JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Gülmek, insanın hoşuna ya da tuhafına giden durumlar karşısında duygusunu dışarı vurmasını sağlayan bir çeşit tepkidir. İnsan olmanın doğal bir sonucudur ama her halimizde itidal üzere olmamızı emir buyuran dinimiz gülerken de bu hususa dikkat etmemizi ve aşırıya kaçmamamızı önermiştir.

“Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere maruz kaldım…” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) buyuran Peygamberimiz’in (sav) çehresinden tebessüm hiç eksik olmamıştır. O’nu asık bir yüzle ya da çatık kaşlarla görmek mümkün değildi. Ama Hz. Âişe annemizin rivayetinden öğrendiğimiz üzere Hazreti Peygamber’in (sav) küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğü bir kez dahi görülmemiştir. O sadece tebessüm etmiştir. (Buhârî, Edeb, 68; Müslim, İstiska, 16)

Her insan mutlu olmaktan, sevinmekten büyük haz duyar. Ama üzüldüğümüzde kendimizi mahvedercesine aşırı bir eleme kapılmamız nasıl yanlış bir davranışsa, sevindiğimizde de haddi aşıp kahkahalar atarak kendimizi kaybetmemiz o kadar yanlıştır. Bu tür aşırılıklar mü’minin şahsiyetini zedeleyici davranışlardır.

“Çok gülmek kalbi öldürür ve mü’minin değerini düşürür.” (Tirmizi) buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Dünyaya gözlerini ağlayarak açan insanoğlu sonrasında göbeği çatlarcasına nasıl gülebiliyor? Onu bu dünyada böylesi bir gaflete iten sebep nedir? “Allahü Teâlâ’nın kendisinden razı olup olmadığını bilmeden kahkahayla gülen kişiye şaşılır…” “Gideceği yerin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu bilmeyen bir kişi nasıl olur da gülebilir?” diye gönlünde kendilerini katıla katıla gülmekten alıkoyacak bir dert, tasa taşımayan kişilere taaccub etmiştir hazeratı kiram...

Haddinden fazla gülmek insanı gaflete sürükler. Gaflet, insanı yaratılış gaye ve vazifesinden alıkoyar. Kalplerini kasvetle bürür, katılaştırır, zulmete gark eder. Hal böyle olunca insan zamanla ibadetlerinden haz duymamaya, gördüğü şeylerden ibret almamaya, Hak’tan uzaklaşmaya başlar.

“Ben mahzun gönüllerdeyim” buyurmuş Cenâbı Hak… Onun için mü’min dertli olur, mü’min mahzun olur. Mü’minin gönlü kırık olur, boynu eğik, gözü yaşlı olur. “Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, hiç gülmez, çok ağlardınız.” buyuruyor Kâinatın Efendisi. Bir düşünelim, dünyadaki her şey O’nun hürmetine yaratılmış, O’nun için var edilmişken O’nu (sav) hiç gülmeyip ağlamaya iten sebep neydi acaba? Neden bunu bizlere de bildirdi ki ‘hiç gülmezdiniz’ diye? Bizim bilmediklerimiz nelerdi? Gafletimizle üzerini örterek eğlenceye daldığımız ve görmezlikten geldiğimiz hakikatler nelerdi? Çok ağlarlardı Allah’ın Resûlü (sav)… Gözyaşları hemen kirpiklerinin ucundaydı.. Bize de “Ağlardınız…” buyuruyor. Ağlanacak halimiz var demek ki... Ama hiç farkında değiliz. Yiyoruz, içiyoruz, gülüyoruz, koşup, oynayıp, eğleniyoruz... Böylesi bir serbestlik, bu vurdumduymazlık nereden geliyor? Yunus Emre Hazretleri:

Onlar cihana geldiler,
Hep gittiler kalmadılar,
Ağladılar gülmediler..
Sen de ağla gülme gönül… buyuruyor.

Bizler, bizden evvel giden o salih kullardan daha hayırlı değiliz elbette. Onlar dünyada iken de hiç gülmediler. Şimdi bir düşünelim, öyle geçiyoruz ki kendimizden ağzımız kulaklarımıza varıyor gülerken… Fıkıh kaidelerindendir, gülerken gözümüzden yaş gelse abdestimiz bozuluyor. Ama hüzünle, Allah korkusuyla yaşarsa gözümüz cehennem ateşini söndürebiliyor. Yaş aynı yaş, ama geliş yeri farklı. Biri nefsimizden, diğeri ise gönülden geliyor. Gönülden gelen cehennemi söndürebiliyor ama diğeri abdestimizi bozuyor.

Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir. Abdülkâdir Geylânî (ks) buyurur ki: “Mü’min, insanlara karşı yüzüyle sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur… Mü’minin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok; gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, hâlbuki kalbi Rabbi’ni anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, fakat kalbi Rabbi iledir.

…Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak! Sevincini ve neşeni biraz azalt! Biraz hüzünlü ol! Bil ki Peygamber Efendimiz (sav), sadece başkalarının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı...”

Ya Rabbi! Bizleri gönlü mahzun olanlardan eyle. Biliyoruz ki Sen gönlü mahzun olanlarlasın… Bizleri kahkaha ile gönlünü karartanlardan eyleme. Senin razı olmayacağın her türlü amelden, duygu ve fikirden uzak eyle… Sen’den uzak olmak mü’minin cehennemidir. Sana yakınlığın şevkiyle hem bu dünyada hem de ahirette hakikatte gülenlerden eyle…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bir sohbet çıkışıdır… Hâce Hazretleri (ksa) yorgun bir vaziyette kapıya doğru ilerlerken ihvanlar önünü keserler: “Efendim, perşembe günü sohbetimiz var, teşrif ederseniz eğer çok seviniriz.” derler. Tebessüm ederek “İnşallah” buyururlar. Mütebessim halinden cesaret bularak bizler de “Efendim, biliyoruz çok rahatsız, yorgun ve yoğunsunuz. Ama keşke Derince’ye de gelseniz, bizim de bir sohbetimize buyursanız.” diye ricada bulunduk. Hâce Hazretlerinin gözlerinde yorgunluğunu perdeleyen bir vefa, derin bir sevda belirir ve adeta hayatının, yaşamının gayesini özetlercesine: “Olsun kızım, varsın da bu yolda yorulalım.. Tek yorgunluğumuz bu uğurdan olsun.” buyurur.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbete, sohbetleşmeye verdiği değer eşrefi mahlûkat olan insana verdiği değerin bir tezahürüdür. O’nun hayatında ‘sohbet etmek’ önemli bir yer tutar. Bir dönem rahatsızlandıklarında doktorlar evde istirahat ederek kimseyle görüşmemelerini tavsiye edince, ailesi gülerek  “Bu hususta Hâce Hazretleri’nin  (ksa) doktorları dinleyeceğini pek zannetmiyorum. O ihvanlarla sohbetleşmemiş edemez.. ” buyururlar. Nitekim öyle de olmuş, hasta hallerinde bile Hâce Hazretleri (ksa) yine mescidde kürsîde, yine vekalede ihvanlarla sohbete devam etmişlerdir.

Yıllar önce, Hâcegan cemaatinden ilk bahsettiklerinde düzenli mescid sohbetlerini duyunca çok şaşırmıştık. Birçok tarikatta sohbet dahi edilmez, sükût usulden bilinirken Hacegân cemaatindeki oturmuş bu sohbet kültürü gerçekten takdire şayan bir durumdu. Beylerimiz sohbete gider, gece geç saatlere kadar dönmezlerdi. Arardık, “Hâce Hazretleri (ksa) ile sohbetteyiz” derlerdi.

Onlar bir Hak dostu ile gece geç saatlere kadar sohbet ediyorlardı. Allah’ım bu ne büyük bir nimet! İnsan şu alemde daha ne ister ki? Bir evliya ile sohbetleşmek doyasıya… Muhabbet deryasına dalmak… Can derdine derman bulmak… Herkese nasib olur mu? İnsan evliyayı niçin sever, onunla neden sohbetleşmek ister? Bir kelâmı kibarda “Evliyaullahta Allah celis olmuştur.” Buyrulur. Evliyaullahta Cenabı Hakkı’n tadı vardı, kokusu vardı, cezbesi vardı. İşte bu muazzam cezbesiydi gönülleri kendisine çeken sır…

Eşlerimiz eve geldiklerinde gıpta ile bakardık onlara… Bu gözler bir Hak dostunu seyretmiş, kulaklar onun sesini işitmiş, gönüller sohbetiyle, neşvesiyle mest olmuş. “Anlat” derdik bizlere de, neler anlattı diye.. Dinlerdik ve dua ederdik “Ya Rabbi bizlere bir gün O’nunla sohbetleşmeyi nasib et.”

Sonra duyduk ki, Hâce Hazretleri (ksa) ara ara bayanlara da sohbet ediyormuş. Olur muydu hiç? Hiç bir mürşidi kâmil bayanlara da sohbet eder miydi? Tarikatleri kendi tekellerine alan anlayış, mürşidi kamilleri de almıştı. Bayanlara açılan rahmet kapısını kapayıp, mürşidi kâmilleri sadece kendi meclislerine hapsetmişlerdi. Unutulmuştu Hz. Peygamber’in (sav) Ensarın hanımlarının sorularını yanıtlayışı, Hz. Ömer (ra) efendimizin içtihadının bir bayanın sorusuyla yön değiştirişi…

Hâce Hazretleri (ksa) kendilerine verilen manevi vazifeden bahsederlerken “Cenabı Hak bizlere bu görevi vermişse eğer, bunu en güzel şekilde deruhte etmek isterim.” buyurur. O, bayan olsun, erkek olsun her ihvanına istidadına göre aynı uzaklıktadır. Hacegân mescidleri birer medresedir ve bu medreselerde dersler sohbetle talim edilir. Sohbet etmek, sohbetleşmek kadim bir Nakşî usûlüdür. Her usûlü olduğu gibi Nakşibendilerin bu usûlü de naslarla teyid edilmiştir. Bizim Rabbimiz konuşan bir Allah’tır. Kelam sıfatına haizdir. Yine Peygamberimiz konuşan bir Peygamberdir. Tebliğ sıfatına haizdir. Susmak, suskun kalmak İslami bir öğretiye ters kalır.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) İstanbul’da bir camide imamlık yaptığı zamanlardır. Tek başınadırlar ve cami cemaatinde de öyle pek sohbet ehli, gönül ehli kimseler bulunmamaktadır. Gönlünce sohbetleşeceği kimseler çıkmazmış pek karşılarına. Hâce Hazretleri (ksa), namazlardan sonra cami boşalınca ağlar ve Allah’a dua ederlermiş: “Ya Rabbi, böyle bir gurbetten, yalnızlıktan usandığım, bıktığım için değil, seni paylaşamadığım, seni konuşamadığım seni bahsedenleri işitemediğim için garibim. Beni böyle garip koyma… Bana dostlar lütfeyle…” diye. Dışarıya çıkar, sokaklarda dolaşır, minibüslerin son duraklarına gider beklerlermiş. Gelip gidenler içerisinde gönül ehli, dert ehli birisine denk gelirim de belki onu alıp eve giderim, bir bardak çay içer onunla sohbetleşirim diye… İki namaz arasında saatlerce beklerlermiş. Öğle namazından sonra çıkar, ikindi yaklaştığında kimseyi bulamayınca mahzun mahzun camiye geri dönerlermiş. Hakk’ı sohbetleşemedikleri için o günlerini ziyanda sayarlarmış.

Bazen namaza temiz görünümlü, sakallı, nurani bir zat geldiğinde bin dil dökerlermiş ona “Aman gel ne olur yemeğini ben vereceğim, semaver çayı yapayım, gel bir saat otur sohbetleşelim.” diye… Adam “işim var gideceğim” dediğinde zar zor eğler, sohbetleşirlermiş.

Sonra Cenabı Hak öyle arkadaşlar lütfetmiş ki O’na… Şimdi yolunu gözleyen, sohbetini özleyen yüzlerce ihvanı var…  Birilerinin yanına gitse, bir diğerleri gönül koyuyor.

Mürşidi kamiller Allah’ın hazineleridirler. Onlar gönüllerindeki bu hazineleri sohbetle dinleyenlerine taksim ederler. Sesleri, nefesleri gönül hastalıklarına şifadır. Öylesine bir bereket vardır ki sohbetlerinde, yüzlerce, binlerce kişi dinlese dahi herkes kendine bir pay çıkarır.

Erenlerin sohbeti, ele giresi değil
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalası değil
Sohbetle parlar iman, talip kazanır irfan
İnsanı arif yapan, fesi, hırkası değil
Yunus Emre

Mürşidi kamiller bir Peygamber vazifesi olan insanları Allah’a, Allah’ı insanlara sevdirme hizmetini hep sohbetleriyle yerine getirmişlerdir. Onların sohbetleri katıksız, saf aşktır… Aşk ise mahluk değildir. Cenabı Hakk’ın insanlığa zatından bahşettiği şeydir. Mürşidi kamilin sohbetinden ilim, iman ve aşk akar gönüllere…

“Alimlerin sohbetine katılın, onlara yakın oturun. Çünkü Allahu Teala yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalpleri de hikmet nuru ile diriltir.” (Taberani) buyrulur.

Cenabı Hak bizleri de onların sohbetlerine cemaat eylesin. Mesafeleri kaldırsın aradan, uzakları yakın eylesin. Sohbetlerini dinleyen ve dinledikleri ile amel eden kullarından eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 05 May 2014 00:00

HAYAT RENGİNİ SÜNNETTEN ALIR

Peygamberimiz’in (sav) hayatı bizler için sayısız faydalar içeren sünnetlerle, davranışlarla doludur. Bu hususta O’nun (sav) sünnetiyle, hayatıyla alakalı yazılı eserleri çok okumamız lazım ki yaşam tarzından haberdar olalım. Âlimlerimiz günlük yaşantı ile alakalı Peygamberimiz’den (sav) rivayet edilen dört bin küsur adet sünneti seniyye olduğunu bildirmişlerdir.

Yani sabah yataktan kalkıp, gece tekrar yatıncaya kadar olan zaman dilimi içerisinde bize yön gösteren dört bin küsur çeşit sünneti seniyye vardır. Cenabı Hak cümlemizi bunlarda muvaffak kılsın. Bizim hepsini yerine getirmemiz mümkün olamayabilir. Şartlarımız buna elvermeyebilir. Ama hayatın ana mevzularındaki sünnetlerini insan muhabbetle yerine getirmeye çalışmalı…

Sünnetler, bizim dünyada ve ahiretteki kurtuluş reçetelerimizdir. Esasında yegâne saadet ve kurtuluşun O’nun (sav) izinde, O’nun (sav) yönteminde, O’nun (sav) usûlünde olduğunu bilmeliyiz. Hidayet ve istikamete ancak O’nun (sav) sevgi ve muhabbetini gönlümüzde yeşertip, ahlâkıyla ahlâklanıp, sünnetine tabi olduğumuzda erişebiliriz.
Bu inançla dopdolu olup O’nun (sav) sevgisini gönlümüzde hep taze tutmalıyız. Peygamberimiz (sav) sanki bir gün bir kapıyı açtığımızda ya da namaza durduğumuzda bir anda karşımıza çıkıverecekmiş gibi bir his içerisinde olmalıyız. “O’nunla (sav) sanki bir gün karşılaşacağım...” coşkusu ve sevgisiyle beklemeliyiz. Buna göre de hayatımızı edeplendirmeliyiz.

Bu duygu ve alt yapıyla O’ndan bize gelen rivayetleri, nakilleri en güzel şekilde uygulamaya çalışmalıyız. Konuya bir bayan olarak yaklaştığımızda, giyim kuşamımızda örneğin Allah Rasûlü’nün ailelerine tavsiye ettiği şekilde giyinmek, yeme içmede keza O’nun (sav) sevdiği, yediği yemekleri sevip, O’nu (sav) hatırlamak adına zaman zaman o yemekleri yapmak… Bunlar maneviyatımıza renk verecek ayrı bir tat katacaktır.

Mesela Peygamber Efendimiz (sav) patlıcanlı, kabaklı yemekleri sevmişler. Özelikle patlıcanı çok sevmişler. Sofraya kabak geldiğinde diğer arkadaşlarının da iznini alarak onların önlerindeki kabakları da yerlermiş. Evlerimizde bu tip yemekler pişirmek bize Peygamberi (sav) hatırlatır, peygamberî bir hava estirir…

Efendimiz (sav) yine tirit çorbasını sevmişler.  Et suyuna küçük küçük et parçaları doğranarak hazırlanan bu çorba Anadolu’da halen aynı adla anılır ve yapılır. Eti haşlama severlermiş Allah Rasûlü (sav). Ayrıca sirkeyi de çok severlermiş. Öyle ki içine ekmek doğrayıp yerlermiş. Bunun için salatalarımızda sirke kullanmayı alışkanlık haline getirelim. Katılabilecek yemeklere sirkeyi katalım. Ayrıca sirkenin insan vücuduna çok faydaları vardır. Sirke kuvvetli bir antibiyotiktir.

Peygamber Efendimiz (sav) sütü çok severlermiş ve misafirlerine de ikram ederlermiş. Bizim kültürümüzde de bu vardır. Osmanlımızdan gelen güzel bir adettir sütlü kahve. Sünnet olduğu için tercih edilmiştir. Ecdadımız bunun için çok içmişler sütlü kahveyi…  Süt içmeyi, çocuklarımıza içirmeyi alışkanlık haline getirelim, O (sav) sevdiği için, sünnetini uygulamak adına…

Efendimiz (sav) kuru hurmanın içini açıp, yumuşaması için bir müddet sütün içerisinde beklettikten sonra yemeyi severlermiş. Kuru hurma ile yaş hurmayı katık yaparlarmış. Yine muzla hurmayı katık yaparlarmış. Muzu sütle beraber yerlermiş. Bunları O (sav) sevdiği için yapmak, mutfağımızı bunlarla süslemek evimize bereket, saadet getirir.

Efendimiz (sav) yemekte temizlik adabına özen göstermişler ve üzerinde titizlikle durmuşlardır. Yemeklerden önce elleri yıkayıp kurulamamak, bir yerlere de dokunmadan yemeğe oturmak sünnettir. Hatta o nemli parmaklarımızla gözlerimize sürme çekmek göz rahatsızlıklarına iyi gelir. Sağ el ağırlıklı olarak yemek, solu ona yardımcı kullanmak, ekmeği ısırarak değil, kopararak yemek, yemekten sonra ellerimizi yıkamak ve kurulamak Efendimiz’in (sav) tavsiye ettiği hareketlerdir. Ayrıca Peygamberimiz (sav) yemeğe tuzla başlayıp tuzla bitirirlermiş. Tuz tükürük bezlerini harekete geçirir ve yemeği eritecek, parçalayacak salgıyı salgılar.

Esmer undan yapılmış ekmeği yerlermiş Allah Rasûlü (sav). Ayrıca sofranın aşırı bir şekilde donatılmasını ve yerken bütün yemeklerin bir anda ortaya konmasını sevmezlermiş. Bir çeşidi koyup, o yendikten sonra eğer yenecekse ikinci bir çeşidi koymayı tavsiye buyurmuşlar. Kalan yemek ya bir kişiyi doyurmalı, ya da yenmeli. Bu da Allah Rasulü’nün (sav) sünnetlerindendir.

Yemeklerden sonra tabaklar sünnetlenmeli. Peygamberimiz (sav) öyle sünnetlermiş ki tabağını, Ayşe annemiz şaşırırmış bazen,  “Yemek koymadım mı size Ya Rasûlallah?” diye sorarmış. Tabak tıpkı raftan yeni indirilmiş gibi, hiç yemek artığı bırakmazmış.

Meyveyi yemekten önce yemeyi tavsiye buyurmuş Allah Rasûlü (sav). Biz tam tersini yapıyoruz, yemekten sonra yiyoruz. Hâlbuki yemekten önce yendiği zaman meyve, mideyi koruma altına alır ve çalıştırır. Çalışır mideyle yenilen yemeğin hazmı daha rahat olur. Ülser, gastrit, mide kanseri gibi hastalıklar daha az görülür.

Yemeklerden sonra tatlı yemek de Nakşibendîlerin sünnetidir. Helva yahut sütlü veya şerbetli tatlılar gibi… Bunlar hazmı kolaylaştırır ve mideyi bastırır. Şahı Nakşibend Efendimiz (ks) titizlikle bunun üzerinde durmuşlardır.

Efendimiz (sav) çorbaları bir tasla veya maşrapayla içerlermiş. Şimdi günümüzde buna kulplu kupa bardakları örnek gösterebiliriz... Sünnettir bu.  Ve elle yerlermiş Allah Rasûlü (sav) yemeğini. Yemeğini üç parmağıyla (baş, işaret ve orta parmak) yer, diğer parmaklarını bulaştırmazlarmış. Tabi o günün yemekleri daha katı olurmuş, yufka gibi ekmeğin arasına dürüm yapar yerlermiş.

Kürdan kullanmak da sünnettir. Kürdanla dişin dibinden çıkan artığın yenmemesini, atılmasını önermiş Allah Rasûlü (sav). Bizler yiyoruz, bu sağlık açısından zararlı. Çünkü diş diplerindeki mikroplar o kırıntıya sirayet eder, yuttuğumuzda ise o mikropları yutmuş oluruz.

Bazı sünnetleri bizler alışkanlık haline getirmiş, yapıyoruz. O’nu (sav) hatırlayarak, bilinçli bir şekilde yaparsak bu hareketimiz sünnet olur. Yoksa sünnet işlemiş olmayız. Gaye Efendimiz’in (sav) hatırlanmasıdır…     

O’nun (sav) sevdiği yemekleri tercih edip hazırlarken, gönlümüzden o an “Keşke ben de O’nun (sav) zamanına yetişseydim de bu yemekten O’na da (sav) ikram etseydim…” diye geçirsek, tıpkı O’na (sav) ikramda bulunmuş gibi mükâfat getirir. İnsan samimiyeti ölçüsünde kazanır. Herkes ihlâsının meyvesini yer.

Bayanlar için hatırlanabilecek sünnetler arasında eli kınalamak, kınasız saklamamak da vardır... Allah Rasûlü (sav) bayanlarda kınayı çok sevmişler. Hatta bir gün birisi perde arkasından kendisine bir şey uzattığında, o şeyi almak için uzatan kişinin elini tutmuş. İkramda bulunan kişi ise bir bayanmış. Bayan bir an Allah Rasûlü’nün (sav) elini tutuğu için hem çok sevinmiş, hem de mahcup bir şekilde perde arkasından kendisini tanıtmış, bayan olduğunu söylemiş. Peygamber Efendimiz (sav) ise sitem etmiş ve buyurmuşlar ki: “Ne bileyim ki ben senin bayan olduğunu, niçin elinde kına yok?” Kına olmadığı, erkek zannettiği için tutmuş eli. Kadınlarda kınayı sevmişler ve onların kınalı olmalarını istemişler.

Yine başa bağladığımız bantlar O’nun (sav) ailelerine tavsiyesidir. Başörtülerinin açılmaması için başlarına bezle sarık bağlamışlar. Böylelikle örtülerini hem tutturmuşlar hem de rüzgârın uçurmasını engellemişler.

Peygamber Efendimiz (sav) bayanlardaki sarığı nurani bir halka olarak tarif etmişler. Başörtülerine bant, sarık takanların başlarında nurani halkaları olduğunu ve bu nurani halkalarından tanındıklarını buyurmuşlardır.

Bayanların elbiselerinin altından içlik giymelerini önermiş Allah Rasûlü (sav). Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ali (ra) ile yolda giderlerken bir bayanın bineğinden yere düştüğünü ve eteklerinin açıldığını görmüşler. Allah Rasûlü (sav) yüzünü çevirmiş kadın mahcup olmasın diye. O anda Ali Efendimiz (ra) gayri ihtiyari bakmışlar ki kadının altında şalvarı var. Peygamber Efendimiz’e (sav) “Altında şalvarı var Ya Rasûlallah!” demiş. Efendimiz (sav) buna çok memnun olmuşlar ve o bayana şalvarlı, bir yeri görünmedi diye dua buyurmuşlar. Elbiselerinin altından içlik giyen hanımlara rahmet etmişler.

Hanımların eteklerinin uzun olmasını emretmişler. Hatta yerlere sürüldüğünde pis olacağı kendilerine söylendiğinde “Pis yerlere sürülür pis olur, temiz yerlere sürülür temiz olur.” buyurmuşlar, etek boylarını kısaltsın buyurmamışlardır.

Allah Rasûlü’nün (sav) hanımlara yönelik tavsiyelerinin bir kısmı da aksesuardır. Kadını süslemiş Allah Rasûlü (sav). Evde dışarı çıkmayacaksa koku sürünmesini, sürme çekmesini, temiz ve bakımlı olmasını tavsiye etmiş.

Hanımlara misvak olarak sakızı önermişler. Sakız çiğnemeleri ağızdaki kokuyu önlemesi, dişlerin temizlenmesi, bayanlardaki bazı hormonları harekete geçirip doğurganlığı arttırması açısından faydalıdır. Eskiden sakızlar çamdan ve değişik bitki özlerinden yapılırdı.

Sürekli tefekkür halinde olmalarını, yürürlerken sağa sola çok bakınmadan hızlı yürümelerini ve yollarda çok takılmadan gidecekleri yere bir an önce ulaşmalarını tavsiye etmişlerdir.
Efendimiz (sav) bayanların kapı önünde, yol üstünde oturmalarını yasaklamıştır. Anadolu’da bu yaygındır. Hanımların kapı önü muhabbetleri meşhurdur. Hz. Peygamber (sav) bunu şiddetle men etmiştir. Oturulacaksa eğer komşuluk adına veya arkadaşlarla muhabbet etmek adına, eve girip evde oturulmalı. Kapı açık apartman boşluğunda sohbet etmeleri de hoş değil kadınların. Bundan büyüklerimiz çok rahatsız olmuşlardır.

O (sav) bizim her iki dünyada da hayrımızı düşünmüş ve insanlığın zelil düştüğü cahiliye devrinde Hakk’ın razı olacağı bir hayatı bizlere talim ederek medeniyet güneşini parlatmıştır. Âlemler O’nun (sav) hürmetine yaratılmışken, O (sav) saadetini mü’minlerin felahına bağlamış ve son anlarına kadar bu uğurda çaba göstermekten geri durmamıştır.

Bundan dolayı duygu ve düşüncelerimizde Allah Rasûlü’ne (sav) karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir minnet içerisinde olmalıyız. O’nun (sav) hürmetine yaratılmışız çünkü, varlık sebebimiz O (sav).

Bize Allah’ı (cc) tanıtan O (sav), bizi Allah’a (sav) sevdiren O (sav)…  Bizleri Allah (cc) ile buluşturan, Allah’ın (cc) rızasının nerede ve nasıl kazanılacağını bizlere bildiren O (sav). Bundan dolayı O’na (sav) çok müteşekkir olmalıyız.

Şükran duygumuzu en güzel  (sav) salavât getirerek ifade edebiliriz. Bunun için yirmi dört saatin içerisinde O’nu (sav) hiç unutmamak, sürekli yâd etmek için yatarken, kalkarken, otururken, sağa sola dönerken, her işimizde O’na salâtü selam getirmeliyiz. Unutmamamız gerekir ki O (sav) kendisine gönderilen salâtü selamları işitir.

Allahümme salli alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammed.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 11:58

SEVGİLERİN EN DURUSU

Hicretin altıncı senesidir. Nebî (sav) Hudeybiye’ye gitmektedir. Yolu altı yaşında iken kaybettiği annesinin kabrinin bulunduğu köye, Ebvâ’ya düşer...  Peygamber (sav) ziyaret eder annesini. Kabrinin taşlarını düzeltir, sanki hayattaki bir insanla konuşur gibi konuşur onunla. Hüzünlenir ve ağlamaya başlar. Hz. Peygambere (sav) niçin ağladığı sorulunca: “Annemin şefkat ve merhameti gözümün önüne geldi de onun için ağladım.” cevabını verir. (Müslim, 261/875) O’nun (sav)bu hali sahabeleri de üzer, onlar da ağlar. Ebu Hureyre “Hz. Peygamber, annesinin kabrini ziyaret etti ve ağladı; etrafındakileri de ağlattı.” diye nakleder olayı.

Dünyaya gözlerini babasız açmıştı Nebi (sav) ve daha çok küçük yaşlarda iken annesiz kalmıştı. Öyle derinden doyasıya bir anne şefkati göremedi. Yetimlik hep bir yanını büküyordu. Elbette ki bu da Cenabı Hakk’ın bir takdiri, dilemesi idi. Ama O’nu yalnız, savunmasız bırakmadı. “O seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duha, 6) buyurur Cenabı Hak. En büyük barınağı Hakk’ın kendisi oldu. Sonra dedesi, amcası tuttu elinden.

Peygamberimizi (sav) kabrin başında ağlatan sebep anne sevgisiydi… O’na duyduğu hürmet ve özlemiydi. O (sav) en güzel edep ile edeplendirilmişti. “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” (Acluni, Keşfu'l-Hafa) buyurur. Dünyasını değişmiş olan annesinin bile ziyaretine gitmek, onun gönlünü hoş etmek gibi bir inceliğe sahipti.

Kendisine anne gibi emeği geçen hanımlara bir evladın annesine göstereceği hürmet ve alakanın en yücesini göstermiş, yalnız bu dünyada değil ahrette de huzur bulmaları için özel ikramlarda bulunmuştu.

“O benim annemden sonra annemdi.” diye iltifat buyurduğu yengesi Fatıma binti Esed’in küçüklüğünde O’nunla öksüzlüğünden ötürü daha ziyade ilgilenmesini, kendi çocuklarından evvel onun hizmetine koşturmasını hiçbir zaman unutamamış, hep hayır dualarla yâd etmiştir. Vefatında Nebi (sav):

“Ebu Talib’ten sonra yengem (Fatıma binti Esed) kadar bana iyilik eden hiç kimse yoktur.  Ahirette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya bir müddet uzandım.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) kendisinin bu kadar üzülmesine hayret edenlere:

“O benim annemden sonra annemdi. Kendi çocukları aç durup surat asarlarken, o önce benim karnımı doyurur, saçımı tarar ve gül yağı sürerdi. O benim annemdi!”  buyurmuştur. Sonra da onun için şöyle dua etmiştir:
“Allah seni bağışlasın ve hayırla mükâfatlandırsın! Allah sana rahmet etsin anneciğim! Sen, benim annemden sonra annem oldun! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, bana giydirirdin! En lezzetli nimetleri bana tattırır, kendi nefsini mahrum ederdin! Bunu da ancak Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu umarak yapardın.” (Hâkim, III, 116-117)

Anneye hürmet göstermek, onu sevmek, incitmemek, onun yardımcısı, koruyucusu, duacısı olmak bir müslümanın öncelikli vazifelerindendir.  Birçok ayeti kerimede anne babaya hürmet göstermek,      Allahu Teâlâ’ya kulluğu emirden hemen sonra zikredilir. Örneğin İsrâ ve Lokman sûrelerinde: “Rabbin, kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin, diye hükmetti.” buyrulmaktadır.

Yine Abdullah bin Mes'ûd şöyle buyurmaktadır:  “Peygambere (sav), Allah'a göre hangi iş daha sevimlidir? diye sordum bana, vaktinde kılınan namazdır, buyurdu. Ben, sonra hangisidir? dedim. Resûl-i Ekrem (sav), anne ve babaya iyilik etmektir, buyurdu.”

Anne, evladının yetişmesi uğrunda gençliğini, sağlığını, güç ve kuvvetini feda eder. Çocukları için türlü sıkıntılara katlanır. Sevgi ve şefkat kanatlarını üzerlerine gererek, onları her türlü tehlikelerden, dert ve sıkıntılardan korumaya çalışır. O, gerektiğinde kendi yemez, yedirir. Giymez, giydirir. Bütün arzusu evlatlarının sağlıklı büyümeleri ve iyi birer birey olabilmeleridir.

Kur’ân-ı Kerim’de annenin hamile iken çektiği eza ve sıkıntı “Vehnen alâ vehnin” diye tabir edilmektedir. (Lokman, 14)  Yani zorluk üstünde bir zorlukla evladını dokuz ay karnında taşımış ve onun dünyaya gelmesine vesile olmuştur. Geceleri uykusuz kalmış, onu emzirmiş, mutluluğu ile mutlu, üzüntüsü ile üzüntülü olmuştur. Hiçbir annenin kendi hastalığı, evladının hastalığı kadar sıkıntı veremez ona. Yine evladının bir gülüşü ile bütün ağırlıklarını atar üzerinden anne.

Hasan Basrî hazretleri Kâbe-i Şerifi tavaf ederken arkasında zembil yüklenerek tavaf eden bir zat görür ve: “Kardeşim, arkanızdaki yükü bırakıp da rahat rahat tavaf etseniz daha iyi olmaz mı?” diye sorar. O kişi de: “Arkamdaki yük değil, benim babamdır. Babamı yedi defa Şam'dan getirip tavaf ettirdim. Çünkü bana dinimi, imanımı o öğretti. Beni İslam ahlakı ile yetiştirdi.” der.

Anne babaya karşı vefalı olmak gerek. Allahü Teala'nın rızası ana babanın rızasında, gazabı ise yine ana babanın gazabında gizlidir.

Dinimiz, anne ve babanın çocukları için katlandığı sıkıntılara, çektiği çilelere karşılık onları mükâfatlandırmış, Allah'ın rızasına ulaşmanın anne ve babanın rızasını elde etmeye bağlı olduğunu bildirmiştir. Anne ve babanın rızasını kazanmak;  gönüllerini hoş tutmakla, onlara hizmet etmekle, saygılı davranmakla, onları üzmemekle, incitmemekle, ihtiyaçları varsa ihtiyaçlarını gidermekle mümkün olur.

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.  Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.” (İsra 23,24)

Sevgi zor günde belli eder kendini. Küçüklüğümüzde hiçbir fedakârlığı bizden esirgemeyen anne ve babamızın yaşlandıklarında yahut hasta düştüklerinde hizmetlerini görmek hem dinî, hem de insanî bir vazifemizdir. Modernleşen dünyanın anne babalarını ittiği huzurevleri ise bir insanlık ayıbıdır.

Resulü Ekrem (sav) efendimizin huzuruna bir adam gelir: “Ya Rasulallah annem iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor, sırtımda taşıyorum. Hasılı her türlü ihtiyaçlarını ben karşılıyorum. Mükafata hak kazandım mı?” diye sorar. Peygamberimiz (sav): “Hayır, bu senin yaptıkların  annenin senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen iyilik ediyorsun. Allah sana, bu az iyiliğin karşılığında çok sevap verir.” buyurdular. (Tenbihu'l-Gafilîn)

Anne sevgisi sevgilerin en durusudur. O karşılık beklemeden sever. Sevgisi ilahi rahmete benzer, Rahman’dan gelir. Cenabı Hak anneye özel bir yer vermiş ve cenneti ayakları altına sermiştir. “Cennetin güzel kokusu, beş yüz yıllık mesafeden alınır. Fakat anne ve babasına isyan edenlerle, akrabaları ile münasebeti kesenler, bu kokuyu alamaz.” (Taberanî) buyurmuş Peygamberimiz (sav).

Anne babaya gösterdiğimiz hürmet ve sevgi, Rabbimize karşı olan hürmet ve sevginin bir tezahürüdür. Onlara ihsanda bulunmak günahlarımızın affedilmesine ve Rabbimizin rızasını kazanmaya bir vesiledir. Rabbimiz cümlemizi kendinin ve onların rızasını kazananlardan eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Ben hala elimi ilk tuttukları anda yaşıyorum. O benim elimi hiç bırakmadı...” Buyurur Hâce Hazretleri (ks) Ğavs Hazretleri (ks) için…

Küçük bir çocuktur… Küçüktür ama gönlünde âlemler gizlidir. Nice arayışlar neticesinde kavuştuğu sultanının elini sıkı sıkı tutmuş ve beraber ayrılmışlardır ziyaret için konakladıkları köyden… Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) dünyasında güneş o günden sonra parlar..

Talebesi olur Ğavs Hazretleri’nin (ks).. Yareni olur. Sevgilisi, dostu, sırdaşı, hizmetkârı, evladı olur. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) kendini O’nda bulur adeta ve en güzel bir adayışla adar kendini O’na, yoluna adar…

O’nda görür hayatı, güzelliği, insanlığı. O’ndan öğrenir şeriatı, tarikatı, hakikati… O’nunla geçer hayatının en güzel günleri. O’nunla konuşur en tatlı sohbetleri, O’nunla içer en tatlı aşk iksirini… Sevgiyi, aşkı O’nda tadar.

Ama Mevlana’dan (ks)  Şems’ini (ks), Yakûb’dan (as) Yûsuf’unu (as), ümmetten Muhammed’ini (sav) ayıran takdir yine tecelli eder ve ayrılık onların da boynunu büker.

Gül dalından kopar, bülbül yuvasından uçar… Ğavs Hazretleri’nin (ks) sırlanışı Hâce Hazretleri’nin (kuddisse sırruh) yüreğinde dermansız yaralar açar… Peygamberin ayrılığına dayanamayarak kendini çöllere salan o mübarek deve misali Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) de kendini firakın, hasretin, hicranın zirvesinden salar. İbrahim (as) gül bahçesine, Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) yârinin bağına düşer. Daha düşerken bir el tutar O’nu. El, Ğavs Hazretleri’nin (ks) elidir. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) kendine geldiklerinde başucunda Ğavs Hazretleri’ne (ks) ait bir çift terlik bulurlar.

Terlik yolu temsil eder. Davaya hizmeti temsil eder. Seviyorsan eğer salma kendini derler O’na… Bak bu terlikler senin, gidilecek daha çok yol, gezilecek daha çok bahçe, ekilecek daha çok gül var derler...

Seviyorsan eğer sen de salma kendini… Sana düşeni, senden istenileni öyle güzel yerine getir ki, dönüp baktıklarında geriye, bahtiyar kalsınlar. Öyle üstlen ki davanı, öyle sev ki “Mümin müminin aynasıdır.” misali güzeli sende görsünler. Unutma ki senin gönül yaranı hizmetten daha güzel bir şey saramaz…

Hizmet, sevdanı dillendirecek senin. Seni kurbete, yakınlığa erdirecek. En büyük vefa hizmetle sunulur sevgiliye, ağlamakla, hüzne kapılmakla değil. Hz. Peygamber’in (sav) ayrılığıyla kendine hakim olamayan Hz. Ömer’in (ra) halindense, rızaya boyun eğen ve ümmeti teskin edip kaldığı yerden davayı devam ettiren Hz. Ebu Bekir’in (ra) hali bize örnek gösterilir.
Allah’a en sevimli olan kimseler O’nun iyaline en faydalı olanlardır. İnsanlığa faydalı olmak müminin sosyal bir vazifesidir. Müminin hayatı yaratılmışlara hizmetle bereketlenir, derinlik ve anlam kazanır.

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! Ve Rabbi’ni yücelt..” (el-Müddessir, 1-3) buyurur Cenabı Hak. Hizmetlerin en yücesi i’lâ-yı kelimetullahın, Allah adının ve dininin yaşanarak tebliğ edilmesi ve yüceltilmesidir. Bir insanın hidayetine vesile olman dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlı iken, şimdi nefsinin dizginlerini salıp, karamsarlığa düşmen neden?

Aşk sırrının ifşâsıdır hizmet... Rabbin seni hesapsız nimetlendirirken senin şükründe az, gayretinde takatsiz, taat ve hizmetinde ümitsiz olman incitmez mi O’nu?

Ayrılık da Hakk’ın bir yazgısıdır. Bu yazgıyı doğru okuyup anlayabilirsen ve anladığınla amel edebilirsen bahara ereceksin sen. Ayrılığa da rıza göstermek gerek. Yaşadığın bu özlem ve hasretin senin için en büyük sermayedir. Hasret seyri sülukunu hızlandıracak senin, “Ayrılığın şiddetinden yakınlık doğar.” buyurur Hâce Hazretleri (kuddise sırruh).

Cilvei ilahi Yûsuf (as) da ayrı düşmüştü Yakûb Peygamber’den (as)… Hasret çekmiş, çile görmüş. Ama çektiği bu çile, hizmeti için sermaye olmuş O’na… Hasret Mısır’ı dize getirmiş, güzel kul etmiş Allah’a. Yûsuf’un (as) hasreti merhamet ekmiş Mısır’ın gönlüne, topraklarına, basmış Peygamberleri bağrına…

En büyük kaybımız, burada kimseler kalmadı boşluğuna düşmemizdir. Hayır, herkes burada… Sevgi varsa, rabıta varsa Hz. Adem’den (as) tutun da Sultanü’l-Enbiya’ya (sav) kadar, Hazreti Ğavsımıza kadar bütün manevi büyüklerimiz burada… “Biz size çok yakınız, hem de tahmin ettiğinizden daha da yakınız, et tırnaktan ayrılır mı hiç?” buyurur Hâce Hazretleri (kuddise sırruh). Yeter ki biz sa’ye ve gayrete devam edelim.

İstikametten ayrılıp muhabbeti terk ettiğimizde, sohbetleri, birlikteliği, hizmetleri askıya aldığımızda bilelim ki büyüklerimizin de bizlere pek ilgisi kalmayacak, nazarları bizden yana kaymayacak. İşimiz Mevla ile olmazsa bizim, büyüklerimizin himmetlerini çekecek bir yanımız da olmaz... Onlar bizi Mevla’dan ötürü seviyorlar.

Rabbimiz cümlemizi kendi zikriyle, fikriyle, aşkıyla meşgul eylesin. İçimize yönelip Kur’ân nuruyla gönül evimizi mamur edebilmeyi, Hakk’tan geleni yine Hak için kabul edip mahşer günü büyüklerimizin yüzünü güldürebilmeyi nasib etsin cümlemize.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort