JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Ağustos 2014 23:52

TEBLİĞDE VAHDETİ SAĞLAMAK

tebligde vahdet

Tebliğde Vahdeti Sağlamak - Ahmed HÂŞİMÎ

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Tebliğde Vahdeti Sağlamak

 

Karşılıksız Tebliğ

Genel çerçevesi “Allah’ın, Peygam- beri’nin emir buyurduğu, ilim ve akıl tarafından kabul edilip güzel sayılan her şeyi -ma’ruf- emredip; dinen ve aklen kötü sayılan her şeyden -münker- sakındırmak” şeklinde belirlenen tebliğ, İslâm’ın olmazsa olmaz bir emri, Müslümanların vazgeçemeyecekleri bir sıfat, terk edemeyecekleri bir ibadettir. 

Cenâbı Hak ümmetin hayrını “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.”1 ifadesi ile tebliğin devamlılığına bağlamış; Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm Efendimiz de “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki siz ya iyilikleri emreder, kötülüklerden alıkoymaya çalışırsınız; ya bu salih ameli terk edersiniz. Terk ettiğiniz zaman Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman (azabın kaldırılması için) dua edersiniz. Fakat dualarınız kabul edilmez.”2 buyurarak bu ibadetin ehemmiyetini ifade buyurmuşlardır.

Peki, özellikle rahmet mevsimini yaşadığımız şu günlerde en berbat/rezil televizyon kanallarında bile Kur’ân-ı Kerim’ler okunuyor, hadisi şerifler açıklanıyor, ümmetin âlimleri, salihleri tanıtılıyor; “tebliğ yapılıyorken” neden üzerimizdeki azab rahmete dönüşmüyor? 

Başta ülkemiz olmak üzere ekser bilâdı İslâmiyye ahâlisi tarafından zulüm altında inleyen, eziyet içinde kıvranan kardeşlerimize destek maksadıyla günlerce gecelerce dua toplantıları yapılırken, sohbetler, konferanslar, seminerler düzenlenirken neden rahmeti ilâhî cûşa gelmiyor? 

İslâm tarihinde bugünkü kadar global çapta yapılan bir tebliğ dönemi yaşanmamasına rağmen neden bu çabalar bir netice vermiyor? 

Bir adım geriye çekilip yapılan bu tebliği gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi sizce de? Acaba yapılan tebliğler istenilen hasletleri bünyesinde barındırıyor mu? Mübelliğlerimiz, tebliğ eden bir kişide olması gereken özellikleri taşıyorlar mı? 

Müslümanların yegâne modeli olan asrısaadette emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker ibadeti nasıl icra ediliyordu? Bu soruların cevabını bulmaya bir katkı olması ümidiyle konumuza geçelim.

Asrısaadette Tebliğ

Her ne kadar her bir mü’minin üzerine tebliğ hizmeti farz kılınmış ve ashab da bu vecibeyi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmış olsa da asrısaadette iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırma ibadetinin kâmilen edası için Hisbe Teşkilatı kurulmuştu. 

Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb masdarından isim olan hisbe kelimesi, terim olarak emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker prensibi uyarınca gerçekleştirilen, genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma faaliyetlerini ve özellikle bununla görevli müesseseyi ifade eder. Allah’ın rızasını kazanmak için insanlara iyilikleri emredip kötülüklerden alıkoyan insanlara muhtesib adı verilir.3

Hisbe hizmetini yerine getirmek üzere görevlendirilen kişilerde olması gereken özellikleri maddeler halinde sıralayabiliriz:

Mümin Olmak: Ulemamız hisbe faaliyetini ifa ile görevli kişinin eda ehliyeti tam (hür ve mükellef) ve Müslüman olması gerektiğini ilk şart olarak belirlemişlerdir. Özgürlüğü elinde olmayan, aklî melekeleri yeterince gelişmeyen ve İslâm’ı özümseyememiş, içselleştirememiş kişilerin bu faaliyeti yerine getirmeye ehil olmadığı bildirilmiştir.

Akîl Olmak: Her ne kadar yukarıdaki maddede aklî melekelerin yeterince gelişmiş olması gerektiğini belirtmiş olsak da ulemamız bu hizmeti yerine getirecek kişinin, lâ teşbih, Peygamberlerî sıfatlardan olan fetanet derecesinde bir akla, zekâya, mantık ve muhâsebe/muhâkeme kabiliyetine sahip olması gerektiğini vurgulamışlardır. 

Âlim Olmak: Tebliğ faaliyetini yürütecek kişinin, mübelliği olduğu konuyu en ince ayrıntısına kadar bilmesi gerekir. Marufu emredip münkerden sakındıran, afedersiniz, papağan gibi ayet, hadis ezberden okumak yerine, Seyyid Şerif Cürcânînin tarifi üzere “hakikate ve vakıaya uygun düşen bilgiye” sahip olacak. Ayet ve hadisleri yaşanılan zaman diliminde “murâdı ilâhî” üzere yorumlayabilecek, Allah’ın kendisi hakkında hayrı murad ettiği ve kendisine çokça hayır verdiği hikmet ehli bir zat olacak.

Âmil Olmak: Muhtesib, tebliğ ettiği meseleleri öncelikle kendi nefsinde yaşayacak. Gücü yettiği kadar, anlattığı hakikatleri yaşamaya çalışacak.

Cesur Olmak: İyilikleri emredip kötülüklerden men eden kişi bu hizmeti yaparken tedbiri elden bırakmadan, kendisine engel olabilecek hiçbir şeyden korkmayacak, kınayanların kınamasına aldırmayacak, eleştirilerden yılmayacak.

Nazik Olmak: Mübelliğ, Allahu Teâlâ’nın Hz. Musa’ya emrettiği veç hile karşısında Firavun bile olsa mevzusunu yumuşak bir dille anlatacak, kendi anlatımındaki, üslûbundaki hatalardan dolayı karşısındaki kişinin hak davaya münkir olmasından kaçınacak.

Bu maddelere ek olarak “güzel ahlak, adalet, güvenilirlik” gibi faziletler de tebliğ eden bir kişide olması gereken hassalardandır. 

Tevhid-i Tebliğ

Peki, bugün çevremizde, televizyonlarda, radyolarda, sosyal medyada emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker yapan kişilerde bu sayılan şartlar mevcut mu? Kendi içimize yönelik bir özeleştiri olarak acaba bir cemaat herhangi bir bölgeye bir vazifeli tayin ederken bu hassasiyetlere dikkat ediyor mu? Cevaplarımız evet ise, Resûlullah’ın (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) emr-i şerifi dolayısıyla bizler azabdan kurtulup rahmet denizinde yüzmemiz gerekir. Ama ne yazık ki her geçen gün artan bir gadap dalgası ile karşı karşıya kalıyoruz. 

Peki, bu sorunun çözümü nedir?

Bu meselenin çözümü ancak “tevhid-i tebliğ” ile mümkündür. Ulemamız ve sulehamızın bir araya gelerek, öncelikle hangi topluluklara İslâmî anlamda “cemaat” diyebiliriz, bunun kıstasını belirlemeleri gerekir. Daha sonra “cemaat” vasfını taşıyan grupların tebliğ alanları, konuları, yöntemleri hakkında; mübelliğin taşıması gereken vasıflar hakkında genel bir usul belirlemeleri gerekir. Hiç kimsenin din-i mübini şahsi kanaatine göre, nefsine/hevasına göre anlamasına ve bu eksik/yanlış din anlayışını etrafa yaymaya çalışmasına müsaade edilmemelidir. 

Ulema ve sulehamız İslâm dünyasının temel sorunlarına ortak bir çözüm stratejisi belirlenmelidir. Örneğin ulema-i ümmet, bu makalenin kaleme alındığı saatlerde İsrail bombardımanı altında kalan mazlum Filistin, Gazze halkının mücadelesi için bir araya gelip, mücadele yöntemi belirlemesi gerekir ki; İslâm’da, Müslümanın yaşantısında öncelik nedir? İslâm’da vatan kavramı nasıl anlaşılmalıdır? İlla da belli bir toprak parçasının, bu toprak parçası ne kadar kutsal olursa olsun, savunulması uğrunda ölmek gerekir mi? Eğer bu uğurda ölmek gerekiyorsa Efendimiz’in (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) yeryüzünün en kutsal beldesi olan Mekke-i Mükerreme’ye gözleri yaşlı vedasını, “hicreti” nasıl anlamamız gerekir? 

Tevhid-i tebliğden kastımıza ülkemizden bir örnek vermek gerekirse; yurdumuzda Allah adına hizmet eden birçok cemaat, dernek, vakıf var. Bu gruplar bir araya gelip bünyelerinde barındırdıkları insan kaynağının uzmanlığına göre belli branşlarda ihtisas kesbedip ekseriyetle o alan üzere faaliyet göstermeleri çok daha faideli olur kanaatindeyiz. Mesela bir grup dini/klasik medrese eğitim alanında uzman ise; müfredatı, hocaları, teknik imkânları bu eğitim faaliyetini mükemmelen icraya müsaid ise diğer bütün cemaatler hep talebelerimizi bu gruba gönderelim. Bu hizmetin en güzel şekilde ifası için maddi manevi ne gerekiyorsa yapalım. Bizler de ayriyeten bir medrese kurup menfi rekabete girişmeyelim. Cemaatler dini/dünyevi eğitim veren “ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesine muvafık” her medreseyi kendi yerleri gibi görmeli ve taliplilerine kadim İslâm anlayışının dışında bir bilgi aktarmayan her eğitim kurumunu sahiplenmelidir. 

Aynı şekilde bir cemaat müsbet ilimler sahasında faaliyet göstersin. Bir başka cemaat sağlık hizmetleri alanında faaliyet göstersin. Bunun gibi toplum hangi alanda hizmete muhtaçsa o alana ehil kişilerden oluşan bir hizmet ekibi oluşturup hizmette vahdete erişelim. 

Bu adımların inşallah, Müslümanların diline pelesenk olan “ittihad-ı İslâm” terkibinin günlük hayatta, pratikte yaşanmasına bir katkısı olur kanaatindeyiz. Bizler bu birliğin ümmet için acil bir ihtiyaç olduğunu ve bu ihtiyacın giderilmesine ilk adım olarak tebliğde vahdete ulaşılması gerektiğine inanıyoruz. Ve ümid ediyoruz ki ulema ve sulehanın ortak akılla ürettiği bir tebliğ yöntemi bizi insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet kılacak ve üzerimizdeki celal nazarını tecelli-i cemale döndürecektir.

 

Dipnotlar;

1- Âl-i İmrân, 3/110

2- İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.5 sh.383

3- TDV İslâm Ansiklopedisi, Hisbe Maddesi

 

Yazar: Ahmed HÂŞİMÎ

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 23:45

KUR’ÂN İLE İNSAN İKİZDİR - 2

kur an ile insan

Kur'an ile İnsan İkizdir - 2 - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Kur'an ile İnsan İkizdir - 2

 

Dergimizin bu sayısında Kur’ân-ı Ke-rim’in isimlerinden hareketle kâmil insanın vasıflarını anlamaya çalıştığımız yazımızı tamamlamaya gayret edeceğiz inşaallah. Cenâbı Hak, Reşahat müellifi Şeyh Safiyüddin’in (ks) de ifadeleriyle “Can Damlaları” olan, bu zevâtın dünya ve ukbâ hüsn-i şehâdetiyle şerefyâb olabilmeyi cümlemize nasib etsin!

Bu isimler arasından en çok dikkatimizi çeken bir diğer isimle, “urvetü’l-vüskâ” ismiyle bu ayki yazımıza başlamak istiyoruz. Çünkü bu isim bizden asırlar önce de insanı kâmillere atfen kullanılmış ve bu sıfatı üzerinde taşımış büyüklerimiz hem yaşadıkları yıllarda hem de bugüne kadar herkes tarafından örnek alınmış ve nasihatleriyle niceleri ebedi saâdete nail olmuşlardır.

Urvetü’l-Vüskâ: Kopmayan sağlam kulp, tutamak ve yapışılması gereken kopmaz kulp manalarına gelmektedir. Bu isim hakikati temsil sadedinde Allah indinde tek geçerli din olan İslâm’ın asla tahrif edilemeyecek olan Kitab’ı için hakikaten uygun bir ifade. 

Yalnız burada dikkat etmemiz gereken bir husus var ki Kur’ân’ın içerisinde barındırdığı hakikatler, satırlardan daha ziyade sadırlarda muhafaza edilegelmiştir. İşte bu kutlu zeminlerden bir tanesi de İmamı Rabbânî Hazretleri’nin (ks) oğlu Şeyh Muhammed Masum Rabbânî’dir (ks). Altın Silsile’nin 25. halkası, tarikat-i Âliye’nin büyüklerinden.

Daha küçük yaşlarda iken kendisinde zâhirî ve bâtınî ilimleri cem etmiş, aynı zamanda mürşidi olan babasının uzun yıllar hizmetinde bulunmuştur. Neticede irşadı, ikazı, ıslâhı ile binlerce insanın Rabbi’ne vasıl olmasına vesile olmuştur. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesi ile bir elini Hakk’a vermiş, diğeriyle de insanların ellerini tutarak onların da Hak ile irtibatlanmasında adeta kilit bir konumda bulunmuştur. 

İşte bu silsilenin devamı olan büyüklerimiz el-an bu kutlu ve ulvî vazifeyi ifâ etmekteler. Onların elinden sıdk ve muhabbetle tutanlar akabede Hazreti Peygamber’le el tutan ashab gibi ellerinin üzerinde Hakk’ın kudret elini bulacaklardır biiznillah. Ğavs Hazretleri Abdulhakim Bilvânisî Hazretleri (ks) bu hakikati ne güzel ifade buyurmuşlar; “Bizim işimiz çözüp bağlamaktır.” Yani sapasağlam bir kulp olan, kudsî hadise göre hak adına tutan ellerine tutunan kimseyi dünyadan çözer, Hakk’a bağlarız, buyurmuşlardır.

Beşîr ve Nezîr: Kur’ân’ın en belirgin iki özelliği olarak zikredilebilir. Müjdeleyici ve uyarıcı. Kendisine tâbî olanları cennetle, nimetle, rızayla ve hâssaten Cemâlullah ile müjdeleyen; O’na tabi olmayıp heva ve hevesine göre yaşayanları, butlan yollara sapanları da yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemin elim azabıyla uyaran/korkutan Kitab. Bu iki sıfat yine Kur’ân-ı Kerim’de bizâtihî Efendimiz’in (sav) vasıfları olarak kullanılmaktadır; “İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran ve nezîrâ-Şüphesiz Biz Seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (48/Fetih; 8)

Hatta sıfat olmasının da ötesinde hem Sultânü’l-Enbiyâ Efendimiz’in hem de O’nun varislerinin bizzat kendileri müjde vesilesi yahut yoklukları korku sebebi olabilirler. Biz bu iki özelliğin en hususi manasını kazandığı anlayışı sahabe efendilerimizin hayatlarında ve sayıca ister az ister çok olsun kendilerine rol-model olarak ashabın Efendimiz’le yaşadığı ilişkiyi alıp ona göre hayatını tanzim eden cemaatlerin hayatlarında görüyoruz. 

Ashabı kiram, Efendimiz (sav) ile birlikte yaşamayı her türlü müjdeden daha büyük bir bahtiyarlık olarak görmüşler ve bu beraberliğin sürekliliği için ana babaları dâhil kıymetli neleri varsa bu uğurda feda etmişler. Aksini söylemek de mümkün. Efendimiz dünyalarını değişir değişmez de ellerinde ne kadar iyi imkânlar olursa olsun ashabı kiram hayatı bir zindan olarak görmüş, babasız kalan bir evlat gibi onun yokluğunda nefis ve avânesinin kendini parçalayıvereceği korkusuyla yaprak gibi titremişlerdir. Hatta Hazreti Âişe (r.anha), Hazreti Ömer (ra), Hazreti Ali (ra), Hazreti Abdullah ibni Mes’ûd (ra) gibi büyük sahabiler, Efendimiz (sav) ahireti şereflendirdiği için artık devrin fitne devri olduğuna bin dört yüz sene evvel hükmetmişler ve belli mes’elelere ona göre fetva vermişlerdir. 

Bu hususiyet bizim için de aynı ile geçerlidir. Kâmil insan her şeyiyle bize müjde, varlığı bizim için dünyada cennet ve rızaya açılan kapıdır. Büyüklerin ifadesiyle Hazreti Peygamber’e zâhiren ve bâtınen varis olan bir mürşidi kâmil ile beraberlik her yönüyle “Saâdet ender Saâdet”; Allah muhafaza, herhangi bir şekilde uzak kaldığımızda da tabiri caizse ağzımızla kuş tutsak da halimiz “Şekâvet ender Şekâvet”tir.

Hakîm: Hikmetli, hikmet kaynağı olan. Yine aynı manaya işaret eden, Hıkme, Hukm, Muhkem ve Muhkeme gibi isimler de Kur’ân’ın Hakîm olan Allah’ın kelâmı olduğunu, hikmetlerle dolu olduğunu, sağlam lafızlardan oluştuğunu, açık ve anlaşılır manada olduğunu vurgulamaktadır.

Hakîm aynı zamanda Cenâbı Hakk’ın da esmasından. “Bütün emir ve işlerinde mutlak bir hikmet bulunan Rabbimiz.” demektir. Allahu Teâlâ kendisine ait olan bu sıfatla en büyük âyeti ve yeryüzünde halifesi olan insanı da sıfatlandırmış ve dünya yahut ahiret diye bir ayrımı olmadan hayatın merkezine Cenâbı Hakk’ın rızasını koyarak yaşama azmindeki her mü’mini bu pâyeden hisseyâb etmiştir. 

Elbette ki bu hisse herkesin biraz önce ifade ettiğimiz rıza dairesinde yaşama gayretine göre artar yahut eksilir. O zaman en mükemmel haliyle ve zirve seviyede Efendimiz’de (sav) bulunduğu ve O’ndan sonra da derecelerine göre hukemâya serpildiği âşikardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in “Hakîm” ismi de tam manasıyla karşılığını insanda bulur, çünkü Kitab’ın hikmeti ancak onu izah edecek, hayatında yaşayıp bu yaşantıyla örnek olacak bir hikmet sahibi sayesinde kâmilen anlaşılır.

Zaten bu hikmet ancak ehline arz edildiğinde istenilen netice elde edilecek bu sayede hem hikmet ehli kendi içinde derinleşecek hem de muhatabı onu takip ederek ardı sıra kemâlât yolunda yürüyecektir.

Bu metod; “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti.” buyuran Efendimiz’in (sav) eğitildiği metodun ta kendisidir. Bu noktada hikmet ehli büyüklerimiz; “Müfredat değişmedi. Talibin yerine de varisleri, muallimin yerine de varisleri mevcuttur elhamdülillah.” buyurmuşlardır.

Belâğ: Kutlu mesaj anlamına gelmektedir. Kur’ân’ın insanlara ulaştırılması gereğini vurgulayan bir isimdir. Kur’ân-ı Kerim hem lisanen, hem aktardığı kıssalar bakımından, hem de barındırdığı hükümler açısından muhakkak bir anlatıcıya muhtaçtır. Geçen yazımızda da ifade etmeye çalışmıştık; bu anlatım illâ konuşma olarak değildir, hatta konuşmakla birlikte tebliğin daha da etkili olması yaşantıyla mümkündür.

Kur’ân’ı bize tebliğ eden Hazreti Peygamber Efendimiz’in (sav) belâgati ve fesâhati zaten dillere destan olmuş; Efendimiz (sav), Allah’ın da kendisini tam manasıyla desteklemesi ile Kur’ân’ın i’câzını en mükemmel şekliyle anlamış ve onu bize en ince ayrıntısına kadar aktarmıştır. Efendimiz’den dinleyenler de onu hiçbir aşamasına halel getirmeden bir sonraki nesile aktarmış; onlar da kendilerinden sonrakilere, sonrakilere, sonrakilere…

Hadisenin bu noktasının bugün için daha iyi anlaşılması gerekiyor herhalde. Çünkü Kur’ân’ın “Belâğ” oluşunu, Efendimiz’in (sav) “Belâgati”ni anlamayanlar; yani Kur’ân- ’ın anlaşılmasının ancak Allah’ın ikramıyla mümkün olabileceğini, Allah sadrımızı genişletmezse idrak edilemeyeceğini idrak edemeyenler bu hakikatleri bize taşıyan silsileyi ve bu silsilenin baş tacı Efendimiz’i aradan çıkarmanın gayreti içindeler. Hâl böyle olunca da istedikleri her şeyi Kur’ân’dan alarak(!) yani nefislerine göre onu yorumlayarak hem kendileri sapıtmakta hem de kendilerine tâbî olanları da an be an sırâ- tı müstakîmden fersah fersah uzaklaştırmaktadırlar. İnsanın sahibi olmayınca, Allah -lâ teşbih- elinden tutmayıp onu sevdiklerine emanet etmeyince, gözünün önündeki hakikatleri dahi göremiyor. Bu insanlar şu hakikati kavrayamıyorlar. Hâce Hazretleri (ksa) buyurmuşlardı; “Kur’ân’ı anlamak için sadece Arapça bilmek yetmez. Onun içerisinde bize ne buyrulduğunu tam manasıyla anlamak için ‘Allahça’ bilmek gerekir.” Dolayısıyla bu hakikatleri kâmilen idrak edip iki cihan saâdetine erişmek için bu lisanı en iyi bilen Efendimiz’e, O’ndan sonra da meteselsilen bize kadar ulaşan âriflere mutlak manada tebeiyyet gereklidir.

Mürşid: En doğruya götüren, en güzeli gösteren rehber; yol gösterici. Hepimizin bildiği gibi bu kelime daha ziyade yaşayan, yani konuşup öğüt veren; yanlışı eliyle, diliyle, kalbiyle düzeltme gayretinde olan; insanları Allah’a, Allah’ı da insanlara sevdirme hususunda hayatını adeta vakfeden kâmil insanlar için kullanılır. Bunun nedeni yukarıda saydığımız, daha doğrusu sayamadığımız birçok hususu bünyesinde barındıran Kur’ân’a göre yaşadığı içindir. Canlı bir Kur’ân olduğu için ona mürşid denilir.

Mürşid, Cenâbı Hakk’ın “Reşîd” ismi şerifinin tecellisine mazhar olmuş kimsedir. Yani kendisinin yetişmesine vesile olan büyüğünün icra ettiği hizmeti her yönüyle benimsemiş ve var gücüyle bu hizmetin devam etmesi için gayret etmiş; Hazreti Peygamber’in (sav) sünnetine gerek ubudiyet gerekse muhabbet cihetinden tam manasıyla temessûk etmiş, Allahu Teâlâ’nın zâhir ve bâtın hududunu muhafaza için her şeyiyle mücadele ve mücahede etmiş kimsedir. Bu basamakları bilinen tasavvufî isimleri ile şöylece saymak da mümkündür; hizmetin içinde olmak, başka bir deyişle elini taşın altına koymak “fenâ fi’ş-Şeyh”; sünnete her manada ittiba “fenâ fi’r-Resûl”; hududu ve hukuku muhafaza “fena fillâh”tır.

Yani bu zevâtı muhterem tabiri caizse öyle bir tezgâhtan geçmişlerdir ki onların hâlleri hakkında Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Allahın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır.” “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber gibidir.” “Onların yanında bulunmak ibâdetdir.” buyurmuşlardır. Ne mutlu böyle bir mürşidin dizinin dibinde bulunup rızasını kazana bilenlere!

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki Kur’ân ile İnsanın ikiz olması demek bu konumda bulunan insanın her şeyini Kur’ân’a göre yaşaması demektir. Unutmayalım ki Kur’ân (ve diğer bütün kitaplar, sahifeler) var olmadan önce İnsan vardı. Ve o insan Allah’a halife idi. Elbette ki Hazreti İnsan bütün kitablardan daha kıymetli ve Hazreti Allah’a daha sevgilidir. Zaten bütün kitabların İnsan zeminine indirilmesi, aktarıcı, açıklayıcı ve en güzel şekilde yaşayıcı olarak İnsanın seçilmesi önümüzü bu manada yeteri kadar aydınlatıcıdır. İş ki biz işin içine girip -Allah’ın izniyle- gönül gözümüzü açacak, tefekkür ufkumuzu genişletecek ve saf/sahih bir akide ile bizi Rabbimiz’e vasıl edecek, Allah ve Resûlü’ne ittibâ ile kendi devrini ikmâl etmiş bir mürşidi kâmil nezaretinde yaşayabilelim. 

Selâm hidâyete tâbî olanların üzerine olsun!

Tashih: Geçen sayımızın 16. sayfasında bulunan “Âl-i İmrân Sûresi 3. ayet...” ifadesindeki 3 sehven yanlış yazılmış olup doğrusu 103 şeklinde olacaktır.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 23:33

İRFAN MEKTEBİ

irfan mektebi

İrfan Mektebi - Andelib

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

İrfan Mektebi

 

Hergiz dosta gönül ver,
Veche doğru postun ser,
Al himmetin ol bir er,
İrfana erem dersen.

Hâce Hazretleri (ksa)

Elest Bezmi’nde (Ruhlar Âlemi) Rabbi’yle buluşup konuşan, Yüce Mevlâ’nın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına “Evet, Sen bizim Rabbimiz’sin.” diyerek cevap veren insan, bu sözünü yerine getirmek için dünyaya gönderilmiştir. İki kapılı bir han gibi olan bu dünya hayatında insan, Allah’a (cc) kulluk için yaratılmıştır.

Her canlı doğup, büyüyüp, ölmektedir. İnsanın büyüyüp olgunlaşması diğer canlılara göre uzun ve zahmetlidir. Diğer canlılar doğup çok kısa sürede hayatlarını kendileri devam ettirirken, insanın kendi ayakları üstünde durması yıllar almaktadır. Dini emirlerle muhatap olması 12-15 yılı bulmaktadır.

Derslerini hep erteleyen bir öğrenci, yazılı imtihan akşamı gelip çattığında, onda da yorgun düşüp uyur, kalır… Sınav haliyle kötü geçer. Sınav sonrası bir dahaki sınava çalışıp başaracağı düşüncesiyle kendini avutur.

Unutma Müslüman! Senin imtihanın bu dünyada ve bu dünya hayatını bir kere yaşayacaksın. İkinci bir dünya yok… “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav).

“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” demiş atalarımız. İkisi de önemli… Can da, din de… Canımıza önem verdiğimiz kadar dinimize önem veriyor muyuz? Ya da diğer bir deyişle canımıza zarar gelmesinden korktuğumuz kadar dinimize zarar gelmesinden korkuyor muyuz?

Gam değildir, gide dünya kala din,
Gam odur ki; kala dünya gide din.

demiş şair… Hayatımızın merkezindeki düşünce çok önemlidir. Nefs eksenli bir dünya sevgisi mi, dini merkeze alan bir hayat mı?.. Ya Allah’a (cc) giden bir yoldayız (bu sırâtı müstakîmdir), ya da nefsimizin, hevamızın ve şeytanın yolundayız… Hangi yolda yürüyoruz… Kalbimiz, aklımız Allah’ı (cc) tercih etse de, yaşantımız tersini söylemekte…

Allah’ın (cc) Kur’ân-ı Kerim’de bize düşman olarak bildirdiği nefs ve şeytanı yeterince düşman görmeyişimiz Müslümanlar için ciddi bir tehlikedir. Onları düşman görsek bir mürşidi kâmile çok ihtiyacımız olduğunu fark ederiz… Nefsâni bir hayattan kurtulup Allah’a (cc) firar etmek için bu yolu bilen bir rehbere çok ihtiyacımız olduğunu anlayıp, Allah’ın (cc) nimet verdiği bu insanları bulmanın derdine düşeriz…

Nefsâni hayattan kurtulmak için çabalayan Müslümanları ciddi tehlikeler beklemek-tedir. Denize düşen, yılana sarılır hesabı de-nizden kurtulayım derken yılanların kucağına düşen Müslümanlar…

Allah’a (cc) kavuşayım derken, Allah’tan uzaklaşanlar… Allah’ı razı edeyim derken Allah’a savaş açanlar… Zinadan eşed olan faizi helalleştirenler… Camilerden uzaklaşanlar… “Kur’ân Müslümanlığı”na soyunup sünneti inkar edenler... Âlime hürmeti şirk sayıp kafasına buyruk yaşayıp edepsizleşenler, cihad ediyorum derken vahşileşip insanları hunharca öldürenler, İslâm’ın kardeşlik dini olduğunu unutup Müslüman kardeşlerine ihanet edenler, ahlâkı bir iki tevazu pozu vermek zannedip, akıl almaz ahlâksızlıklar ser- gileyenler ve buna da hizmet kılıfı uyduranlar, milletin yıllarca yaptığı hayır hasenâtı kâfirlere peşkeş çekenler, en önemlisi de dinin akidesini bozmaya çalışıp insanları yanlış yollara sürükleyenler… Bunların hepsi denizdeki yılan mesabesinde, belki daha da aşağıdadırlar.

Toprak bir kap yapan bir ustanın çırağı kendini yetişmiş zannedip kendine yeni bir iş yeri açar. Ustası gibi toprak kaplar yapar ve fırına sürer. Ustası gibi toprak kaplar yaptığını düşünse de, bir süre sonra bu kaplar çatlayıp kırılmaya başlar. Ne yaparsa yapsın bu sorunu çözemez. Tekrar ustasının yanına gider. Ustası ona işin püf noktasını öğretir.

Usta fırından çıkardığı kaplara “püf” diye üfleyip kabın sıcaklığını dengeleyip çatlamayı ve kırılmayı önlüyormuş…

Bu yarım ustanın yaptığı kaplar yüzler, binler olsa neye yarar… Bugün Müslümanlar arasında bu yarım usta kadar dahi eğitim almamış ama kendine, âlim, hoca, şeyh, mürşid diyen nice insan var. Bunların eline düşen Müslümanlar, yarım ustanın yaptığı kaplar gibi bir süre sonra bozulmaya başlar. Ustanın kırılan kapları görülürken, ne yazık ki yanlış insanların elinde yetişenler, bozulurken olduklarını; kötüleşirken güzelleştiklerini zan- nediyorlar.

Yarım yamalak anlayışlar ve yaşantılar bir süre sonra yerini bozukluklara ve sapık- lıklara bırakır. Ümmeti Muhammed’in bugünkü en önemli ihtiyaçlarından biri gerçek ustalar (âlimler, ârifler, muttakiler, muhlisler, mürşidi kâmiller, sâdıklar, evliyalar…)dır.

Sana dinini tam öğretecek, Allah’ı (cc), Peygamberi’ni (sav) ve Müslümanları sevdirecek bir âlime, mürşidi kâmile ihtiyaç var…
“Ümmetimden iki sınıf iyi olursa ümmetim de iyi olur; bozulursa ümmetim de bozulur. Bu iki sınıf da ulemâ (âlimler) ve ümerâ (âmirler/idareciler) sınıflarıdır.” buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav).

Siyasi alanda birkaç insanın samimi- yeti birçok bereketi, nimeti, Allah’ın yardımını üzerimize celb etmiştir. Mânâ âlemi de böyledir… Özetlersek madde ve mânâ âleminde yetişmiş, olgunlaşmış insana çok ihtiyaç var.

Bu insanlar Peygamber metodunu özümsemiş “İrfan Mektebi”nde yetişir. Bu İrfan Mektebi’nin öğrencileri ashabın izinde gider. Gayeleri ve arzuları Allah’ın rızasına ulaşmaktır.

Medreseler, dergâhlar, cemaatler birer İrfan Mektebi’ne dönüşmezlerse işlevlerini yerine getiremezler. Molla, derviş yetişir belki, ama ârif yetişmez buralarda… İrfan Mek- tebi şuurlu Müslüman yetiştirir. Ahlâkının güzelleştiği gibi idrak seviyesi, diğer bir deyişle basireti ve ferâseti de kuvvetlenir Müslümanların. Başlarındaki hocalar, şeyhler birçok yanlış yaptığı halde onların peşinden şuursuz bir şekilde gidiş irfan eksikliğindendir.

Ya Rabbi! Türkiye’deki ve dünyadaki İrfan Mektebleri’nin sayısını arttır. Medresele- rimizi, dergâhlarımızı birer İrfan Mektebi’ne dönüştür. Allah’a (cc) kulluk yolunda bizi sevdiklerinden ayırma!..

İrfan, âriflerden öğrenilir. Ya Rabbi! Âriflerin sayısını çoğalt. Âriflerin meclislerinde, onların sohbetlerinde bulunabilmeyi ve bu İrfan Mektebleri’nde talebelik edebilmeyi biz- lere nasib eyle!

İrfan meclisine erişebilsem
Varıp anlar ile görüşebilsem

Aşkın kervanına karışabilsem
Yolda bırakmazlar alırlar seni

Aşıkların solmaz taze gülleri
Zikr-i tevhid ider daim dilleri

Evliyaullahın doğru yolları
Yolda bulunagör alırlar seni

 

Yazar: Andelib

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 23:14

ALLAH’TAN İLHAM ALAN Hz. ÖMER (ra)

hz omer

Allah'tan İlham Alan Hz. Ömer (r.a) - Sâlik-i İrfân

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Allah'tan İlham Alan Hz. Ömer (r.a)

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allahımız’adır. Mevlâyı Müteâl olan Rabbimiz’e sonsuz hamd ve senâlar olsun. Bizi yoktan var eden, insan olarak, ümmeti Muhammed olarak yaratan ve bugün ümmetin eşrafından Hâcegân kılan Rabbimiz’e şükürler olsun.

Hakk’ın Habibi, insanlığın Efendisi, Sahibimiz, Muhammed Mustafa (sav) Hazretleri’ne de sayısız salât ve selâmlar olsun. O’nun kardeşleri olan tüm peygamberlere, pâk nesli olan Ehli Beyt’e, ashâb ve saâdâtı kiram hazerâtına da salât, selâm, ihtirâm olsun.

Her biri bir derya olan ashabı kiramdan Hz. Ömer (ra) efendimizle ilgili paylaşımlarda bulunmaya çalışıyorduk. Araştırıp öğrendikçe Ömer efendimize hayranlığımız daha da artıyor. Hâce Hazretleri’nin (ksa); “Sahabe hayatı okumak imanı; evliya hayatı okumak sevgiyi arttırır.” sözünü daha iyi anlıyoruz. O büyük insanların hayatlarından bizim aklımıza, gönlümüze imanın nasıl aktığını hissediyor, “Ashabım yıldızlar gibidir.” manasıyla bizlere yol göstermeye devam ettiklerini fark ediyoruz.

Bu satırları yazarken İstanbul’dan arayan bir dostumuzla görüşerek Habibü’n-Neccar kıssasını paylaşmıştık. Malumunuz Yâ-Sîn Sûresi’nde; “Şehrin tâ öte yakasından koşarak gelen adam… Keşke Rabbim’in Beni bağışladığını ve Bana onca ikramda bulunduğunu kavmim bilseydi.” ifadeleri geçer. “Allah’ın dostlarıyla beraber olmak Allah (cc) ile beraber olmaktır.” fehvasınca bizler de keşke ailelerimizi, dostlarımızı bu nimetlerden haberdar edebilseydik anlamında dertleştik. Mevlâmız’a hamd-ü senâlar olsun Peygamber varisi, kâmil insan ile beraber olunca gerek Ömer efendimizden gerekse binlerce yıl öncesinin mü’mini Habibü’n-Neccar’dan gönlümüze akışı, imanın tazelendiğini hissetmemek mümkün değil. Elhamdülillah “…yıldızlar gibi…” olan ashabı kiramın izini sürmeye gayret edene onlar nasıl şefaat ediyor, şefkat ve merhametle takviye ediyor, görüyoruz. Cenâbı Hak bizi onlara bağışlasın. 

Önceki yazılarımızda “Muvafakatı Ömer” konusunu açmaya çalışmıştık. Hz. Ömer efendimizin duygu, düşünce ya da kimi tutum ve tavırlarını Cenâbı Mevlâmız’ın nasıl tasdik ettiğini paylaşmaya çalışıyorduk. Hz. Ali (ra) efendimiz, Hz. Ömer için “Onun söylediği şey (mutlaka) olacaktır.” buyurur ki bu da ilginç bir kıssadır. Tarihçi İbn-ül Esir III. cilt, 331. sahifede şöyle nakleder;

“Hz. Ömer bir cuma hutbesini minberden okumaktaydı. Hutbesini irad ederken susup iki veya üç defa; “Ya Sariye, el-Cebel!” diye bağırdı. Camidekiler; “Herhalde cinnet geçirdi.” diye söylenmeye başladılar. Hz. Ömer’in hutbeden bağırması esnasında insanlar tuhaf tuhaf bakarken, Hz. Ali; “Onun söylediği şey olacaktır.” der. Daha sonra Abdurrahman bin Avf, Hz. Ömer’e giderek; 

“İnsanlar seni yadırgıyorlar. Hutbe arasında; ‘Ya Sariye, el-Cebel!’ diye bağırdın. Bunun anlamı nedir?” diye sordu. Hz. Ömer ona; “Allah’a yemin ederim ki ben, kendime hakim değildim. Onları (Sariye’nin ordusunu) bir dağın yanında savaşırken gördüm. Onları, önlerinden ve arkalarından düşman kuşatmıştı. Ben de elimde olmayarak ‘Ya Sariye, el- Cebel!’ diye bağırdım ki onlar sırtlarını dağa verip savaşsınlar.” 

Bir zaman sonra Sariye’nin habercisi Medine’ye geldi. O şöyle diyordu; “Ey Mü’minlerin Emiri! Biz mağlup olmak üzereydik. Bu esnada; ‘Ya Sariye, el-Cebel!’ diye bir nida işittik. Bunun üzerine arkamızı dağa verdik. Ve Allah düşmanlarımızı mağlup etti.” Hz. Ömer’in hutbeden bağırması ve Hz. Ali; “Onun söylediği şey olacaktır.” demesi böylece anlaşılır. Daha olay anlaşılmadan, insanlar su-i zanna düşerken Ali efendimizin tasdik etmesi de önemlidir. Çünkü Ali efendimiz, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde yaşanan bu olaya varıncaya kadar nice örnekler görmüş ve Hz. Ömer’in şahsiyetine-velayetine yakîn kesbetmiştir. 

Peygamber Efendimiz’in (sav) vefatında “Öldü diyeni öldürürüm!” diyecek kadar şiddetli, Ebû Bekir halife zamanında her işinde ona yardımda dirayetli, kendi hilafetinin başlangıcında “Her şeye Kâdir olan Allahım, sert mizaçlıyım, beni yumuşak huylu kıl. Zayıfım bana kuvvet ihsân et. İmdi ele avuca sığmaz Arap devesinin dizginleri elime verilmiş bulunuyor. Şahit ol. Onu doğru yol üzerinde tutacağım!” duası ile mütevazi ama izzetli bir şahıs portresiyle bütün ashabın gözünde özel bir yere sahiptir.

İslâm ordularının komutanı olarak Bizans ve İran’ı perişan ederken, Azerbaycan’dan Mısır’a İslâm’ın sınırlarını genişletirken bir taraftan da yamalı elbiselerle, eskimiş sarık ve yırtık ayakkabılarla hayatını sürdüren, kimi zaman bir dul kadına su taşıyan, kimi zaman Beytü’l-Mâl’e ait bir deveyi tedavi için koşan, kimi zaman yorgunluğunu atmak için mescidin çıplak zeminine uzanıp uyuklayan sade bir insan…

Ömer efendimizle ilgili Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurmuş olduğu, “Benden sonra bir peygamber gelseydi bu Ömer olurdu.” (Tirmizî, Menakıb, 48) ifadesinden daha üst bir şey herhalde söylenemez fakat Cenâbı Hakk’ın Hz. Ömer’i tasdiki bağlamında şu rivayet de ilginçtir; Ebû Hureyre (ra), Nebi’nin (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir; “Benî İsrail’den sizden önce gelip geçenler içinden (Allah Teâlâ tarafından mülhem) öyle kimseler vardır ki, onlar peygamber (payesinde) olmadıkları halde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (ki şüphesiz bulunacaktır) o da muhakkak Ömer’dir.” 

Bu hadisi şerifte peygamber olmadıkları halde kendilerine Allah tarafından haber ilham olunduğu bildirilen zevata Muhaddesûn deniliyor ki, kendilerine hadiseler, vakıalar ilham olunan kimseler demektir. Yani “Muheddes”, nübüvvetin altında bir vahiy ve ilham mertebesi demektir ki, Hz. Ömer bu hadisi şerifte böyle bir yüce makamla taltif olunmaktadır.

Hâce Hazretleri’nin (ksa); “Allah Teâlâ ile ilişki nübüvvetten sonra velayet iledir.” sözü bu bağlamda olsa gerek çünkü gerek Ömer efendimiz gerekse ondan sonraki dönemlerde ümmetin içerisinde yıldızlar gibi parlayarak ümmete yol gösteren ulema-sulehanın durumu böyle olmuştur. Mevlâ-yı Müteal Hazretleri ile yakınlıkları onların gönüllerine ilhamat gelmesine, onları hidayet ve İstikâmet üzere kılmasına yol açmıştır. Yine Hâce Hazretleri (ksa) bu geliş ile ilgili; “Bilgi velayetteki derecelerine göre kimine yoruma açık, kimine de apaçık gelir.” buyurmuşlardı.

Önceki iki sayımızda işte bu ilhamat ilişkisini açmaya çalışmıştık. Ömer efendimizin istek-beklentilerine, sorularına Mevlâ’dan gelen cevaplardan paylaşmıştık. Son olarak konuyla ilgili birkaç örneği daha aktarmak istiyoruz:

1- Allah’a, Melekleri’ne, Resûlleri’ne, Cebrail’e ve Mikail’e Düşmanlık Eden Yahudiler: Hz. Ömer bir gün Yahudi okullarını gezerken Cebrail’i onlardan sordu. Muhatapları; “Biz Cebrail’e düşmanız. Bizim sırlarımıza Muhammed’i muttali kılıyor. Yeryüzünde batan her memleketi o batırıyor ve her milletin azabını o tatbik ediyor. Mikail ise, bolluk ve barışma meleğidir (onu seviyoruz).” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle sordu; “Bu iki meleğin Allah katında mertebeleri nasıldır?” Yahudiler; “Cebrail Allah’ın sağında Mikail ise solundadır. Ve aynı zamanda iki meleğin arasında düşmanlık vardır!” dediler. Hz. Ömer; “Eğer bu iki melek dediğiniz gibi (Allah’a yakın) ise, o vakit düşman değildirler. Kesinlikle siz eşekten de daha inkârcısınız. Bu iki melekten herhangi birine düşmanlık yapan Allah’ın da düşmanıdır!” dedi. Bu olaydan sonra Resûlullah’a gelen Hz. Ömer baktı ki Cebrail (as) daha önce konuyla ilgili vahyi getirmiştir. Hz. Ömer’i gören Allah Resûlü; “Ey Ömer! Rabbin sana muvafakat edip sözüne uygun âyet indirdi!” buyurmuştur. “Kim Allah’a, Melekleri’ne, Peygamberi’ne Cebrail’e, Mikail’e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara; 98)

2- Ramazan Gecelerinde Yeme-İçme ve Cinsî Münasebet: Rivayete göre, İslâm’ın başlangıcında Müslümanlara ancak iftar yemeğinden yatsı namazını kılıncaya kadar, Ramazan gecelerinde yemek, içmek ve cinsi münasebette bulunmak helal idi. Bir ara Hz. Ömer (ra) yatsı namazını kıldıktan sonra hanımı ile cinsi münasebette bulunmuştur. Fakat çok pişmanlık duyarak Peygamber’e (sav) geldi ve özür diledi. Hz. Ömer’in bu davranışını gören başka sahabeler de ayağa kalkıp, onlar da yatsı namazından sonra bu tür davranışlarda bulunduklarını itiraf ettiler. 

Hz. Ömer (ra), Peygamberimiz’e bu konuda bir ruhsat olup olmadığını sorduğunda, Peygamber (sav) böyle bir davranışı Hz. Ömer’e yakıştıramamıştır. Bu olay üzerinden çok zaman geçmeden, Hz. Ömer üzgün bir halde evine henüz varmadan, Allah Teâlâ tarafından, “Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı. Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti; artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah’ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için…” (Bakara; 187) âyeti nazil olmuştur. 

3- Bir Münafıkla Yahudi’nin Davalaşması: E’ş-Şabi’nin rivayet ettiğine göre bir Yahudi ile bir münafığın arasında husumet vardı. Yahudi münafığa, “Resûlullah’a varalım. O aramızda hükmetsin!” dedi. Münafık ise, Kab b. Eşref’e gitmeye ısrar ediyordu. Bu şahıs ise kendisine güvenilmeyen ve bizzat Allah tarafından “tağut” adıyla nitelenmiş bir kimse idi. Yani kendisi tuğyan çıkaran bedbaht adamın birisi idi. Ancak Yahudi’nin ısrarlı bir şekilde Peygamber’e (sav) gitme isteği üzerine, davalaşmak için Resûlullah’a gelirler. Dava neticesinde Peygamber (sav), Yahudi lehine karar verir. Peygamber’in (sav) yanından ayrıldıklarında münafık; “Bu hükme razı değilim, gel Ebû Bekir’e gidelim!” der. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir’e giderler. Hz. Ebû Bekir de Yahudi’nin lehine hükmedince münafık bu sefer Hz. Ömer’e gitmeyi tutturur. Hz. Ömer’e vardıklarında, Yahudi; “Biz önce Allah Resûlü’ne sonra Ebû Bekir’e gittik. Bu hasmım olan adam ikisinin de benim lehime verdikleri hükme razı olmadı ve beni sana getirdi!” deyince, Hz. Ömer, münafığa dönerek; “Doğru mudur?” diye sordu. Münafık, “Doğrudur!” deyince, Hz. Ömer; “İkiniz de yavaşlayınız (bekleyiniz). Hemen gelirim!” deyip içeri girdi. Kılıcını bağlayıp çıktıktan sonra öldürünceye kadar münafığa kılıç çaldı ve; “İşte Allah’ın ve O’nun Resûlü’nün hükmüne razı olmayanın hakkında böyle hüküm veririz!” dedi. Bu hadiseye şahit olan Yahudi derhal olay yerinden kaçıp Resûlullah’a gelerek; “Ya Rasûlallah! Ömer vallahi hasmımı öldürdü!” diyerek Hz. Ömer’in yaptığını haber verir. Hz. Peygamber (sav); “Ömer’in bir mü’mini katledeceğini zannetmezdim!” buyurur. Allah Teâlâ; “Hayır, öyle değil! Rabbine kasem olsun ki, kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklarında Seni hakem yapmadıkça sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan Sana tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisa; 65) âyeti kerimesini inzal buyurup öldürülen münafığın kanını heder ve Hz. Ömer’i de onun kanından berî kılmıştır. (Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Çev. Ahmet Naim, c.2, s.351-352)

4- Bedir Esirleri: Bedir Harbi’nden sonra müşriklerden yetmiş kadar esir ele geçmişti. Hz. Peygamber (sav) bunlara nasıl muamele yapılacağı hususunda ashabıyla istişarede bulundu. Konuyla ilgili olarak İbn Abbas şöyle rivayet etmektedir: Esirler geldiklerinde Hz. Ebû Bekir; “Ya Rasûlallah! Bunlar bizim amca çocuklarımızdır ve aşiretlerimize mensup kişilerdir. Ben fidyenin alınıp, alınan bu fidyenin kâfirlerle olan mücadelemizde kullanılmasının daha hayırlı olacağı kanaatindeyim. Böylece bu kimselerin ileride Müslüman olmaları da muhtemeldir!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav); “Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Sen ne diyorsun?” diye sorunca Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Resûlü! Ben Ebû Bekir’in görüşüne katılmıyorum. Bence, izin ver hepsini kılıçtan geçirelim. Ali’ye kardeşi Akil’i, bana da falanı öldürme imkanı ver. Bunlar küfrün ileri gelen, önder durumundaki kimseleridir!” diye cevap verdi. Ancak Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebû Bekir’in görüşünü kabul etti. Olayın devamını Hz. Ömer şöyle anlatıyor; ertesi gün olduğunda Resûlullah ile Ebû Bekir’in ağladıklarını gördüm. “Ey Allah’ın Resûlü!” dedim, “Seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Şayet ağlayabilirsem ben de ağlayayım. ”Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) yakınında bulunan bir ağaca işaret ederek; “Arkadaşlarının fidye almış olmalarına ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi.” dedi.

Ashabın ihtilaf ettiği bu olay Kur’ân-ı Kerim tarafından şu şekilde açıklığa kavuşmuştur; “Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Enfal; 67-68)

Bu âyeti kerimelerde Allah Teâlâ savaşta elde edilen esirlerin öldürülmesinin, fidye karşılığı olarak bırakılmasından daha uygun olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Peygamber (sav) bir hadisi şerifte bu olayı daha ayrıntılı olarak şöyle açıklamaktadır; “Neredeyse Hattab’ın oğlunun görüşüne karşı çıkmamız bize azabın gelmesine sebep olacaktı. Eğer azap gelmiş olsaydı Ömer bin Hattab’dan başkası kurtulamazdı.” (Kurtubî, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân, c.8, s.50)

Bu hüküm İslâm’ın ilk yıllarıyla ilgili bir hükümdür. Konuyla ilgili olarak İbn Abbas (ra); Bu hüküm Bedir’de ve Müslümanların az olduğu bir dönemde geçerliydi. Müslümanların sayısı artınca esirler hakkında şu âyet gelmiştir: “(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin…” (Muhammed; 4), demiştir. (Ali Arslan, Büyük Kur’ân Tefsiri, c.6, s.534)

5- Tevrat’taki ifade; “Meğer ki nefsi ile hesaplaşmış ola!”: Hz. Ömer’in (ra) göstermiş olduğu yüce muvafakatlerden biri de şöyledir; Bir gün Ka’b el-Ahbar; “Arz melikinin sema meliki elinden hâli yamandır!” demiştir. Ka’b el-Ahbar’ın bu sözüne Hz. Ömer; “Meğer ki nefsi ile hesaplaşmış ola!” kaydını ilave etmiştir. Bunun üzerine Ka’b el-Ahbar; “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bu senin söylediğin Tevrat’ta da aynıdır.” diye Hz. Ömer’e karşılık verir. Hz. Ömer ise bu muvafakatınden dolayı şükür secdesine kapanmıştır. (Sahihi Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Çev. Ahmet Naim, c.2, s.353)

6- Ezanla İlgili Sözleri: İmam Suyûtî’nin naklettiğine göre, Hz. Bilal ilk zamanlar ezan okurken “Eşhedü en lâilâhe illallah!” dedikten sonra, “hayye ale’s-salah!” ibaresine geçermiş. Hz. Ömer, Hz. Bilal’e; “Eşhedü en lâilâhe illallah!” ibaresinin peşine “Eşhedü enne Muhammede’n-Resûlullah!” diye ilave et, demiştir. Hz. Peygamber (sav) de Hz. Bilal’e: “Ömer’in dediği gibi söyle.” diye buyurmuştur. (Muhsin Koçak, Hz. Ömer ve Fıkhı, s.68)

Bazılarını paylaşabildiğimiz bu rivayetlerde de açıkça görülen şey, Hz. Ömer Efendimiz’in Cenâbı Mevlâmız’ın ikramlarına mazhar oluşudur. Onun İslâm’a, imana bağlılığı, Efendimiz’e (sav) tâbi oluşu bütün insanlığa hidayet rehberi olmasına yol açmıştır. Muhaddesûn denilen ve Mevlâmız’ın hakikati gönlüne ilham ettiği bir insan olarak Hz. Ömer efendimiz, bugün de ümmeti Muhammed’e yol gösterirken nübüvvetten sonraki velayet varislerine tâbi olunması gereğine işaret etmektedir. Nübüvvet hatmolunmuştur fakat irsâlat devam etmektedir. Cenâbı Hak bizleri Ehli Beyt’e, ashabı kirama bağışlasın. Ömer efendimiz gibi ilhama mazhar olanlara bağışlasın. Onlara yakın eylesin. Onların lütuflarıyla ümmete kurtuluş nasip eylesin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Cumartesi, 02 Ağustos 2014 22:10

BAYRAM, İNSANIN ASLİYETİNE DÖNÜŞÜ

bayram insanin

Bayram, İnsanın Asliyetine Dönüşü - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Bayram, İnsanın Asliyetine Dönüşü

 

Enes’den (ra); “Allah Resûlü (sav) Me-dine‘ye geldi, onların eğlence yaptıkları iki günleri vardı. “Nedir bu günler?” diye sordu. Şöyle dediler; “Cahiliye devrinde eğlendiğimiz günlerdi.” Resûlullah (sav) şöyle buyurdu; “Allah size bu iki günün yerine daha iyisini ihsân etmiştir; Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı günü.’’

Şevval ayını, diğer hicri aylardan ayıran en önemli hususiyet, Ramazan Bayramı’nın bu ayın ilk üç gününde oluşudur. İslâm’da ilk Ramazan Bayramı, hicretin ikinci yılında Şevval ayında gerçekleşmiştir.

Bayram kelimesinin Arapçası “ıyd” dır. Dönüp gelen manasındadır. Bayrama bu ismin verilmesi o gün Allah’ın kullarına dönüp gelen birçok ihsânından dolayıdır. Ekseriyetle sevinç getirerek döndüğü için ona ıyd denilmiştir. Iyd kelimesi her sevinçli gün hakkında kullanılabilir. Fıtır ve Kurban günlerine de bundan dolayı “ıyd” (bayram) denilmiştir. Ramazan’ın sonucunda “Takvaya ulaşan” her insan adeta asliyetine dönmüş, asliyeti ile buluşmuştur. 

Her sene bayram günlerinde Allah’ın kullarına dönüp gelen ihsânlarından bazıları; Ramazan’da yemek içmek yasak iken bayram günü iftar edilmesi, fıtır sadakası, ziyaret tavafı ile haccın tamamlanması, kurban etleridir.

Ramazan Bayramı’nda namaza çıkmazdan önce tek sayılı tatlı bir şey yemek, misvak kullanmak, yıkanmak, kokusu olup rengi olmayan şeylerle kokulanmak, beyaz olmasa bile en güzel elbiselerini giymek ve fitresini vermek menduptur. Yenilen şeyin tatlı olması müstehaptır, çünkü Hz. Enes’den (ra) rivayet edilen hadisi şerifte şöyle geçmekte; “Peygamber (sav), Ramazan Bayramı namazına sayıca tek olarak birkaç hurma yemeden çıkmazdı.” Çünkü yemekte Hak Teâlâ’nın ziyafetini kabule, oruç emrine uyduktan sonra şimdi de iftar emrine uymaya işaret vardır. 

Kurbanları acele kesebilmek için Kurban Bayramı namazını acele tutmak, fitreyi verebilmek için de Ramazan Bayramı namazını geciktirmenin mendup olduğu ifade edilmektedir.

Fıtır sadakasını Bayram namazından önce vermek gerekir. Fıtır sadakası; mesken, elbise, ev eşyası gibi zaruri ihtiyaçlar dışında, nisap miktarında malı bulunan hür ve Müslüman kimseye vaciptir. Zira Peygamber Efendimiz (sav) Ramazan Bayramı’nda verdiği bir hutbesinde; “Küçük, büyük her hür ve her köle başına buğdaydan yarım sa’ veyahut kuru hurmadan ve arpadan bir sa’ veriniz.” buyurmuştur. Kişi kendisinin, küçük çocuklarının ve kölelerinin fitrelerini vermekle mükelleftir. Zira küçük çocuklarla köleler kişinin velayeti altında oldukları gibi kişi onları beslemekle mükelleftir. Fitreye de baş sadakası denildiğinden kişinin velayeti altında bulunan her bir baş için bir fitre vermesi gerekir. Hem de fitre fakirin hiç değilse bayram günü avuç açmak zorunda kalmamasını amaçlayan bir emir olduğuna göre, bayram namazından önce fakire verilmelidir ki o da herkes gibi sevinç ve gönül huzuru içinde namaza gidebilsin. Peygamberimiz (sav) bayram günü namaza çıkmadan önce fitrelerini çıkarırdı. El-Hidaye’de fitrenin bayramdan sonrasına bırakılmasıyla ile ilgili olarak şu bilgi de yer almaktadır: Fitrenin vücubu, fitreyi bayram günü vermemekle sakıt olmaz. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin yine de vermek gerekir. Zîra fitre, hikmet ve gayesi bilinen bir ibadettir. Bunun için hangi vakitte verilirse ondan güdülen gaye yerine gelmiş olur. Fakat fakirin bayrama çoluk çocuğuyla sevinçle çıkmasına yardımcı olmak adına bayramdan önce verilmesi daha evladır. Bu şekildeki bir davranış fitredeki asıl gayeye daha uygundur.

Bayram namazı hicretin ilk senesinde meşru olmuştur. Cuma kime farz olursa bayram namazları da ona vacip olur. Bunların ikisi de cemaatle kılınır. İkisinde de kıraat aşikâre okunur. Bu şartlardan yalnız hutbe müstesnadır. Çünkü bayram namazından sonra hutbe okumak sünnettir. Bayram namazının vakti güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibaren zeval vaktine kadardır. Zeval dâhil değildir. Bayram namazı iki rekâttır. Her rekâtta üçer zâid tekbir alınarak kılır.

Zâid tekbirlere bu ismin verilmesi, iftitah ve rükû tekbirlerinin üzerine ziyade edildikleri içindir.

Tekbirler şeairdendir (İslâm’ın alâmetlerindendir). Onun için onları aşikâre almak vaciptir. İmam sesli olarak, cemaat sessiz olarak tekbirleri alır. Tekbirler alınırken eller kaldırılır. İlk rekâtta zâid tekbirleri iftitah tekbirine katılır. Çünkü iftitah tekbiri rükû tekbirinden öncedir. İkinci rekâtta ise rükû tekbirine katmak icap eder. Ve her iki tekbir arasında üç tesbih miktarı susar. Bir kimse imama rükû halinde yetişirse, rükûda yetişeceğini kanaat getirdiği takdirde ayakta tekbir alarak rükûya gider. Yetişeceğine kanaat getirmez ise rükû eder ve tekbiri rükû halinde alır. Ellerini kaldırmaz. İmama rükûdan doğrulduktan sonra yetişirse tekbirleri orada kaza etmez. Zira tekbirleri ile birlikte rekâtı kaza eder. Bir kimse bayram namazını imamla kılmaya yetişemezse yalnız başına kılamaz. 

Şevval orucu; Ramazan ayı ve bayramından sonra şevval ayı içinde “altı gün orucu” adıyla bilinen orucu tutmak sünnettir. Ebû Eyyub el-Ensari’den (ra); Allah Resûlü (sav) buyurdu; “Kim Ramazan orucunu tutup da Şevval ayından da ona altı gün katarsa, tüm yıl oruç tutmuş gibi olur.”

Bayram ve Şevval orucundan bahisten sonra, Şevval ayı içinde gerçekleşmiş olan hadiselerden de kısa başlıklarla bahsedelim. Bu hadiselerden biri Habeşistan’a ilk hicrettir. Müslümanlar Habeşistan’a hicretleri esnasında Mekkeli müşriklerin Müslüman olduğu haberi onlara ulaşmıştı. Bundan sonraki süreçte yaşanılan bir hadiseyi ehemmiyetine binaen paylaşmak istedik. Habeşistan’a ilk hicret eden Müslümanlardan bir kısmı müşriklerin Müslüman olduğu haberini alınca Mekke’ye geri döndüler. Şevval ayında Mekke’ye yaklaştıklarında müşriklerin Müslümanlığı kabul ettikleri haberinin asılsız olduğunu öğrendiler. Habeşistan’a geri dönmek çok ağırlarına geldi. O günün kurallarına göre ancak birinin himayesinde Mekke’ye girebildiler. Osman b. Mazun (ra) da müşriklerden Velid b. Muğire’nin himayesinde Mekke’ye girdi. Hz. Osman b. Mazun, Velid b. Muğire’nin himayesinde rahatça yaşarken, Resûlullah (sav) ve ashabının çeşitli belalara maruz kaldıklarını ve bazılarının ateşle dağlandıklarını, kırbaçla dövüldüklerini gördükçe, kendisinin bu rahatlığından dolayı çok müteessir olurdu. Bir gün; “Vallahi, arkadaşlarımın ve ev halkının Allah yolunda uğradıkları türlü bela ve işkencelere karşılık bir müşrikin himayesinde benim rahatça dolaşmam benim için büyük bir noksanlıktır. Şaşılacak şey! Bir müşrikin himayesinde nasıl bulunabilirim?! Allah’ın himayesi, daha şerefli, daha emniyetlidir.’’ diyerek Velid b. Muğire’nin yanına gitti ve ona; “Şu ana kadar senin himayen altında idim. Şimdi senin himayenden çıkıp Resûlullah Aleyhi’s-selâm’ın yanına gitmek istiyorum ki, O ve ashabı, benim için örnektir! Artık üzerimdeki himayeni sana iade ediyorum.” dedi ve onun himayesinden çıkıp Allah’ın himayesine girmiş oldu. Böylece o da diğer Müslümanların yaşadığı gibi yaşamaya başladı.

Yine Şevval ayında meydana gelen hadiselerden bir diğeri ise Huneyn Gazvesi’dir. Huneyn Gazvesi, sayısal anlamda çokluğun tek başına bir anlam taşımadığını bizlere göstermesi anlamında günümüz itibariyle birçok mesaj içermektedir. Samimiyetin, Allah’a olan inancın, teslimiyetin ve bütün bunların yanında her şeyin Allah’tan olduğunu anlamak zaferin asıl sebebidir. Bedir Gazvesi’nde Müslümanlar sayısal olarak bütün savaşlardan çok azdı. Bununla birlikte Allah ve Resûlü’ne olan teslimiyet ve itaat zaferin gelmesine vesile olmuştur. Huneyn Savaşı’nda Müslümanlar diğer savaşlardan daha çok sayıya sahip olmuşlardı. Ama çokluk tek başına bir işe yaramamıştı.

Mekke’nin fethinden sonra, Hevazin ve Sakif kabileleri Müslümanların bu zaferini çekemiyorlardı. Ayrıca Mekke’den sonra sıranın kendilerine geleceğini düşünüyorlardı. İşte bu düşüncelerle hazırlık yaptılar. Bu hazırlıkların haberi Efendimiz’e (sav) ulaşınca derhal savaş hazırlıklarına başladılar. Müslümanlar on bini Medineli, iki bini Mekkeli olmak üzere on iki bin kişilik bir kuvvetle Huneyn’e hareket ettiler. Yolda giderken Müşriklerin adına “Zat-ı Envat” dedikleri büyük bir ağaçla karşılaştılar. Müşrikler bu yeşil ağacın yanına her sene gelirler, kılıçlarını onun üzerine asarlar, onun yanında kurban keserler ve bir gün boyunca tazimle hizmet ederlerdi. Cahiliye çağından yeni çıkmış ve yeni Müslüman olmuş bazılarının Efendimiz’den (sav) kendileri içinde böyle bir ağaç istediler. “Ya Rasûlallah! Zat-ı Envat gibi, bize de bir Zat-ı Envat ihdas etsen.’’ dediler. Resûlullah (sav) endişe ile şöyle buyurdular; “Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz de, Musa’nın kavminin Musa’ya dedikleri gibi bir söz söylediniz! Onlar; ‘Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bizim için bir tanrı yap’ demişti. (Hz. Musa da) ‘Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz demişti.’ (Âraf; 138) Şüphesiz ki bu, sizden öncekilerin bir geleneği idi. Sizler de muhakkak sizden öncekilerin geleneğine adım adım uyacaksınız.’’ diye buyurdu. Müslümanlar sabahın alaca karanlığında Huneyn vadisine ulaştıkları sırada, vadinin yamaçlarında pusu kurmuş olan Hevazin ve Sakif birlikleri aniden hücum ederek Müslümanlara toptan baskın yaptılar. Bu durum Müslüman askerlerini korkuttu, neye uğradıklarını anlayamadılar. Şaşkınlığa düşerek öyle bir paniklediler ki kimsenin gözü kimseyi görmüyordu, bütün genişliğiyle beraber arz kendilerine dar gelmiş, çoklukları onlara hiçbir fayda vermemişti. Sonra geri dönüp kaçmaya başlamışlardı. Müslümanların bozguna uğradığı sırada Hz. Peygamber Efendimiz (sav) onları geri döndürmek için şöyle sesleniyordu; “Ey Nas nereye gidiyorsunuz? Bana geliniz! Ben Allah’ın Peygamberi, Abdullah oğlu Muhammedim!” Bu sırada Efendimiz’in (sav) etrafında ehli beyt ile ensar ve muhacirlerden küçük bir grup kalmıştı. Müslümanların durumu güçleşmiş, şaşkınlık ve bozgun büyümüştü. Hatta Resûlullah’ın (sav) kendilerine hitaben söylediklerini bile duyamıyorlardı. Peygamberimiz (sav) Amcası Hz. Abbas’a (ra); “Ey Abbas Hudeybiye günü Semure ağacının altında Rıdvan beyatı yapanlara seslen!’’ buyurdu. Hz Abbas der ki; “Ben, sesimin en yüksek perdesi ile, Rıdvan ağacı altında dönmemek üzere söz verenler nerede?” diye bağırdım. Hz Abbas’ın sesini işitenler “Lebbeyk!” nidalarıyla cevap vererek Resûlullah’ın (sav) bulunduğu tarafa koştular. Artık gafletten kurtulmuşlardı, yürekleri şecaat ve cesaretle dolmuştu. Hepsi Resûlulah’ın (sav) bulunduğu tarafa at koşturdular. O kadar ki yolun kalabalığından devesi üzerinde Resûlullah’a (sav) gidemeyen kişi devesini bırakıp yaya koşuyordu. Ashab dalga dalga Efendimiz’in (sav) etrafında kenetlenmişti. Ve amansız bir mücadele başladı. Peygamberimiz (sav) bu durumu görünce sevinmişti. “Ya Rabbi! Zafer va’dini yerine getir, yardımını gönder.” diye dua buyurdu. Yerden bir avuç çakıl taşı alarak müşriklerin üzerine doğru attı. “Yüzleri kara olsun!” dedi, sonra; “Muhammed’in Rabbi’ne yemin olsun ki, kâfirler hezimete uğradılar.” buyurdu. Müslümanlar zafere doğru gidiyorlardı. Müşrikler Müslümanların kılıçlarının önünden kaçacak yer arıyorlardı. Üstelik Resûlullah’ın (sav) attığı bir avuç kum o kadar çoğalmıştı ki, düşmanlarının her birinin ağzı yüzü ve gözleri toz toprak içinde kalmıştı. Hz Abbas (ra) bu sahneyi şöyle anlatıyor; “Ben gözetliyordum; savaş gördüğüm gibi aynı şekilde devam ediyordu. Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah, çakılları attıktan sonra kâfirlerin güçlerinin zayıfladığını ve işlerinin tersine gittiğini gördüm.” Şiddetli çatışmalar sonucunda müşrikler hezimete uğratıldı, kuvvetleri darmadağın oldu. Cenâbı Hak, Peygamberi’ne vadettiği zaferi nasip etmiş, İslâm ordusunu çeşitli yollarla teyit etmişti. Böylece Müslümanlar, Mekke’nin fethinden hemen sonra parlak bir zafer daha kazanmışlardı.

Huneyn Gazvesi’nde Efendimiz’in (sav) yapmış olduğu o çağrıya bugün her açıdan darmadağın olan bizlerin de hemen kulak verip ashab misali, “Lebbeyk!” diyerek, O’na koşması gerekir. Sünneti mutahharaya sarılmalıyız. O’nun varisi ekmeline bir an önce ulaşmalıyız. Zira kurtuluş ondadır. Nitekim âyeti kerimede şöyle buyruluyor; “Hâlbuki Sen onların aralarında bulundukça Allah onlara azap edecek değildir…” (Enfal; 33) O kutlu daveti tekrar hatırlayalım: “Ey Nas nereye gidiyorsunuz? Bana geliniz! Ben Allah’ın Peygamberi, Abdullah oğlu Muhammedim.” 

Huneyn Gazve’si Kur’ân-ı Kerim’de ise şöyle anlatılmaktadır;

“Şüphesiz ki, Allah size birçok yerde ve Huneyn Savaşı yapıldığı günde yardım etmişti. O gün, sayınızın çokluğu sizi gururlandırmıştı. Fakat çokluğunuz size bir fayda sağlamamıştı da o geniş yeryüzü size dar gelmeye başlamıştı. Sonra da yüz çevirip geri kaçmıştınız. Sonra Allah, Peygamberi’ne ve mü’minlerin üzerine emniyetini indirdi. Görmediğiniz askerler gönderdi. Kâfirleri de azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.” (Tevbe; 25-26)

Mevzumuzu Resûlullah’ın (sav) bayram günü yaptığı bir duası ile bitirelim.

Taberânî, İbn Mes’ud’dan (ra) rivayet ediyor; Resûlullah’ın (sav) iki bayram (namazında) duası şöyle idi; “Allahım! Senden iyi bir geçim, uygun bir ölüm, kusur ve çirkinliklerin olmadığı bir sonuç istiyoruz. Allahım! Bizi aniden helak etme. Ansızın bizi katına alma! Haktan ve tavsiyeden bizi geri bırakma! Allahım! Senden iffet, zenginlik, takva, hidayet, dünya ve âhirette güzel akıbet istiyoruz. Şüphe, ayrılık, riya ve dininde iki yüzlülük yapmaya çalışmaktan Sana sığınırız. Ey kalbleri alt üst eden! Hidayet ettikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize rahmet bahşet. Muhakkak ki Sen en çok bahşedensin.” Âmin.

 

Kaynakça:

-Muhammed b. Salih ed-Dimaşkî, Peygamber Külliyatı

-H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi

-H. Algül, İslâm Tarihi

-El-Hidaye, İslâm Fıkhı

-İbn-i Abidin, Reddü-l Muhtar

-İmam Kurtubî, El-Camiu li-Ahkami’l-Kuran

-İbni Kesir Tefsiri

-Er-Rudani, Cem’ul-Fevaid

-Ö. N. Bilmen Tefsiri

-Şamil İslâm Ansiklopedisi

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort