en zor zamanlarında hep yanında olan, O’nu (sav) yalnız bırakmayan vefalı dost Hz. Ebû Bekir (ra) zorlu hicret yolculuğunda da açlığı, susuzluğu, hayati tehlikelerin her türlüsünü hiçe sayarak, dostunun yanında birlikte olmayı seçti. Efendiler Efendisi’ni (sav) canından çok sevdiğini fiilen kanıtladı.

Sevr Mağarası’nda, dostunu korumak için, ayağıyla yılan deliğini kapattı. Ayak tabanını, yılanın zehrine, dişini sıkarak dayadı. Acısını dosta belli etmemeye, dostunu üzüntüsüyle üzmemeye çabaladı. Yılandan çok daha tehlikeli olan düşmanları, mağaranın kapısına dayandıklarında ise, dost adına öyle derin bir hüzne düşmüştü ki...

Yüceler yücesi Rabbimiz, Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir’i (ra) tesellisini şöyle nakletti; “Mahzun olma! Muhakkak ki Allah (cc) bizimle beraberdir…” Yol arkadaşı olmuş biricik dostun Efendimiz’e (sav) gösterdiği bu samimi yakınlık ve vefa Allah’ın (cc) yardımını davet ettirdi. Zaten gönüller bir olduktan sonra neler olmazdı ki…

Dostça; samimane, şeksiz, şüphesiz, pazarlıksız kenetlenen saf gönüllere Allah’ın acil yardımı yetişir ve onlar mahzun da olmazlar.

Hz. Ömer (ra) bir gün bulunduğu ortamdaki arkadaşlarına; “Dileklerinizi belirtin!” dedi. Birisi; “Şu ev altın dolu olarak benim olsa da onu Allah yolunda infak etsem.” dedi. 

Bir diğeri de; “Bu ev inci, zebercet veya mücevher dolu olsa da onu Allah yolunda infak etsem diye.” temennide bulundu. Hz. Ömer; “Dilemeye devam edin!” deyince arkadaşları; “Ey Mü’minlerin emiri! Biz ne dileyeceğimizi bilmiyoruz. Siz ne dilediğinizi söyleyin!” dediklerinde Hz. Ömer; “Ben isterim ki bu ev Ebu Ubeyde gibi kimselerle dolu olsun.” diye cevap verdi. (İbn. Cevzî) 

Hz. Ömer’in imrendiği Ebû Ubeyde cennetle müjdelenen 10 kişiden birisidir. Resûlullah ile birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Şam diyarını fetheden komutanlardandır. Kâinatta Allah’tan sonra en değerli varlık kaliteli insandır. Her şey kaliteli insanla değer kazanır. Altın, gümüş, elmas gibi madenlerin değerini de ancak insan takdir eder. İnsan kaliteli olmadıkça eşyanın kalitesi de bir anlam ifade etmez. Kalitesiz insanın elinde kaliteler de heder olur.

Bir insanı gönülden seven, gönülden sayan, iyiliğini isteyen, iyi ve kötü gününde yanında olan, çaresiz kaldığında yardım edip onu yalnız bırakmayan, kendisi için istediğini onun için de isteyen, ya da kendisine reva görmediğini onun içinde görmeyen ahbap ve yâren kişiye dost denir. Sevginin ilerlemiş haline ise bizler “dostluk” diyoruz.

İslâm kardeşliği bize dost olmayı emreder. Kardeşlik aynı anadan doğmak değildir. Aynı değerlere inanmak, baş koymak demektir. Kardeşliği ihdas etmek imanımızın gereğidir. Birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olamayacağımızı Efendimiz (sav) açıkça ifade etmiştir. Dinimiz sevgi dinidir. Seven sevdiğini kendisine tercih eder. İnsanı bencillikten alıkoyar. Ortak hareket etme duygusu geliştirir. Herkesin ben dediği yerde varlık oluşur. Varlık asıl ortaya çıkması gerekeni gölgeler. Kaybolup gitmesini sağlar. 

Günümüz meselelerinin altında yatan temel sebep benlik değildir de nedir. Benliğin gölgesinde hangi güzellikler kaybolup gitmemiş ki…

Burada mevcut dünyamızda yitirmiş olduğumuz, çok kıymet taşıyan bir özellikten bahsetmek gerekir: Vefa… Unuttuğumuz ya da unutturulduğumuz çok güzel bir haslettir vefa… Çok yakın bir zamana kadar var olan ama günümüzde çok az rastladığımız bir özellik vefa… Toplumu toplum yapan, cemaati cemaat yapan bir güzelliktir vefa… Dostlar arasında, kardeşler arasında olmazsa olmaz bir haslettir vefa…

Bir aşığın maşuğuna, bir dava adamının davasına ve bir dervişin, mensup olduğu yola her şeye rağmen sadık kalmasıdır, vefa. Bu uğurda her şeye katlanması ve her şeyi sineye çekmesi, gerçek dava adamına düşen vazifelerin en önemlisidir belki de, davasına karşı vefa göstermesidir. 

Sözlükler, vefayı şöyle açıklar; “Sözünde durmak, sevgi ve dostlukta sebat ve devam. Ödemek, yetişmek.” İnsanların birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eden, fertleri birbirine bağlayan yüce bir duygu, bir mıknatıstır âdeta.

Yuvalar, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise, devam eder ve canlı kalır. Millet, bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi vatandaşına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur.

Vefa, sevgide devamlılık demektir. Vefa demek, ihtiyaç hâlinde ona yardım etmektir. Arkadaş, öldükten sonra, onun çoluk çocuğunu, yakınlarını sevmek, onlarla ilgiyi kesmemek de vefadandır. Müslüman vefakâr olur. Vefa, dostlukta, bağlılıkta sebat etmektir. Arkadaşına yaptığı iyiliği az görüp, onun yaptığını çok bilmektir. Vefa demek, gerek hayatta iken ve gerekse öldükten sonra sevgi ve ilgiyi devam ettirmek demektir. İslâm kardeşliğinin mayasıdır vefa, Şair ne güzel söylemiş; 

Vefalı çıkarır kardeşliğin tadını,

Vefasızlar alır dostunun ahını.

Atalarımız; “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derken vefanın ne kadar önem arz ettiğini ve yıllar öncesinde bu özelliğin nasıl yaşandığını bizlere anlatmışlardır. Ya şimdi? Bu güzellikten ne kadar da uzak yaşamaktayız. Bizi biz yapan değerler arasında olan vefadan ne kadar da uzaktayız.

İnsan sosyal bir varlıktır. Birbirine daima muhtaç olarak yaratılmıştır. Dostluk biz insanlar için vazgeçilmez bir şeydir. Zaman zaman içimizi dökeceğimiz, dertlerimizi paylaşacağımız, moralimiz bozulduğunda, canımız sıkıldığında, bir musibetle karşılaştığımızda kısacası iyi ve kötü günde birbirimizi teselli edecek her zaman bir dosta ihtiyacımız vardır.

O, dayanışmanın, barışın, kardeşliğin, birliğin dirliğin, yek pare bir vücut olmanın sembolüdür. O, sevinci mateme; sevgiyi nefrete, sadakat ve güveni hileye dönüştürmez. Ruhlar onunla canlanır, gönüller onunla coşar taşar, insan onunla huzur ve mutluluk bulur.

Onun olduğu yerde, aldatma, zulüm, kavga, gürültü, gözyaşları olmaz. Onun olduğu yerde güvensizlik, umutsuzluk, adaletsizlik olmaz. O yaramızın merhemi, mutluluğumuzun kaynağı, barışın sancağı, gönüllerin gülüdür. Yürekler onun ateşiyle tutuşunca dağlar yol, damlalar derya olur. Dost dostun ‘ibret aynası’, ‘şefkat kalesi’, ‘tecrübe mayası’, ‘dayanışma sırrı’, ‘güven köprüsü’, ‘sevgi şelalesi’dir. Örnek yaşayış, ince anlayış, mütevazı duruş gerçek dostların işidir. Cephesi dostlara dönük olmayanın yüreği dostluğa dönük olmaz. İstikameti yanlış, yürek pusulası bozuk, fikir düşüncesi paslı olan insandan dost olmaz. Merhamet ipi kopunca dostluk bağı kopmuş olur. 

Arkadaşlık herkesle yapılabilir. Dostluk erdemli kişilerden seçilir. Zaten ahmak insanla kimsenin işi olmaz. Fakat din kardeşinin hakkına riayet etmek, imanımızın kaidesidir. İsteyelim ya da istemeyelim, din kardeşimizin kıymetini Mevlâ-yı Zülcelâl belirlemiş, birbirimizi sevmeye mecbur bırakmış. Şuyu var, buyu yok demeden birbirimizden mes’ul tutmuş. Namusunu, namusumuz; eksiğini, eksiğimiz; hatasını, hatamız bilmemizi istemiş. Yanlış arayan değil, varsa yanlışı onu incitip rencide etmeden düzelten olmamızı istemiş. 

Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa) ihvanın birbirleriyle hukukunu anlatırken verdikleri misal çok manidardır. Hatırladığım kadarıyla ki; Şahı Hazne Hazretleri (ks), müridânıyla bir yolculuğa çıkar. İçlerinde o zamanlar eğitimini daha tamamlamamış Molla Abdülhakîm (ks) Hazretleri de vardır. Bir sebepten dolayı Şahı Hazne Efendimiz (ks) celallenerek Molla Abdülhakîm (ks) efendimizi yolculuk yaptıkları vasıtadan indirip beklemelerini emreder. Geleceğin Ğavsı, sultanımız ikilemeden emre riayet eder. 

Yola devam edilir. Yolculuk boyunca ihvanın aklı hep yolda indirdikleri arkadaşlarındadır. Fırsat kollarlar ki ne yapsak ne etsek de kardaşımızı bıraktığımız yerden Şahı Hazne Sultanımız’a geri dönüp aldırsak. Derken Efendi Hazretleri (ks) müridlerinden bir ilahi söylemelerini ister. İşte fırsat; kardaşlığı anlamış ağabeyimiz, büyüğümüz hemen atılır; “Efendim, bu ilahiyi Molla Abdülhakîm ne kadar da güzel söylerdi. Keşke aramıza onu da alsak, bu ilahiyi ondan dinlesek.” der. Şeyh Efendimiz’in emriyle geri dönerler. Bıraktıkları yerden ihvanlarını alırlar. Muhabbetlerine devam ederler. 

İşte böyle gönüllerden çıkan muhabbet hiç kesilmemiş. Yıllar geçse bile hep taze kalmış. Ne mutlu ki Allah (cc) bizlere de o muhabbet menbaı olan gönüllere dahil etmiş. Rabbim kıymet bilmeyi, anlamayı hepimize nasip etsin.

Kardeşim diyebilmenin bile zor olduğu, günümüz dünyasında insanlara İslâm’ın kardeşliğini yaşayarak göstermek en büyük tebliğdir. Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa) buyurmuşlardı; “Çok söz yalansız olmaz.” Zaten aynası iştir kişinin söze ne hacet. Her şey ortada görünen köy kılavuz istemez. Belki de en çok konuşulan fakat en az yaşanan din İslâm’dır. Muhakkak öyle ki her şeyin en güzelini sunan Din-i Mübin-i İslâm’ın müntesibi olan bizler aramızdaki kardeşliği yayamadığımızdan dünya arayışta olsa da İslâm’ı bulan çok az. Burada mutlak gerçek şu ki; eksik olan Müslümanım diyen bizler de yoksa dinimiz tastamam elhamdülillah. 

Biz birbirimize ne kadar çok kenetlenirsek, birbirimizle sıklaşırsak birbirimizin güzelliklerinden nasipleniriz. Aramızdaki kardeşlik bağları sağlamlaşır. Açık arayan değil, örten oluruz. Birbirimize sabrederiz. Güzeli görürüz. Mevlâmız’ın baktığı gibi bakarız birbirimize. Bağışlayan oluruz. Biliriz ki kardaşımızın açığı bizim yaramızdır. Kardaş hakikatan kardaşsa yarayı teşhir eden değil sarandır. Kendisi saramasa da sarana götürür. Adeta ölü toprağı serpilmiş gibi kayıtsız kalamaz.

İnsanın Rabbi’nden başka eğileceği tek yer kardeşinin hizmetidir. Bizim yolumuz hizmet yoludur. “Halka hizmet, hakka hizmettir.” buyurmuşlar. İnsan kardeşine hizmette eğildikçe Mevlâsı onu doğrultur. Geride eksik bıraktıklarını tamamlar.

Kardeşinin hizmetinde olan hep diri kalır. Bedeni yaşlansa da gönlü tapatazedir. Cemaatimiz içerisinde de hepimizin tanıdığı, takdir ettiğimiz bedenleri yaşlı gönülleri delikanlı elleri öpülesi ağabeylerimizi her şeye rağmen taze tutan hizmet değil de nedir. Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa) hep buyururlar; “Akan su pislik tutmaz.” Kim kardeşinin hayrına gayret ederse hep temiz kalır. Onda tortu, bakteri, virüs barınmaz. Tadı hep lezizdir. İçtikçe içirir; içene şifa olur.

Ya Rabbi! Sen bizleri kardeşlik şuuruna erdir. Bizi birbirimize sevdir. İslâm kardeşliğini anlamayı, yaşamayı, yaşatmayı, gaye edinmeyi ve bu uğurda gayret göstermeyi hepimize nasip et. Âmin.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Salı, 01 Temmuz 2014 21:01

CEMAAT BÂB-I RAHMETTİR

cemaat bab ı rahmet

Cemaat Bâb-ı Rahmettir - Taha TAVACI

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Cemaat Bâb-ı Rahmettir

 

Yüce Rabbimiz’in adı ile başlar ve yalnız O’ndan yardım dileriz. Salât ve selâm Efendimiz’e, O’nun ashabına, ehli beytine, pak zevcelerine, O’nun soyundan gelenlere, bağlılarına, dostlarına olsun.

Cem’ kelimesi sözlük manası olarak; birleşmek, kaynaşmak, beraber olmak gibi anlamlara gelmektedir. Cemaat, camia, cami, cuma kelimelerinin kökü aynıdır; hepsi cem’ olmak, birleşmek ile alâkalıdır. İslâmî anlamda ümmet içinde oluşan gruplara cemaat denilmektedir. Günümüzde de İslâm dünyası içinde birçok cemaat bulunmaktadır. Peki, cemaat nedir, cemaatin önemi nedir ve cemaat olmanın gereklilik ve sorumlulukları nelerdir, Cenâbı Hakk’ın istediği cemaat profili nasıldır? Bütün bu işler yapılırken bu cemaatler hangi minval üzereler, kıstasları kim, kimleri örnek alıyorlar? Bunlar pek mühim meselelerdir. Çünkü cemaat olmanın türlü sorumluluk ve gereklilikleri vardır.

Cemaat olmak, Rıza-yı Bârî’ye ulaşmak için birleşmek demektir. Yekvücut olup Ehad olana ulaşmak. Amaç bu olmalıdır. Bu veçhile cemaatler vahdetin ve tevhidin işlendiği okullardır. Devam zorunluluğu olan ve derslerin iyi anlaşılması gereken okullar; gayeden, hedeften kıl kadar sapılmaması gereken okullardır. Temeli sağlam olmayan bir binanın ilk sallantıda yıkılması gibi, birleşmelerindeki kasıt Cenâbı Hak dışında bir gaye olan kalabalıklar İslâmî açıdan cemaat sayılmazlar. İlk nefs oyununda yeni-lirler, rızanın dışındaki işleri kolayca yaparlar, kıstasları sadece kendileridir. Belki bu cemaat denilen kalabalık güruhlarda zâhiren kişi sayısı artıyor, ulaştıkları mecralar ve kimseler fazlalaşıyor gibi gözükse de bu, Hak Teâlâ’nın mekrinden başka bir şey değildir.

Cenâbı Hak çeşitli manaları, kavramları ve ibadetleri birbiriyle cem ederek bir çok hakikatin ihdasını gerçekleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde namaz ve zekât kavramları beraber geçmektedir. Çünkü, bu kavramlar dünyamızda da birbirinden ayrılmaz ibadetlerdir ve birbirini tamamlayıcıdırlar. Ebû Bekir efendimiz zekât vermeyen kabilelere savaş açarken; “Allah’a yemin olsun, namaz ile zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım.” buyurmuşlardır. Bu birliğe çok önem verdiklerini bu sözlerinden anlayabiliriz. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenâbı Hakk’ın Gafûr ve Rahîm sıfatları beraber zikredilmektedir ki Allah’ın rahmı daha iyi idrak edilsin, bu iki sıfat beraber gönüllere daha iyi yerleşsin. Aynı zamanda bu iki sıfat da birbirinin tamamlayıcısıdır. Allah dostlarının Kur’ân-ı Kerim ile tev’em olmaları da pek çok hakikatin insanoğlu tarafından anlaşılabilmesine vesile olmuştur. Hz. Âdem ile Havva annemizin birliğinden insanoğlu neşet etmiştir. Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’in hicretteki o halleri, ikinin birincisi ve ikinin ikincisi olmaları Cenâbı Hakk’ı öylesine memnun etmiş ve Hak Teâlâ kudreti ile Efendimiz’in sadrındakileri Ebû Bekir efendimize aktarmış, böylelikle bizim yolumuz, ‘Hâcegân’ ola gelmiştir. Müslümanlara Cuma günü bayram kılınmış, Müslümanlar bir olunca bayram olmuş. Nur Sûresi’nde; “Ey Mü’minler! Hep birden (topluca) Allah’a tevbe ediniz.” buyrulmuş. Tevbenin dahi beraberce olması emredilmiş. Bütün bu örnekler bize, Hak için birleşmenin istenmesini ve önemini göstermektedir.

Cenâbı Hak insanı ana rahmine koyduktan yaklaşık kırk gün kadar sonra kalb atmaya başlar. Bu safhaya kadar bebek ana rahminde belirli evrelerden geçer. Vücudu belli olmaya, kolları ve bacakları uzamaya, parmakları yavaş yavaş şekillenmeye başlar. Bu zaman zarfı içinde yavru, tek bir hücreden başlayıp milyarlar hücreye çoğalır. Efendimiz’in İslâm’ı açıktan yayması da Hz. Ömer’in İslâm ile şereflenip, sahabe efendilerimizin sayılarının kırkı bulması ile olmuştur. Yani bu vakte kadar da bir iç gelişim ve bazı kaidelerin, anlayışların oturtulması gerçekleştirilmiştir ashab içerisinde. İslâmiyetin bu olaydan sonra açıktan yayılmasının, cemaatin/ümmetin içinde çeşitli görevlerde bulunacak kişileri oluşturmak gibi nedenleri de olabilir. Çünkü toplumun ilmî, ticarî, ziraî, askerî ve tıbbî açıdan yetişmiş elemanlara ihtiyacı vardır. Bir topluluğun hepsi tarım ile uğraşsa, ilmi yayacak kimseler olmasa belli bir süre sonra toplumda tıkanıklıklar oluşur. Sahabe efendilerimiz o zaman İslâm Toplumu’nun çekirdeğini oluşturacak bir yapı kurdukları için belirli bir sayıya gelip rızıklarını temin edecekleri kadar ticaret yapmaları, kendilerini düşmanlara karşı savunmak için askerî özellikleriyle öne çıkan sahabelerin olması ve toplumun her ne ihtiyacı var ise onların karşılanması hususunda yetişmiş kimseler gerekliydi. Aslında o gün İslâm’ın açıktan yayılmaya başlamasının sebebi sadece sahabelerin sosyal vasıfları değil; onların birbirleriyle olan yakın ilişkileri, birbirlerinde fâni olup, tek gayelerinin Rızayı İlâhî olması ve Efendimiz’in mânevî vücudunda birbirini tamamlayıcı şekilde çalışan azalar gibi olmalarındandır. Kırk kişi belki o gün Mekke nüfusuna göre pek az idi ama onların Cenâbı Hakk’a olan güvenleri, yekvücut oluşları onları galip getirmiştir. Çünkü sayı çok fazla olsa bile, bir olunulmadığı zaman, bir kesret ifade etmez. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurdukları gibi çokluktan kasıt kalitedir, niteliktir; nicelik değil.

İbn Ömer’den (ra), Efendimiz’in şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Allah ümmetimin işini dalâlet üzerine asla toplamaz. Siz büyük çoğunluğa uyun. Allah’ın (yardım ve inayet) eli cemaatle beraberdir. Kim cemaatten ayrılırsa, cehenneme ayrılır.” Halk dilinde de söylenir ‘eli üzerinde olmak’ deyimi. İlgilenmek, korumak, gözetmek, bazı işleri başkasının yerine üzerine almak gibi anlamlar içermektedir. Allah Teâlâ hak üzere olan cemaate böylesine yakınlık gösteriyor. Aynı zamanda hadiste geçen ‘el’ kelimesi de hak üzere olan cemaatin yaptığı işlerin, doğrudan Cenâbı Hakk’ın katından olduğunu, öylesine değerli olduğunu göstermektedir.

Büyüklerimiz buyurmuşlardır ki; “İki kişi Allah için bir araya gelirse, üçüncüleri Allah’tır.” Buradan da anlaşıldığı gibi cemaat olmaya, bir olmaya teşvik edilmekteyiz. Devlet nasıl ki ar-ge projeleri için KOSGEB gibi birimler kurup, girişimcilere ticarî, sanayi, ziraî ve teknolojik anlamda destek oluyorsa, lâ teşbih, Cenâbı Hak bizzat kendi cemaate ortak oluyor ve cemaati destekliyor. “Siz iki olun, üçüncüsü Allah’tır. Yeter ki siz Allah için birleşin.” demişler. Bu bizim için ne de büyük bir müjdedir. Nasıl ki ashab Bedir’de meleklerle aynı safta cihâd etti ise, bu dünyada cenneti gördüler ise Cenâbı Hakk’ın da bizi böyle büyük bir nimet ile şereflendireceği buyruluyor.

Evet, elimizde çok muazzam bir değer var; elhamdülillah bir cemaat mensubuyuz. Ama cemaate olan intisablığımızın kıymeti çok ve hassasiyeti bir o kadar ağır. Cemaatin birliği ve devamlılığı, iyi bir şekilde işleyişi çok hassas dengeler üzerine kurulmuş durumdadır. Çok dikkat etmeliyiz. Çünkü büyüklerimizin verdiği müjdede “Üçüncüleri Allah’tır.” buyruluyor. Ortada Cenâbı Hakk’ın bir ortaklığı var. Kendimizi ilgilendiren bir işte bile ne kadar hassas davranıyoruz. Amandır bir hata çıkmasın, bir eksiklik olmasın, bana zararı dokunur sonra. Ya Cenâbı Hakk’ın işi. Bizim işimizle karşılaştırılabilir mi? Bu yüzden cemaat bütünlüğünün idamesi ve işleyişinin sürekliliği, aramızdaki uhuvvetin tesisi pek mühimdir.

Bizans imparatoru, Hz. Ömer’e bir elçi göndermiş, elçi çölleri aşarak Medine’ye kadar gelmiş ve ahaliye; ”Halifenin sarayı nerede?” diye sual etmiş. Ahali de; “O’nun sarayı yok, her ne kadar Mü’minlerin emiri ise de, O’nun yoksullar gibi sadece bir kulübesi var.” demişler. Bunu duyan elçi hayrete kapılmış ve Hz. Ömer’i aramaya başlamış. O sırada Emir’ul Mü’minîn’i bir gölgelikte uyurken görmüş ve “Nasıl olur da bir kavmin önderi böylesine tevazu sahibi olabilir, halkı içinde olabilir?” diye taaccüb etmiş. Bu kıssa bize çok tesir etmiştir. Hz. Ömer bir halife, bir devlet reisi olmasına rağmen cemaatin içine karışmış, onlardan bir fark ortaya koymaya çalışmamış. Ben halifeyim, Emir’ul Mü’minîn’im şöyle bir kendimi göstereyim, halk beni tanısın, bana tazim etsin yok. Sadelik var, kulluk var. Onlar kul bir peygamberin talebeleri.

Ama günümüzde pek çok cemaatin içinde kast sistemi şeklinde gruplaşmalar görmekteyiz. Bir üst görevdeki denilen kişi ile yeni gelmiş bir kişinin görüşmesi neredeyse imkânsız. Kendilerine özel gruplar, birleşmeler... Samimi niyet ile gelenlerin kalbini kırma; onları küstürme, bezdirme... Ve en acısı da bu konularda kendilerini haklı görme. Bir uhuvvet yok, birbirini çekememezlik hâkim. Ben daha iyiyim, ben daha iyi olayım, ben daha üst görevdeyim, ben daha öndeyim, ben daha önce geldim vs. gibi. Biz daha çok kitap okuduk, bizim ilmimiz daha çok diyen yahudi âlimlerine benziyorlar. Hâlbuki kulluğumuz ön planda olmalı. Her gün en az 21 defa namazlarda zikrediyoruz; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlüh”. Hiç düşünmüyor muyuz ki Efendimiz’e salât ederken önce O’nun kul olduğunu söylüyoruz. O dahi (sav) bize kulluktan başka bir yol göstermemiş iken biz hemen vasıflanmak ve bu vasıflarla tanınmak istiyoruz. En yüce makam kulluk, en yüce makam insan olmak. Cenâbı Hak Kur’ân-ı Kerim’de ruhumdan nefhettim diye buyurduğu varlığı insan olarak tanımlamış. Devlet reisi dememiş; bölge abisi, sohbet hocası, prof, din âlimi vs. dememiş; sadece insan demiş. Bunu biliyoruz ama hala bize insan demesinler diye; hoca desinler diye, ne de iyi biliyor desinler diye inat edip duruyo-ruz. ‘Diye’lerin sonu gelmeden ömrümüz bitiyor. Hâlbuki arkamızdan deseler ki; “O güzel bir insandı.” Bizim için en büyük müjdedir ki insan olmaktan ötesi yok. Çocuğumuz doğarken araştırıyoruz ki ismi Kur’ân-ı Kerim’de geçen isimlerden olsun. İsmini koyuyoruz ama Kur’ân-ı Kerim’de geçmeyen ne kadar sıfat varsa onları almak için ömür bitiriyoruz. Zorla kendimizi mağdub etmek istiyoruz. Ne güzel buyurmuşlar; “Bedenimde azalarım, isimsiz kahramanlarım.” İsimsiz, isim yok! Ama biz hala beni tanısınlar, beni bilsinler, tazim etsinler vs. diyoruz. Rabbim böyle bir anlayıştan hepimizi korusun.

Buradan bir ağabeyimiz Bulgaristan’a gidiyor. Orada gezerken Müslümanların çoğunlukta olduğu bir kasabayı duyuyor ve uğramak istiyor. Gittiği zaman kasabada Türkiye’deki cemaatlerden birine mensub biri ile karşılaşıyorlar. Abimiz seviniyor bir memleketlisini gördüğüne ve konuşmaya başlıyorlar. O adam hemen diyor ki; “Siz buralara boşuna gelmezsiniz.” Şok edici bir laf. Hemen niyetini ortaya koyuyor. Çünkü kendisi orada türlü bahanelerle Müslümanlardan para araklamakta. Korkuyor ki gelip benim işime mani olurlar. Bir cemaat mensubu böyle diyor. Nerede bu adamın ümmet anlayışı, birlik anlayışı? Aklı sadece cebinde. Birlikte olmak istemiyorlar. ”Benim cemaatimden isen belki, başka cemaatten isen olmaz!” anlayışındalar. Demek ki bu kişiler kendi cemaatlerini din edinmişler, ümmeti önemsemiyorlar. İslâmî cemaatler ve İslâm coğrafyasındaki devletler arasında şu an zaten bir bütünlük yok. Böyle kimselerin yaptığı da ateşe benzinle gitmek. Adeta ümmet vücudunda kanser yapıyorlar. Tıbbi açıdan da kanseri basitçe tarif edersek; başlangıçta bir hücrenin diğer hücrelerden farklı fonksiyonlar göstermeye, farklı enzimler salgılamaya, farklı bir büyüme hızı kazanıp etrafa yayıldığı süreçtir. Eğer biz, Efendimiz gibi kulluğumuzu öne çıkarmayıp; Hz. Ömer gibi olmayıp, cemaate karışmayıp, bütünlüğü sağlamazsak; kendimizi farklı görüp, farklı davranırsak, biz iyiyiz-üstünüz onlar aşağıdalar anlayışına sahip olursak o adam gibi çıbanbaşı oluruz. Müntesibi bulunduğumuz Ümmeti Muhammed içinde veyahut bulunduğumuz cemaat içinde kanserleşiriz, kanser yaparız, farklı yerlere götürürüz bu kanseri. Şimdilerde IŞİD denilen bir beladır çıktı. Kendi manifestolarını yayınladılar. Okuduk, baştan sona ümmetin ayrılığı için yazılmış olduğunu gördük. Ümmet zaten bin bir parça, daha da bölünsün istiyorlar. Yıllardır bölük pörçük olan Orta Doğu’da yeni bir zalimlik organizasyonu başlattılar. Yapmak zor, yıkmak kolay. Yıllardır olan çabaları bir gecede bitirmeye çalışıyorlar. Cenâbı Hak acilen nöbetlerini bitirir inşaallah.

Hâlbuki Ümmeti Muhammed’den olan kardeşlerin, cemaat arkadaşların, ihvanların kazandıkça sen de kazanıyorsun. Bölünme çıkardıkça aslında kendi bindiğin dalı kesmiş oluyorsun. Vücudumuzdan örnek verecek olursak baktığımızda göz ile mide aynı bedende yerleşmiş. Gözümüz, insan güzelliğinin simgesi, letâfetin simgesi. Midede ise asitli, yakıcı, eritici bir su var. Şimdi göz diyebilir mi ki; “Ben letâfet simgesiyim, midenin suyu beni yakar, bana tehlike arz ediyor, bunla aynı bedende olamam.” Göz ne kadar ön planda olsa da mideye muhtaç. Çünkü midede öğütülen, sindirilen besinler ile vücudun beslenmesi oluyor. Mide olmasa göz de beslenemez. Her bir organ yaşamın sürekliliği için diğerine muhtaç. Bazılarına göz gibidir, bazıları mide. Göz olan ön plandayım diye mide gibi olanı saymamazlık yapamaz; ona muhtaç. Önemli olan verilen işi en güzel şekilde yapmak. Bana uzaya mı çık dediler uzaya çıkacağım, bakkala mı git dediler, bakkala gideceğim. Zâhiri önemi ikinci planda. Bizim Pişuvamız Hz. Mevlânâ Halid efendimiz sakalık ve dergâh abdesthanelerini temizlemek görevini samimi bir şekilde yaparak bu yolun pîri olmuşlardır.

Kardeşlikte bizim örneğimiz ashab, onları örnek almalıyız. Birbirimizi öyle sevmeliyiz, korumalıyız; birbirimizi öylesine tercih etmeliyiz. Sıkı bir rabıta içinde olmalıyız birbirimiz ile. Onlar ki Ensar efendilerimiz, Muhacir kardeşlerine hangi hanımları daha güzelse onu vermek istemişler. Savaşta her birinin susuzluktan mübarek dilleri damaklarına yapışmış durumda iken, suyu önce içme konusunda her biri diğer kardeşini kendisine tercih etmiş ve suyu içemeden şehîd olup, ahirete göçmüşler. Böylesine örnekler ashabın yaşamında sayısızdır. Îsâr’ı ashab gibi yaşamamız lazım, uhuvveti ashab gibi anlamamız lazım. Kardeşimi silersem, ihvanımı tanımazsam ben de olamam. Ben, kardeşim ile varım çünkü.

Öyle buyrulmuş idi ki; “İki kişi Allah için bir araya gelirse, üçüncüleri Allah’tır.” Ben sadece kendimi bilirsem başkasını bilmezsem Hak Teâlâ üçüncümüz olmaz. O (cc) bu birliğe inayet ediyor. Ben de bunu bozarsam en başta Cenâbı Hakk’ı incitmiş olurum ve bir değerim kalmaz. Cenâbı Hak muhafaza etsin.

Ama ashab yıldızlarına tutunursak, birliğimizi onlar gibi sağlarsak o zaman görelim bereketi, coşkuyu, neşveyi, füyuzatı. Abdurrahman Tâhî (ks) buyurmuşlardır ki; “Bu yüce tarikatın üzerine kurulduğu esas- lardan biri de kardeşlerinden istifade etme ümidi ile, onlarla sohbet etmektir. Bu yüzden kişinin kendisini boğularak ölmek üzere olan biri gibi görmesi yolumuzun usüllerindendir. Boğulmak üzere olan kişinin ince otlara bile tutunmaya çalışması gibi sûfîler de birbirine öyle tutunmalıdırlar.” Birbirimize böylesine muhtacız, birbirimize bakışımız böyle olmalı. Çünkü her bir insanda Cenâbı Hak’tan bir parça var; her birinde muazzam bir değer var. Madem böyle olduğunu biliyorum, elbette sıkı sıkıya yapışacağım. Çünkü o nur beni kurtuluşa erdirebilir. Eğer o nuru söndürmek istersem veya o nuru kendimden uzakta tutmaya çalışırsam, ben kendim karanlıkta kalırım.

Bu kardeşliği en başta Cenâbı Hak için istemeli-yiz. Çünkü bu dava O’nun davası. Bize olan iştiyakı ortada Cenâbı Hakk’ın. Bu sebeptendir ki O’na ulaşmak için bir olmalıyız. “İlâhî ente maksudî ve ridake matlubî” sırrı mucibince talebimiz O olmalı, çünkü bizi en başta O bizi talep etmiş. Beraber gelmemizi istiyorlar. Bu veçhile tüm peygamberlerin ümmeti olmuş, evliyaullah hazeratının cemaatleri olmuş. Kendileri hiç kimse ile uğraşmayıp yine de Hakk’a vâsıl olabilirlerdi ama murâd beraber gelmek, beraber olmak. Bizim yolumuz dahi ‘Bir olmuş ikiden’ gelmektedir. Bir olalım, biz beraber varız.

Rabbim bizi bu ulu yoldan ayırmasın. Büyüklerin meclislerinden, sohbetlerinden, hizmetlerinden dûr etmesin. Tüm varlığımızla onlara teslim olabilmeyi; bu uğurda, bu yolda can verebilmeyi nasip etsin.

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabbiniz’e inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’ân’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” (Âl-i İmrân; 193)
Âmin.

 

Yazar: Taha TAVACI

 

Salı, 01 Temmuz 2014 20:34

HZ. RÜBEYYİA BİNTİ MUAVVİZ (RA)

hz.rubeyyia

Hz. Rebiyyia binti Muavviz - Şeb-i VUSLAT

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Hz. Rebiyyia binti Muavviz

 

Allah Resûlü’nün (sav) dayı ve teyzelerinin sülalesi olan Neccar Oğulları’ndan olan Hz. Rübeyyia, Medine’de doğup büyüdü. Ailesi İslâm’a koşan ilk Medinelilerdendir. Amcası Hz. Muaz İslâm’ı kabul edip Mekke’de İslâm’ı yayan ilk sekiz kişiden biridir. Babası ve amcaları yetmiş beş kişi ile birlikte Mekke’ye gidip Allah (cc) ve Resûlüne (sav) biat ederek İkinci Akabe Biatı’na katılan bahtiyar insanlardandır.

Hz. Rübeyyia binti Muavviz ilmî ve siyasî toplantılara katılan hanım sahabelerden… Medine’de İslâm’ın yayılmasına bilgisiyle, görgüsüyle hizmet eden bir hanımefendi... Resûlullah Efendimiz’in (sav) evine gelip istirahat ettiği bir bahtiyar hanım.

Hz. Rübeyyia babası ile birlikte Müslüman oldu. Amcası Hz. Muaz İbni Hâris, Birinci Akabe Görüşmesi’nde İslâm’la şereflenip Medine’ye geldiğinde kardeşi Hz. Muavviz İbni Hâris’de anlatılanlardan etkilenip Müslüman olmağa karar verdi. Kızı Hz. Rübeyyia da, babasıyla birlikte kelime-i şehadet getirerek İslâm’ın ilklerinden oldular.

Düşmanlıkla çalkalanan Yesrib’de İslâm yayılmaya başladı. Yıllardan beri Evs ve Hazreç arasında devam eden savaşlar halkı usandırmıştı. Yeni dinin huzur ve mutluluk getireceğine inanıyorlardı. Müslüman olanlarda ki değişiklikleri görüyorlardı. Onların güzel ahlâkına ve dürüst davranışlarına hayran kalıyorlardı. Yesrib’teki Müslümanlar Allah Resûlü’nden (sav) kendilerine Kur’ân’ı öğretecek bir muallim istediler. Hz. Rübeyyia’nın amcası Hz. Muâz ile bir kaç kişiden oluşan heyet Mekke’ye gelip Efendimiz’e durumu arz ettiler. Resûli Ekrem Efendimiz (sav) Hz. Mus’ab İbni Umeyr’i onlara İslâm ve Kur’ân’ı öğretmek üzere birlikte gönderdi.

Hz. Mus’ab’ın gayretleri ve güzel davranışlarıyla kısa zamanda Yesrip’te Müslümanlar çoğalmağa başladı. Mekke’deki Müslümanlar çok ağır şartlar içinde yaşıyorlardı. Tahammülü güç işkencelere maruz bırakılıyorlardı. Ezâ ve cefâlar artınca hicret izni verildi. Müslümanlar Medine’de toplanmaya başladı. Bir müddet sonra da Resûlullah Efendimiz de Medine’ye hicret ettiler. Medineliler neşe ve sevinç içerisinde İki Cihan Güneşi Efendimiz’i (sav) karşıladılar. Teker teker bey’at ettiler. Hz. Rübeyyia binti Muavviz da biatını yeniledi. Muhacir ile Ensar arasında kardeşlikler kuruldu. Müslümanlar güçlenmeye başladı. Bu arada Mekke’den hicret edip gelen Hz. İyas İbni Bükeyr, annemiz Hz. Rübeyyia’ya evlenme teklifinde bulundu. Karşılıklı kabulden sonra Peygamber Efendimiz’in (sav) duasıyla nikâhları kıyıldı.

İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) düğünlerinin ertesi günü Hz. Rübeyyia’nın ziyaretine gitti. O sırada küçük kızlar def çalıyordu. Hz. Rübeyyia’nın Bedir’de şehit düşen babasının ve diğer şühedanın kahramanlıklarını dile getiren şiirleri sesli olarak söylüyorlardı. Şehitleri şiirlerle övüyorlardı. İçlerinden birisi; “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var.” mısrasını söylemişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) hemen müdahale etti ve; “Bu tür şeyler söylemeyi bırakın. Çünkü yarın ne olacağını ancak Allah (cc) bilir. Daha önce söylediklerinize devam edin.” buyurdu.

Evinin Allah Resûlü’nün evine yakınlığı, Efendimiz’e (sav) akraba olması, yaşının küçüklüğü, hizmete ve ilme yakınlığı onun Efendimiz’den (sav) birçok şey öğrenmesine vesile oldu. Annemiz bilgili, zeki bir hanımdı. İlim meclislerinde bulunmayı severdi. Efendimiz’den (sav) çok hadis öğrenmişti. Abdest ile ilgili hadis ondan naklen gelmiştir. Bu konuda ashabı kiram gelir Hz. Rübeyyia’ya sorardı. Zira Resûli Ekrem Efendimiz (sav) bir gün onun evinde öğle vakti istirahat etmiş, kalkınca abdest almıştı. Annemiz de Efendimiz’in (sav) nasıl abdest aldığına iyice dikkat edip öğrenmişti. Abdest alışını tamamlayıncaya kadar ayakta bekleyip, hizmet etmişti.

Birgün Hz. Âkil İbni Ebî Tâlib, Hz. Rübeyyia’yı ziyarete geldi. Resûlullah Efen-dimiz’in (sav) nasıl abdest aldığını sordu. Hz. Rübeyyia şöyle anlattı;

“Sevgili Peygamberimiz bize sık gelirdi. Bir gün öğle vakti istirahat etti. Kalkınca su istedi. Su dolu bir ibrik getirdim. Önce ellerini güzelce yıkadı. Ağzına, burnuna su verdi. Yüzünü üç kere yıkadı. Sağ kolunu dirsekle beraber üç defa, aynı şekilde sol kolunu ovarak yıkadı. Sonra başını meshetti. Kulaklarının içini, dışını ve boynunu meshetti. Daha sonra sağ ayağını, topuklarıyla beraber üç defa, aynı şekilde sol ayağını yıkadı. Abdest almayı tamamlayınca şöyle buyurdu; “Benim bu abdestim gibi kim abdest alır sonra huşû ile iki rekât namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur.”

Tâbiunun önde gelen âlimlerinden Hz. Muhammed b. Ammar b. Yasir, annemizden Peygamber Efendimiz’in (sav) şekil ve şemâlini sordu. Bu soru karşısında duygulanan annemiz kalbinde coşup taşan sevgiyi şöyle dile getirdi; “Ey oğul! Eğer sen O’nu görseydin, güneş doğuyor zannederdin.” dedi.

Hz. Rübeyyia Hz. Osman’ın (ra) halifelik dönemine de şahit olmuştur. Hz. Rübeyyia cesur kahraman bir hanımdı. Birçok savaşlara iştirak ederek Müslümanlara hizmet etti. Çok yararlılıklar gösterdi. Askerlere su taşıdı. Yaralıları Medine-i Münevvere’ye nakletme konusunda yardımcı oldu. Babası ve amcası Bedir’de şehit düştü.

Hz. Rübeyyia binti Muavviz hayatının son dönemlerinde kendini tamamen ibadete verdi. Onun Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sav) yirmi küsür hadisi şerif naklettiği ve Hz. Abdullah İbni Abbas’ın da kendisinden bazı meseleler sorup müzakere ettiği rivayet edilmektedir.

Rabbim kendilerinden razı olsun.

 

Kaynakça:

Dr. Hilal Kara, Abdullah Kara, Cennetle Müjdelenen Hanımlar, Nesil Yayınları, 2007, İstanbul

Altınoluk Dergisi

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort