JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 05 Şubat 2014 09:27

SEVGİ İLE KORKU ARASINDA

Bizim yolumuz sevgi yoludur... Korku yolu değildir. Dinimizin tanımı bütün kitaplarda böyle yapılmaktadır. Ama yapılan bu tanım bir genellemedir. Evet, yolumuz sevgi yoludur ama salt sevgiden de ibaret değildir. Allah’a giden bütün yollar, başlı başına sırf korkudan ibaret olmadığı gibi, aynı şekilde sırf sevgiden de müteşekkil değildir.

Bizim yolumuzda korku, gülün dikeni gibidir. Sevgiyi muhafaza eder. Tıpkı bedenimizdeki elbise gibi... Gözümüz üstündeki kaş, kirpik gibidir korku... Bunlar nasıl bir koruyucu görev üstlenmişse, yüreğimizde duyduğumuz korku da aynı vazifeyi üstlenmiştir. Göz üzerinde kaş olmasa, kirpik olmasa sentez edilemeyen güneş ışınları gözleri kör eder. Aynı şekilde bizim de imanımızı muhafaza etmesi için sevgi ile birlikte bir korku olmalıdır.

Kur’ân-ı Kerim mü’minlere hitaben: “Ey mü’minler Allah’tan korkun.” (Bakara, 278) diye buyurur. Mü’minleri,  Allah’tan korkuya davet eder. Allah’a inanmış, O’na sevgi ile bağlanmış kimseleri, yine Kendi Zâtı’ndan korku duymaya, çekinmeye davet eder.

Sevgi ifadeleri de sıkça yer alır, örneğin; “Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever.” (Maide, 54) ayetleri vardır ama “Korkun!” ifadeleri daha ziyadedir Kur’ân-ı Kerim’de. Yine Cenabı Hak mü’minleri korkuya davet ederek: “Ey iman ederler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun!” (Bakara, 233) buyurur. Ey mü’minler Allah’tan mübalağa ile korkun, hakkı ile gereği gibi korkun. Korkun ki takvaya ulaşasınız, korkun ki kurtuluşa eresiniz, buyurur.

Dinimizi tarif ederken genel anlamda “İslam sevgi yoludur.” diyoruz. İslam kelimesi “silm” kökenindendir. Silm; selim olmak, selamet olmak, rahat, huzurlu olmak anlamındadır. Bu kelimelerin hepsi de sevgi ile ilintili kavramlardır. Bu yol sevgi yoludur, korku yolu değildir ama tamamen de korkudan tecrid edilmiş değildir!..

Korku bu noktada bizi terbiye eden unsurdur. İmanımızı, duygularımızı kıvamında tutar. Ateş gibidir örneğin... Ateş yakıcıdır, tehlikelidir ama aynı zamanda da ona ihtiyacımız vardır. Hayatımızda önemli bir yere sahiptir.  Bizi ısıtan şeydir ateş. Yüksek enerji kaynağıdır. Yemeklerimizi pişiren, onları yenilir hale getiren şey ateştir. Ateş olmasa çiğ yemek midemize zarar verir. Ciddi rahatsızlıklara yol açar. Bakıldığında, haddi zatında ateştir bu, tehlikelidir ama koruyucu bir de görev üstlenmiştir, insanlığa fayda sunmaktadır...

İşte korku da ateş gibidir. Hayatımızda korku hiç yer almasa, alabildiğine suiistimal, alabildiğine şımarıklık, ahlâksızlık galebe çalar. Fakat fazla olursa da hayatımız için bir tehdittir. Çünkü korkudan yeis doğar. Ümitsizlik, karamsarlık doğar. Ümitsiz olmak, karamsar olmak ise mü’minin vasıfları arasında değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın rahmetinden ancak O’nu inkâr edenlerin ümit keseceği belirtiliyor. Ama aynı zamanda mü’minlere “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz.” (Yusuf, 87)  buyruluyor. İşte idrak etmemiz gereken nokta burasıdır. Yani bir yandan ümidimizi kesmeyeceğiz, ama diğer yandan da O’ndan gereği gibi korkacağız. Bu ikisi arasında seyredeceğiz. Bizden istenilen budur.

Yaradanını seven her kişi aynı zamanda da O’ndan korkar. Sevgisini hak edememekten, rızasına erememekten, cehennemine girmekten korkar...Allah’ı sevmek ile Allah’tan korkmak kavramları birbirine zıt gibi görünse de, Allah’ı seven kimse aynı zamanda Allah’tan korkar.

Mü’minin korkuları yine sevgiye dayalıdır. Seven kişi neden korkar? Sevgilisini incitmekten, onun sevgisini kaybetmekten, sevgilisinin emrine muhalefet etmekten, onun istediğini yapamamaktan korkar. Onun istediği gibi bir kişi olamamaktan korkar.  Korkusunun temelinde yine sevgi vardır. Korku, sevgimizin emniyet sibobudur. Peygamberlerden, velilerden çok Allah’ı tanıyan, seven yoktur ama onlar kadar da Cenabı Hakk’tan hakkıyla korkan, çekinen olmamıştır. Tanıdıkları için sevmişler, sevdikleri için bir o kadar da korkmuşlar. “İçinizde Allah’tan en çok korkan benim.” (Buhari) buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Yine “Allah’tan kulları içinde en çok âlimler korkar.” (Fatır, 28) buyrulmakta.

Kimse korkudan emin değildir. Mü’minler Cenabı Hakk’ın inayet ve rahmeti olmadan güçlerinin hiçbir şeye yetmeyeceğini bilirler. Mü’minin sahip olduğu en değerli nimeti imanıdır ama bunu muhafaza etmek için de yine Cenabı Hakk’ın yardımına muhtaçtır. Çünkü kalpler Allah’ın elindedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim’de bize şu dua talim edilmektedir:

“Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın.” (Ali İmran, 8)

Hz. Aişe validemiz (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sav) çoğu zaman şöyle dua ederlerdi: ‘Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren Allah’ım, kalbimi senin dinin  üzerine sebat eyle.’ ‘Ey Allah’ın elçisi bu duayı ne de çok yapıyorsun?’ diye sordum, bana: ‘Kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. O, kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse saptırır.’ buyurdular.” (Buhari, Tirmizi)

Allah’tan daha çok korkmalı mı, yoksa O’nu sevmeli mi? Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın rahmetini ifade eden isimleri, azabını ifade eden isimlerinden daha çok zikrediliyor. Bu insanın aklına “Öyleyse Hakk’ın rahmetini daha çok ummalıyım.” düşüncesini getiriyor. Ayrıca Cenabı Hak “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Buhari) buyurmaktadır.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sirruh) “Allahu Teâlâ’nın rahmet sıfatları daha çoğunluktadır, öyleyse korkudan daha ziyade O’nun rahmetini mi ummalıyız?” sorusunu yönelttiğimizde bizlere:

“Cenabı Hakk’ın rahmet sıfatları daha çoktur ama bu sıfatların tecellisi her insana isabet etmez. İnsan ilk dönemlerinde korkuyla pişmeli, korkuyla yetişmelidir. Ne zaman ki nefsini ıslah eder, kalbini tahliye eder, mutmainneye ererse, o zaman ona rahmet kapıları açılır. Allahu Teâlâ o zaman ona güvenir, onu muhatab alır ve sonra da rahmet sıfatlarıyla tecelli eder. Ama insan o ana kadar korkuyla yürümelidir.” buyurdular.
Demek ki Cenabı Hakk’ın rahmet sıfatlarının çokluğu bizleri rahatlığa, gevşekliğe sürüklememeli. Bizler o sıfatların muhatabı değiliz henüz. Cenabı Hak kullarının çoğunluğuna mübalağa ile “Allah’tan gereği gibi, nasıl korkulması gerekiyorsa öylece, korkun!” (Bakara, 233) buyururken, ahlâkı hamidenin tümünü kendisinde cem eden, Kur’ân’da ‘ikinin ikincisi’ diye zikredilen Hz. Ebubekir’e (ra) “Lâ tehzen..” “Niçin üzülüyorsun, niçin korkuyorsun? Allah seninle...” buyuruyor. Kimilerine yine: “Allahtan korkun, sakının...” (Maide, 35) buyrulurken, kalbi itminan olmuş kimselere ise “Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara, 277) buyrulmaktadır. Bu dengeyi yine Cenabı Hakk’ın kendisi belirlemektedir.

Yolumuz sevgi yoludur ama bu yolun tretuvarı korkudur. Korku olmazsa ayağımızın kayması muhtemel olur.

Cenabı Hak bizlere, Kendi Zâtı’ndan hakkıyla korkabilmeyi öğretsin. Nimetimiz, sevgimiz bizleri rahatlığa, gevşekliğe sevketmesin. O’nu seven ama bir o kadar da O’ndan korkan gözü yaşlı, kalbi hüzünlü kullarından eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 04 Şubat 2014 09:30

ÂH MİNE’L AŞK

Cenâbı Hak Kur’anı Kerim’inde “Ben cinleri ve insanları yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Kulluktan mana; sorgusuz sualsiz bir teslimiyetle Cenâbı Hakk’ın yap dediklerini yapıp, yapma dediklerini yapmamak değildir sadece. Kuru bir teslimiyet ve itaat anlamı çıkartılmamalıdır kulluk ifadesinden. Rabbimizin istediği kulluk, dostluğuna talip, aşk motifiyle süslenmiş gerçek bir sultanlıktır.

Peygamberlerini ve velî kullarını aramıza kararak yol göstermiştir Cenâbı Hak bizlere. Hakiki kulluk ve vuslatın her şeyden önce şiddetli bir arzu ve aşk ile gerçekleşebileceğini bildirmiştir. İlim öğrenmek, yol bilmek, usul bilmek elbette ki gereklidir ama Hakk’a sadece bunlarla vasıl olunmaz. Eğer yalnızca salt bir bilgi ile maksûda erişilseydi, bugünün din eğitimcileri, müftü efendileri, diyanet reisleri, hocalarımız, hafızlarımız vs. gibi dini ilimleri kendisine meslek edinmiş olan herkesin birer kutup olması, birer Ğavs olması lazımdı. Ama, maalesef, durumlarına baktığımızda yüreğimizi acıtacak halleri vardır çoğunun. İlim de bilmelerine rağmen Allah’tan uzaklıkları bizleri o kadar şaşırtıyor ki... Demek ki sadece usul bilmek yetmiyor. Sevgi, muhabbet, arzu, istek ve aşk olmalı vuslat için Cenab-ı Hakk’a.

Elbette usul de bilinecek, ilim de bilinecek. Bunlarsız da olmaz. Ama bu sadece madalyonun bir yüzü. Gayretimiz, arzumuz, aşkımız, davamız ve nefsimizle olan mücahedemiz ise diğer yüzüdür madalyonun. Cehdsiz de olmayacaktır. Allah için nefsimizle cehd edeceğiz. Bizi Cenâbı Hakk’a asıl vardıracak olan gönlümüzdür. Hakk’a sadece ilim ve akıl ayağıyla gidemeyiz, gönül ayağıyla gideceğiz.

Mîraca, Peygamber Efendimiz (sav) nice vasıtalarla yükselmiştir. Burak’a bindi, Refref’e bindi, Cebrail’in kanatlarına bindi… Bu vasıtalarla sadece bir yere kadar varabildi. Oradan ötesine ise sadece aşkı ile gidebildi. O’na (sav) vadedilen makama aşkı ile ulaşabildi. Bizim miracımız da O’nun gibi Hakk’a ulaşmaktır… Bu miracı gerçekleştirmek istiyorsak bir yere kadar ilim ayağımızla, ilim vasıtasıyla, bir yere kadar akıl ve anlayış vasıtasıyla, imanımızla, ama bir yerden öteye ise sadece aşkımızla gidebiliriz ancak… Aşk yoksa, sevda yoksa maksûdumuza ulaşamayız, hayatın geçek anlamı, yegâne gâyesi olan “Sevgiliye” varamayız...

Sevmeye talip olan insanlarda Hakk’ı razı edecek müspet değişmeler olur. Yeter ki insan sevmeyi bilsin, sevmeye müsait olsun. İmandan sonra en güçlü unsur sevgidir ve sevginin değiştiremeyeceği hiçbir şey yoktur.  Hz. Mevlana’nın (ks) Hz. Şems’e (ks)  yazdığı mektuplar vardır Mesnevi’de. Hz. Şems (ks) Mevlana’dan (ks) biraz uzaklaşmış o zamanlar. Değişik sebeplerden dolayı Şam taraflarına gitmişler. Üç sene kadar bir ayrılık yaşamışlar. Bu ayrılığın Hz. Mevlana’nın (ks) manevi terbiyesi üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mürşidi Hz. Şems’in (ks) kıymetini daha iyi anlamış. Yokluğundaki yoksunluğunun idrakine varmış. Hasretiyle yanmış ... İşte o dönemlerde Hz. Şems’e (ks) yazdığı mektuplar vardır. O mektupların başlangıcı aşk ehli insanları her zaman derinden yaralar... Besmele, hamdele ve salveleden sonra Hz. Mevlana’nın (ks) ifadesi: “Ey aşk Peygamberîmâ!” yani “Ey benim aşk Peygamberim!” şeklindedir.  Şemsi Tebrizi’ye (ks) hitabı böyledir. Mevlana’nın (ks) Şems’e (ks) bu bakışı ve ona bu şekildeki hitabı, aşk ile yanan gönüllerin tercümanı olur adeta… Ey benim aşk Peygamberim! Yani bana aşkı öğreten, kendisinden sevmeyi öğrendiğim, sevgiyi talim ettiğim anlamlarında...

Mevlana’yı (ks) bu denli yücelten ve bugün batı ülkelerinde inançsız insanların yanında dahi kabul görmesine sebep olan şeyin ne olduğunu biraz daha iyi anlıyor insan düşününce. İnsanlığın gönlüne sevgisi ve muhabbeti ile girmiş. Sevgiden nasibi olmayan kimseler bugün Müslüman bile olsalar bakıyoruz ki Hz. Mevlana’yı (ks) anlayamamışlar ve hâlâ aleyhinde konuşabiliyorlar. 800–900 sene olmuş hâlâ Mevlana’nın (ks) fikirlerini, sözlerini, bazı teşbihlerini eleştiriyorlar. ‘İçki’, ‘ kadeh’, ‘şarap’ kelimeleri Mesnevi’de çokça zikrediliyor ve eleştiriliyor bunlar. Sevgiyi, ilahi aşkı anlayamadıklarındandır işte. Bu sözleri küfür kabul ediyorlar. Anlam veremiyorlar. Allah kimseyi sevgiden nasipsiz etmesin.

“Aşk gelince bütün dertler biter.” demişler. Hakikaten de bu böyledir. Sevgiyle insanın başaramayacağı, üstesinden gelemeyeceği bir iş yoktur. Sevgiyle, muhabbetle insanın etkileyemeyeceği kitleler yoktur.

Mü’minlerin özelliklerinden bahsederken; “Onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever.” buyuruyor Cenâbı Hak Mâide Suresi’nde. Mü’minlerin özellikleri tarif edilirken ilk olarak “sevgi” mevhumundan söz ediliyor.

Sultanü’l-Enbiya (sav) Medine-i Münevvere’yi şereflendirdiklerinde bayan sahabiler, annelerimiz Peygamberimiz’in (sav) misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensâri (ra) efendimizin evinin önüne toplanmışlar. Efendimiz (sav) annelerimize buyurdu ki: “Bizi seviyor musunuz?” Onlar: “Çok seviyoruz Ya Rasûlullah... Sizi çok seviyoruz.” diye cevap vermişler. Rasûlullah Efendimiz (sav) de buyuruyor ki: “Allah şahittir ki ben de sizi çok seviyorum. Ve bu sevgi devam ettiği sürece, siz bu muhabbetinizi, bu uhuvvetinizi devam ettirdiğiniz sürece, Allah’tan isteyip de elde edemeyeceğiniz hiçbir şey yoktur.” O sevgiyi Cenâb-ı Hak bizlere de nasib etsin. O sahabeler gibi sevmeyi,  O’nun tarafından sevilmeyi bize lütfeylesin inşaallah.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh) sorduk: “Sevginin emareleri, belirtileri nelerdir?”

Bize Yûnus’un şiirini terennüm buyurdular:

Dağa düşse kül eyler,
Gönüllere yol eyler,

Sultanları kul eyler,
Devletli nesnedir aşk.

Akılları şaşırır,
Sahralara düşürür,
Ciğerleri pişirir,
Ateşli nesnedir aşk.

Yûnus aşkı neylesin,
Bu derdi kime söylesin,
Varıp dostu boylasın,
Devletli nesnedir aşk...

Ve devam ettiler:

“Yûnus aşkı böyle tarif etmiş.  Sevginin emareleridir bunlar. Her türlü tedbiri bozması, insanı değiştirmesi, sürekli maşukun arzulanması, onun hayaliyle yaşanması...  Ve ona doğru çekilmek, aynileşmek. Fikren, amelen, fiilen, hâlen, kâlen ona benzemek. Başkalaşmak adeta, “O” olmak… Aşkın emareleri bunlardır. Tabiri caizse bir çeşit hastalık gibi… İnsana işlediğinde onun etkisinden adeta kurtulamamak ve kurtulmak da istememek. Aşktan kurtulmak istememek...

Aşk, insanda birçok şeyi hızla değiştirir. Her tedbirini bozar, her prensibini altüst eder. Varlığını eritir, mahviyeti getirir. Benzin sararır, gözün yaşarır, gönlün yeşerir... Ve tek sözün olur, maşukun… Hep onu yâd edersin. Ezkârın o olur. Başka bir şeyden konuşulsa sana rahatsızlık verir, huzursuzluk verir.”

Hz. Mevlana (ks) şiirinde:

“Nerde senden bir söz açan görsem

Hep onun ağzına bakar, harabolur, biterim ” diye bunu ifade etmeye çalışmış. Ve sormuşlar yine bir gün Hz. Mevlana’ya “Aşk nedir?” diye. “Mevlana ol da gör!” buyurmuş. Aşkın tarifini yapamamış. Aşkın bir tarifi yoktur esasında. Aşığın vasıfları anlatılmış da, aşkın vasıfları anlatılamamış..  Ve aşkı arzulayanlara, aşka talip olanlara hitaben Cenâbı Peygamber (sav) “Allah’a âşık olmak isteyen belalara, zilletlere ve çilelere kendini hazırlasın.” buyurmuş. O’na âşık olmak isteyen fakirliği göze almalı, mahviyeti göze almalı, hiçliği ve yokluğu göze almalı. Aşkın böyle tehlikeli badireleri de vardır. Bunları Cenabı Hak göstermiştir bizlere. Hz. İbrahim’in (as) başına ne gelmişse aşkından gelmiş, Hz. Eyyûb’un (as) başına ne gelmişse aşkından gelmiş, Hz. Yûsuf’un (as) başına neler gelmişse aşkından gelmiş... Âşıkları gösteriyor Cenâbı Hak bizlere bir bir. Bilinmeyen, örneksiz kalan bir şey değildir bu.

“Belâ yağmur gibi gökten yağarsa,
Başını ona tutmaktır adı aşk.
Bu âlem sanki oddan bir denizdir,

Ona kendini atmaktır adı aşk.”

Eşrefoğlu Rûmi

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) yolumuzu tarif ederken “aşkın yolu” buyurmuşlar, “Rahiaşk” buyurmuşlar...  Büyüklerimizin taliminde her zaman ön plandadır aşk. İnsanın da dünyada işte bu aşka erişmesi, bu aşk ile mahv olup fena bulması murad edilmiştir. Rabbimizin razı olacağı kulluğun zirvesi budur.

Cenabı Hak kimseyi aşktan, sevgiden nasipsiz etmesin. Bizleri de sevdikleriyle birlikte aşkın bahrine daldırıp, razı olduğu hakiki kulluk mertebelerine ulaştırsın inşaallah.

Kendisinden aşkı öğrendiğimiz, aşkı talim ettiğimiz ve sevdâsını, hasretini her dile getirişinde sesinin titreyip, gözlerinin yaşarıp, mahzun bir gül gibi sararıp solduğunu gördüğümüz, yüreğinin ateşi firâk ile yandığını hissettiğimiz Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) dörtlükleriyle noktalayalım yazımızı:

Seninle senden uzak,
Âraf gibidir bana,
Gerçekten sensizliği,
Bilmişim zillet deyu.

Bu Hâce dayanamaz,
Yardan uzak kalmaya,
Huzurundaki her an,
Vallahi cennet gibi.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 28 Ocak 2014 12:41

ŞEYMA’NIN (r.anha) SEVDASI

“Ben sizin Efendiniz’in süt kardeşiyim.” diye seslendi Şeyma (ra) esirler arasından...

-Beni O'nunla (sav) görüştürebilir misiniz?

Hicâb duydu İkrime (ra).

Başların tacı, gözlerin nuru, tüm insanlığın halası...

O bir esir olarak esirler arasında nasıl kalabilirdi...

Huzura çıkardılar.
-Ya Rasûlallah (sav) ben sizin süt kardeşiniz Şeyma’yım, dedi.

Şaşırdı Peygamber (sav). Aradan uzun yıllar geçmişti, onu tanıyamadı:

-Peki, buna bir delilin var mıdır? diye sordu.

-Evet, dedi Şeyma (ra). Sonra:

-Küçüktün, bir seferinde seni sırtımda taşırken omuzumu ısırmıştın. Diş izlerin hala sırtımda durmakta..

Şeyma o günün hatıralarını bir bir anlatmaya başladı:

- Sirer vadisinde, ailemizin koyunlarını otlatıyorduk. O zaman benim babam senin de baban, annem de senin annendi. Seni memeden ben ayırmıştım hatta. Hatırladın mı şimdi yâ Rasûlallah, dedi.

Peygamber (sav) tanımıştı onu. Duygulandı, gözleri yaşardı. Hemen sırtındaki ridâsını çıkarıp yere yaydı, süt kardeşini onun üzerine oturttu. Kendisine pek çok ikram ve iltifatta bulundu. Dedesi Abdülmüttalib’ten öğrendiği çok özel, sevgi ve sıcaklığı ifade eden âdetiydi bu Efendimiz’in. Sevdiği insanları ridâsını sererek oraya oturturlardı. Bu ona “sen çok değerlisin” demekti.

Daha küçük yaşlarda Efendimiz’i tanıma şerefine nail olanlardan birisidir Hz. Şeyma (ra). Efendimiz’in süt kız kardeşi!.. Çocukluk yıllarında annesi Halime Hatun ile Efendimiz’in (sav) hizmetinde bulunmuş bahtiyar bir hanımefendi. O da diğer yakınları gibi Peygamberimizdeki (sav) farklılığı keşfedenlerden, daha çocuk olmalarına rağmen... Onu sırtına aldığı bir gün omzundan ısırması ve bu izin geçmeyerek daha sonraki yıllarda da sırtında kalması aralarındaki beraberliğin ne kadar özel olduğunu anlatır bize. Şeyma (ra), Rasûlullah’ın (sav) etrafında bir abla edasıyla koruyucu gölge gibi dolaşır, Âlemlerin Efendisi olacak bu çocukla ilgilenir, ona yemek yedirir, sevgi ve şefkatle onu kucaklar, elinden tutar gezdirirdi.

Yaşları büyüyüp de ayrıldıklarında bile yine unutmadılar birbirlerini. Hz. Peygamber (sav) Hz. Hatice (ra) ile evlendiğinde ticaret dolayısı ile kervanları alıp gittiği yerlerden, ona ve sütannesi Halime'ye (ra) hediyeler alır, yollardı selamıyla beraber.. Bir gün Efendimiz’i (sav) sahraya çıkarmışlardı gezip oynamaları için. Öğlenin yakıcı sıcağına kadar dönmemişlerdi. Halime annemiz kendi çocuklarından bile çok sevdiği, üzerine titrediği bu yavrusunun güneşin altında kalıp rahatsızlanmasından korktu. Şeyma’ya (ra) seslendi:

- Kızım neredesiniz, kardeşin nerede, o da:

- Az ileride oynuyor anneciğim, dedi.

- Aman yavrucuğum, bu sıcakta dışarıda nasıl duruyorsunuz, diye sorunca Hz. Şeyma (ra) gayet rahat:

- Anneciğim, kardeşime güneş vurmuyor merak etme, dedi. Halime annemiz şaşırmıştı:

- Peki bu güneşte nerede oynuyor, diye sordu. Şeyma (ra):

- Anneciğim! Kardeşimin başının üstünde bir bulut sürekli kendisini takip ediyor. Nereye gitsek, nerede oynasak bulut üstümüzde bize gölge yapıyor. Duruyoruz, o da duruyor; yürüyoruz, o da yürüyor, dedi.

Halime annemiz Şeyma’nın (ra) bu görülmedik, duyulmadık cevabı karşısında hayretler içerisinde kaldı. “Bu nasıl olabiliyor?” dedi kendi kendisine.

Çok da şaşırmamıştı esasında, zaten farklıydı bu çocuk. Annesinden O’nu emanet aldığında da kervanda en gerilerde kalan cılız eşeği bir anda cana gelip tüm kervanın önüne geçmemiş miydi? Aynı bulut o zaman da yakıcı sıcaktan kendilerini muhafaza etmemiş miydi? Onun gelişiyle evlerine bereket, mutluluk, huzur gelmemiş miydi? Şimdi neden şaşırsındı ki Şeyma’nın (ra) bu cevabına...

Şeyma, (ra) göklerin bile kendisine hizmet ettiği bu yüce insana daha o zaman rabtetmişti gönlünü. Daha o zaman O’nunla birlikte olmanın mutluluğunu, farklığını, emniyetini yaşamaya başlamıştı. Araya mesafeler girse de bu bağ onu Âlemlerin Efendisi’nden ayırmamıştı. Bir hurma kütüğü bile Rasûlullah’ın (sav) yakınlığı ile feyizyâb olup ayrılığı ile inleyip gözyaşı dökerken Şeyma’nın (ra) yüreği nasıl olur da Fahri Kâinat’tan ayrılık duyar, O’ndan uzaklaşabilirdi? Ve yine Mekke devrinin en çetin yıllarının yaşandığı zamanlardı. Duydu ki kardeşinin peygamberliğine iman edenlere ağır bir boykot uygulanıyor, açlık ve yoksulluk içerisinde insanî yaşamdan mahrum bırakılıyorlar. Hz. Ebûbekir’in, Hz. Hatice’nin serveti bitmiş, Mekke’nin yakıcı güneşinde sefalete terkedilmişlerdi. Dayanamadı abla yüreği, ne kardeşine ne de kardeşinin kardeşlerine...

Sesi çok güzeldi ve güçlü bir edebiyatı vardı. Şiirler yazardı. Çoğu âşıkların şiirlerine konu olduğu gibi Şeyma’nın (ra) da şiirlerindeydi Hz. Muhammed (sav).

“Ey Rabbimiz, Muhammed’i (sav) bize bırak ki, O’nun delikanlılığını göreyim.

Sonra O’nu itaat edilen bir Efendi göreyim. Düşmanlarının ve hasetçilerinin yüzüstü geldiklerini göreyim.

O’na, ebediyyen devam eden bir şeref ve izzet ver.” diye dua ederdi küçükken.. “Köleler, mazlumlar, acı çekenler, Müjdeler olsun, Artık kâinatın mana çiçeği açtı, Muhammed (sav) geldi, Müjdeler olsun kurtuldunuz!”

İşte o zor zamanlarda, çöldeki kabilelerin çadırlarını gezerek Hz. Muhammed (sav) şiirlerini okuyup para topladı, Müslümanlara su ve buğday gönderdi. Ne kendi kavminin küfrü, ne de bedevilerin vahşeti, onu kardeşinin dinine yardım etmekten alıkoyamadı. Yardım edişi sadece merhametten değildi elbette, bu davaya gönül verişindendi...

Ve şimdi yeniden Rasûlullah’ın (sav) huzurundaydı. Aradan yirmi yıl geçmişti yaklaşık. Hz. Peygamber’in (sav) ridâsı üzerine oturtulmuş, hürmet, lütuf ve nimet içerisindeydi. Kabilesi esir düşmüştü Rasûlullah’ın (sav) ordusuna, sıkıntıdaydı.

Peygamber (sav) buyurdu:
-İstersen benim yanımda kal. İzzet, ikram ve sevgi gör. İstersen kavminin yanına dön, mal vereyim sana istediğin kadar...

Hz. Şeyma (ra) O'na:
-Yanlarına dönebileceğim bir ailem, kavmim yok. Hepsi şu anda burada esir. Kimsem kalmadı benim. Lütfen emir buyrun da onlara iyi muamele yapılsın, diye rica ettiğinde:

-Huneyn’de kaç esirimiz vardır? diye sordu

İkrime'ye Rasûlullah (sav).
-Altı bin civarında ya Rasûlullah! cevabını verdi. Sonra:

-Esirlerin altı binini de diyetsiz serbest bırakın. Herkes dilediği yere gidebilir, diye buyurdu.

İkrime (ra) şaşkınlık içerisinde:
-Emredersiniz ya Rasûlallah, diyerek muhalefet etmeksizin hemen buyruğunu yerine getirmek üzere dışarı çıktı. Hz. Şeyma'nın gözlerinden yine yaşlar boşandı.

Efendimiz (sav) hüzünle sordu:
-Memnun değil misin ey Şeyma? Neden ağlıyorsun? İstediğin bu değil miydi?..

Hz. Şeyma (ra):
-Evet, başlangıçta istediğim buydu. Ancak şu an düşünüyorum da onlar aslında sizlerin değil, kendi nefislerinin esiri. Şimdilik bu zahiri esirlikten kurtulacaklar da ne olacak? Bir zaman sonra yine nefislerinin esareti altında oldukları halde bu dünyadan göçüp gitmeyecekler mi? Çünkü onlar sana baş kaldırıp asi gelecek kadar nasipsiz insanlar...” dediğinde

Peygamber (sav):
-Ne yapayım öyleyse, söyle, dedi.

Hz. Şeyma:
-Sen rahmet denizisin. Sen Allah'ın niyâzını kıramayacağı bir insansın. Dua buyur, Allah bunları imanla şereflendirsin, dedi.

Rasûlullah (sav):
-Ey Şeyma gönlün böyle mi mutlu olacak? diye sorunca,

-Evet, cevabını verdi Şeyma (ra). Sonra o

Âlemlerin Efendisi (sav):
-Ey Rabbim, onları nefislerinin esaretinden kurtar, diye dua etti. Ve esirler Hz. Şeyma’nın (ra) vesilesi, Peygamber Efendimiz’in (sav) duasıyla imanla müşerref oldular.

Bu olaydan sonra Hz. Şeyma Müslüman olan kabilesi ve akrabalarıyla beraber, kendilerine sunulan birçok değerli hediye ile birlikte memleketlerine döndüler.

Bir İslam Tarihi profesörü Peygamber Efendimiz’in (sav) Şeyma’ya (ra) yanında kalmasını teklif etmesine rağmen, onun kabilesine dönmeyi arzu etmesini ‘bedbahtlık’ olarak yorumlamıştı. Ben buna katılmıyorum. Eğer sevda sadece sevgilinin gözleri önünde olmakla muhafaza olsaydı, şimdi ‘üveysîlik’ bizlere yadigâr kalmazdı...

İşte imanını böylesi bir sevda ile taçlandıran, niyâzıyla çorak gönüllere hayat sunulan eşsiz bir hanımefendiydi Şeyma (ra)... Sevginin, aşkın açamayacağı bir kapı var mıdır? Rasûlullah nezdinde böylesi aziz bir yere sahip olan Şeyma’nın (ra) sevdası bereketlenmiş ve işte şimdi tüm kabilesi buna hissedar olmuştu..

Rabbimiz ayaklarının tozunu gözlerimize sürme eylesin.

Hz. Şeyma’nın (ra) vesileyle yakın zamanda ebedi âleme intikal eden Şeyma Hocamızı da burada rahmetle anıyoruz. Cenâbı Hak mekânını cennet eylesin. Efendimiz’e komşu etsin...

Rabbimiz bizleri Şeymâlarımızın şefaatine nail etsin ve imanlarımızı da onların imanına ilhâk etsin inşaallah... Âmin.

Kaynaklar:
1- Hüseyin Algül,”İslam Tarihi c.1”
2- Haluk Nurbaki, “Nurdan Anneler”
3- Seval Alkan, “Hanım Sahabeler”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 27 Ocak 2014 13:55

BİZİM YOLUMUZ SOHBET YOLUDUR

Hâce Hazretleri (Kuddise Sirruh) anlatırlar:
“Pirimiz bizlere sürekli sorardı:
-Çay içiyor musunuz?
-İçiyoruz.
Tekrar tekrar bu sorulunca dedik:
-Efendim kastettiğiniz manayı biz fehmedemedik. Çaydan muradınız nedir? İçiyoruz diyoruz, bize tekrar soruyorsunuz ki çay içiyor musunuz?
Mübarek buyurdular ki:
-Kardaş, çay sohbete vesiledir, sohbet ediyor musunuz? Sohbetleşiyor musunuz?”

Sohbet murad etmiş büyüklerimiz ihvanlar arasında. Bu yolda sohbeti, sohbetleşmeyi elzem görmüşler. Çünkü mü’mini terakkî ettiren şey sohbettir. İki müminin oturup sohbet etmesi, yalnız başına oturup nafile ibadet ve tesbihlerle vakit geçirmesinden daha değerlidir.  Özlemeli insan ihvan  kardeşini.. Yanına gidip sohbet etmeyi arzulamalı. Sohbeti de o çay gibi hararetini söndürmeli insanın. Yudum yudum içtikçe içine sindirilmeli, bitince tekrar yenilemeli..

Ya o mübarek mekanlar, mescitler.. Rahmetin sağnak sağnak yağıp gönüller üzerinden zulmet ve sıkıntıyı perde perde kaldıran sohbet meclisleri.. Rabbimizin bize şefkat ve merhamet dolu bir nüzûlu değil de nedir? Eğilip bize bizim dilimizden konuşması değil de nedir?

Rutinleşmiş bir yaşam tarzıdır belki, saati geldi mi hepimiz kalkıp gideriz sohbet meclislerine. Ya da çoğumuz idrakinden mahrumuzdur gideriz birileri ‘gitmedi’ demesin diye..  Nedir gaye bu gidişlerden, varmamızı istedikleri yer nere?

Hâce Hazretleri (Kuddise Sirruh) bunu çok güzel açıklamışlar: “Hacegan yolunun esaslarından birisi de ‘sefer der vatan’ yani aslî vatana yolculuktur. Hakiki makamımıza yolculuk. İşte bu sohbet meclislerine geliş gidişlerimiz de ‘sefer der vatan’ dandır. Hakkanî arayışlar, bu uhuvvetkârane geliş gidişler birer hicret hükmündedir.”

Muhammed Bahâüddin Nakşîbendî (Kuddise Sirruh) buyurmuşlar: “Bizim yolumuz sohbet yoludur.” Sohbet ruhun gıdasıdır, kalbin gıdasıdır. Birlikte iştirak edildiğinde mü’minler arasındaki ülfeti, samimiyet ve muhabbeti kuvvetlendirir. Yalnız birlikte olmak mı, mü’minlerin yüzüne bakmak bile insana bir huzur, güven verir. Çünkü bu mekânlar feyz-i ilâhinin nüzûl ettiği manevi sofralardır. Cenâb-ı Hakk’ın adının anıldığı için melekler ve ruhâniyet akın akın o meclislere iştirak ederler. Bu bilinçle mescitlere geliş gidiş de edeple olursa eğer istifade eder insan.

Sohbetlerde, mâsivanın zilleti ve muhabbeti çıkar gönüllerden. Yerini Allah ve Peygamber sevgisi doldurur. Bu mekânlarda bulunan kimseler geldiklerinde ne kadar yorgun ve neşesiz olsalar da, meclisten ayrılırken kendilerinde o yorgunluk ve mutsuzluklarından eser kalmadığını görürler. Çünkü dünyaya ait keder ve yorgunluğu orada bırakmışlardır, yerinde ilahi feyzin emniyet verici sürur ve muhabbeti vardır. Kelam-ı Kibar’da buyrulur: ”Sohbete gelen ayılır, sohbete gelen terakkî eder. Sohbete gelen Rabbini de bilir, nefsini de.”

Peygamber Efendimiz’i (sav) hayatında bir kez görüp onunla sohbet etme şerefine erişmiş olan müslümanlara "sahâbî" adı verilmiştir. "Sahâbî" kelimesi "sohbet" kökündendir. Efendimiz (sav) kendisini görüp, sohbetine katılan müminlere “ashabım” diye hitab etmiştir. Ve ashabını Mescid-i Nebevi’de ‘Suffa’ adı verilen medreselerde kendi sohbetleriyle tekâmül ettirmişlerdir. Sohbetlerde hem sözlü bir eğitim (irşad ve tebliğ), hem de hâl eğitimi vardır.

Bu eğitim değerli insanların elinde kutlu bir emanet olarak tevarüs etmiştir günümüze değin. O yüzden kalplerin sevgi ile yıkandığı sohbet meclisleri asr-ı saadetin nebevî meclisinden esintiler taşır. Sultanımız Muhammed Bahâüddin Nakşibendî Hazretleri (Kuddise Sirruh) ve diğer büyük zatlar sohbete çok ehemmiyet vermişler ve büyük velîler bu manevî dershanelerde yetişmişlerdir.

Onlar bunu büyük nimet bilmişlerdir. Bir velîye ermeyi, onun sohbetinde bulunup ihya olmayı can suyu kabul etmişler ve hayatlarındaki bütün değerlerin üzerine taşımışlardır. Ne kınayanın kınamasına aldırış etmişler, ne ellerinden kayıp giden göz kamaştırıcı saltanatlarına..

Gerçeğin tadını alan er,
Ne altına aldırış eder,
Ne kalender tacına bakar.
Ne tasası vardır, ne kini.
Ey Tebrizli hak Şemsi,
Yüzünü göstermeseydin sen, yoksul çaresiz kalırdı kulun,
Ne gönlü olurdu, ne dini...
(Mevlana)

Ariflerin sohbetleri bizlere âb-ı hayat, nazarları da feyiz ve bereket sunar. Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk’ın nuru ile bakar. Allah dostlarının birer inci misali sarfettikleri mübarek sözleri kadar, nazar ve halleri de değerlidir. Sıdk makamına erişmiş olan insanlar, kâl lisânından çok hâl lisanıyla konuşurlar. Onların sükûtlarından bir şey anlamayanlar, sohbetlerinden de bir şey anlamazlar.

Kur'an-ı Kerim’de "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber bulunun"(1) buyrularak iyilerle beraber olunması emredilirken, "Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk ve o zalimler topluluğu ile (birlikte) oturup kalma!"(2) diye de buyrularak, insana manevi kirler bulaştırıp ahlakını yozlaştıracak kimselerle dostluk kurulmaması, ülfet edilmemesi tavsiye edilmektedir. Küp içindekini sızdırır. Dostluk kurduğumuz kimselerin ahlak ve yaşantılarından etkilenmememiz mümkün değildir.

Mü’min, kimlerle yakınlık kurup sohbet ettiğine dikkat edeceği gibi, sohbet meclislerinden en iyi nasıl istifade edebileceğinin de bilincinde olmalıdır. Sohbette dile getirilen va’z-u nasihatlerin ilk önce kendimize söylenildiğini farz ederek dinlersek bizim için daha verimli olacaktır. Birilerini tenkit edici mevzular açılsa bile, kıssadan hisseyi yine kendi nefsimize çıkararak ondan ders almayı bilmek kârımıza olacaktır. Sohbete kendimizi gönülden verebilmeli, bedenimizi mescitte aklımızı başka yerde bırakmamalıyız.

Sohbet meclislerine kim ne muradla giderse, o kimse o muradına eriştirilir. Sorularına cevap bulmak istiyorsa orda cevap bulur. Ama bu sohbeti irad eden hocanın dilinden zuhur eder, ya bir arkadaşının, ya da mescitteki ufak bir çocuğun dilinden, bilinmez. Hiç kimse orda muradından mahrum bırakılmaz. Yakınlık temenni ediyorsa o yakınlığa erdirilir. Manevi bir temizlik arzu ediyorsa orda temizlenir. Yok, fitne fesat çıkarmak için gidiyorsa o zaman da fıskı artırılır.

İlim öğrenmek her müslümanın üzerine farz-ı ayındır. Hiçbir şey bizi sohbetten alıkoymamalı. Kimi zaman zahiri sebepler engeldir bize eşimiz, işimiz.. Kimi zaman nefsin göğsümüze üflediği vesveseler. İsterse çok bahaneler bulur nefis. İşte şu arkadaş, bu hoca...

Hâlbuki biz orada O’nun taliplisiyiz, O’nun sevdalısı.  Matlûbumuz O değil mi ki? Takıntı ve vesveselerimizin ayağımıza dolanmasına neden müsade ediyoruz? O’na giden yolda karşımıza çıkan her engel zevk vermeli değil mi bize? Mescide giderken yorulup nefes nefese kalmamız, ayakkabılarımızı alırken kalabalığın içinde ezilmemiz, abdest için sıra beklememiz.. Bunlar hep tatlı çileler değil mi bize? Sohbet dinlerken ayaklarımızın ağrıyıp uyuşması, kimi zaman sıcaktan terlememiz günahlarımıza kefaret reçetesi değil mi?

Bazen de arkadaşlar arasında duyar, esefle dinleriz: “Pek doyurucu olmuyor sohbetler! Yok, ben bir şey alamıyorum. Hocanın hitabı hoş gelmedi bana. Falan hoca mı olsaydı keşke?..” Bunlar kişinin sohbete devamlılığını esnekleştirecek boyutlara bile ulaşır. Sohbeti edene değil, ettirene yönel sen! Öyle bir yönel ki senin arzu ve iştiyakın Himmet-i Rahman’ı gayrete getirsin. Konuşan dil de O olsun, bakan göz de O. Cenâb-ı Hak yardımını istediği yerden ulaştırmaya kâdirdir. Hem sahib-i sohbet esasında Hak Teâlâ'dır. Ne şu hocadır, ne de bu hoca...

1900’lü yılların başlarında Erzincan’da Salih adında iki arkadaş yaşarlarmış. Biri Müezzin Salih diğeri de çilingir ustası olan Salih. Yakın arkadaşmış bunlar ama farklı tarikatlara mensup. Müezzin Salih arkadaşına: “Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden daha çok lezzet alırsak ikimiz de o şeyhin tarikatına girelim.” der.

Şeriatsız hallere saptığından batıl hale gelmiş ve bu yüzden kendi yolundan manen gıdalanamayan Salih Usta, ilk olarak Müezzin Salih’in şeyhi olan Pîr-i Sâmi Hazretleri’nin (Kuddise Sirruh) dergâhına gider. İkinci gün de kendi şeyhinin sohbetine gidecekleri yerde yeniden Pîr-i Sâmi Hazretleri’nin (Kuddise Sirruh) sohbetinde giderler. Aradığı yüksek manevi hazzı ve nimeti burada bulan Salih Usta, Pîr-i Sâmi Hazretlerine intisab eder ve bir daha eski tarikatına dönmez.

Sessiz, mahcup, bilgisiz ve okuma yazması olmayan Salih Usta’nın içkiye karşı da pek zaafı varmış. Ermeni meyhanelerinde içki içer, dergâha dönüşünde şeyhine görünmemek için sohbethanenin arka taraflarında köşe bucak gizlenir, kimse ile temas etmez, gölge misali gelir gidermiş.

Sohbethanede bir gün Yunus Emre, Niyazi Mısrî, Kuddûsi Baba gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden okunurken bir derviş: ”Efendim, bizim kolun büyüklerinden de şairler olsaydı da keşke, onları okuyup kendi yolumuzun adabıyla feyizlenseydik. Siz de bir şeyler yazsaydınız keşke...” deyince Pîr-i Sâmi Hazretleri: “Oğlum, bu bir himmet ve zuhûrat işidir. Şiiri bizim Salih bile söyler...” buyurarak eli ile arka taraflarda gizlenecek yer arayan Salih Usta’ya işaret buyurur. Ümmi olan Salih’in gönlü acayip bir vâridatla dolarak hemen o anda irticâlen şiir söylemeye başlar. Pîri Sâmi Hazretleri’nin: “Yeter Salih” demesine kadar bu devam eder. Böylelikle tarikat adâbı, müritlik haleri ve mürşitlerin şanının güzel ve kemalli bir halde anlatıldığı “Salih Baba Divanı” ortaya çıkar.

Salih Usta’yı söyleten mürşidinin tasarrufudur. Onlar tasarruf dilerlerse ümmi olan Salih’i de konuşturlar..

Allah’ın mescitlerinde uyulması gereken zahiri edepler de vardır. Her zahirden batına bir köprü vardır. Allah’ın mescitlerine girerken sağ ayağımızla, besmele ve salâvat getirerek; çıkarken de sol ayakla ve dua edip selam vererek çıkmamız gerektiğini bilmeyenimiz yoktur. Orada abdestli, temiz ve güzel giyinmiş bir şekilde, öncesinde soğan ve sarımsak gibi kokusu rahatsız edici şeyleri yememiş, ya da etrafa keskin yayılan kokuları sürünmemiş olarak bulunmak güzeldir.

Mescitte gelip gidenlerin huzuru için kurulu bir nizam ve intizam vardır. Herkes de o nizam ve intizama uymaya gayret göstermelidir ki arzu edilen neticelere ulaşılabilsin. Mescitle ilgilenen görevlilerin talimatlarına uyulmalı, onlara itiraz edilmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor: "Ey iman edenler! Size 'Meclislerde yer açın!' denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size 'Kalkın' denilince de kalkın..." (3)

Ayrıca mescitte bir başkasını yerinden kaldırıp onun yerine oturmak da hoş değildir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz bir kimseyi oturduğu yerden kaldırıp sonra onun yerine kendisi oturmasın, fakat ona: 'Yer açınız, genişleyiniz' desin”(4)

Sohbete biraz geç kalınmışsa, selam ve musafaha ile sohbeti kesmemek gerekir. Abdest alana, namaz kılana, Kur’an okuyana ve yemek yiyene selam verilmediği gibi, ezan okunurken ve sohbet dinlenirken de selam verilmez. Mescide geç geldiğimizde insanlara eziyet vermeden, onların huzurunu bozacak veya dikkatlerini dağıtacak tarzda aralarından geçmeden, nerede bir boş yer varsa oraya oturmak cemaate saygının bir gereğidir.

Ayrıca küçük çocuklarımız varsa yanımızda onları gelişigüzel salmamak, mescidi kirletmelerine, sohbeti kesmelerine ya da cemaatin dikkatini dağıtmalarına müsade etmemek olgun mü’minin inceliklerindendir.

Sohbet meclislerinde otururken dağınık oturmak iyi değildir. "Bir hocanın önüne veya ilim meclislerinde oturduğunuzda onlara yaklaşın ve birbirinize yakın oturun. Cahiliye ehlinin yaptığı gibi dağınık oturmayın"(5) buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav.) Usul ve emir gereği bazı kimselerin kürsüye yakın oturmaları ayrı muameleye tabi tutulduklarını akla getirmesin. Sohbetin feyiz ve bereketinden tüm mescittekiler hissedardır. Ağaç, kökünden ne kadar uzakta kalsa da bütün dal ve meyvelerine ayrım yapmaksızın suyunu ulaştırır.

Hz. Ali (r.a) ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’ buyuruyor. Hocalarımıza ve büyüklerimize karşı hürmet, sevgi ve edebi elden bırakmamalıyız. Gönüllerinin hoşluğundan onların bizlerle arkadaş gibi olup her türlü meseleleri konuşması, onlara karşı lâubaliliğe sürüklememeli bizleri. Onlara sadece sohbet meclislerine geldiklerinde değil, her zaman hürmet göstermeliyiz.

Buralar sohbet meclisleridir.
Ham gönüllerin terbiye edildiği Nebevî medreselerdir.
Buralara edeple gelen lütufla çıkar.

İşte böyle bir anlayış ve idrakle o kutlu mekânlara gidiş gelişlerimiz bizleri maksûdumuza ulaştıracaktır. Gayemiz de gönül âlemini ihya ederek, güzel ahlâk ve takva sahibi olmak değil midir? Ve böylelikle Allah'ın rızasına ermek değil midir?

Rabbim bunu cümlemize nasip etsin inşallah... Âmin!

Dipnotlar
1-    Tevbe, 9/119
2-    Enam, 6/68
3-    Mücadele, 11
4-    Tirmizî, Edep 9
5-    Ramûz, c.1/41-8

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İnsan toplumsal bir varlıktır. Sağlıklı yaşam seyrini ancak sosyal bir hayatta sürdürebilir. Dinimiz, insanlığın muhtaç olduğu bu toplumsal hayatı huzur ve feraha erdirecek, yaşam kalitesini yükseltecek, neslinin sosyo-psikolojik olarak sağlıklı devamını sağlayacak temel yapı taşlarını, belirli kurallar manzûmesi olarak va’zetmiştir bizlere.

Yolda yürürken karşılaştığımız kimseye karşı kayıtsız kalmayarak selam vermemizi emretmesinden tutun da ayağına takılıp ona eza verecek taşın/engelin kenara çekilmesini tavsiye etmesine kadar ince nasihatlerde bulunan dinimiz “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin  üzerinizdeki nimetini hatırlayın.”(1) buyurarak Allah için birlikteliğin, manevî kardeşliğin “bünyesinde özel haklar barındıran bir nimet” olduğunu belirtmiştir.

Bünyesinde özel haklar barındıran bir nimettir din kardeşliği... Peki nedir bu özel haklar? Ecdadımız der ya: “Acı bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” Mademki bir acı kahvenin bile kırk yıl hatırı vadır, kırk yıllık bir mesuliyet getiriyor bize; öyleyse manevî kardeşliğin, manevî bir cemaat oluşturmanın çok farklı mesuliyetleri olsa  gerek...

Birbirimize karşı hakkı tavsiye eden, hakta örnek olan mümin bireyler olmalıyız. Gördüğümüz hataya karşı duyarsız kalmayıp en uygun şekliyle müdahale etmeliyiz. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır.” (2) buyurmuş Peygamberimiz (sav).

Mümine yakışır bir rahmet duygusuyla bileyerek gönlümüzü, kardeşimizi yanlışından alıkoymalıyız. Önce nasihatle engel olmaya çalışmalıyız yanlışına. Eğer dönmezse o yanlıştan, o zaman fiilî tavır koymalıyız. Yoksa kalbimizle buğzetmeliyiz ve belki bir müddet uzak kalmalıyız. Çünkü Cenab-ı Hak, Müslümanın yapılan hataya karşı kayıtsız kalmamasını murad etmektedir.

Bizler sadece iyi gün dostu değiliz ki sadece çayda, pastada, börekte bir araya gelip pembe temennîlerde bulunalım. Yeri geldi mi de ‘dost acı söyler’ misâli çekinmeyip hakkı söylemeliyiz birbirimize karşı... Çünkü, “Haksızlığın yapıldığı yerde susan dilsiz şeytandır.” ve “Siz, din kardeşinizin aynasısınız. Onda gördüğünüz lekeyi siliniz!” (4) buyurmuş Kâinatın Efendisi (sav). Yalnız, amaç; toplum içinde rencide etmek olmamalıdır. Yerini, zamanını, kardeşimizin ruhsal halini de dikkate alarak muhabbet ve uhuvvetle ikaz etmeliyiz onu. İkaz edilen arkadaş da hatası dile getirildiğinden dolayı gönlüne vesvese getirmemeli, incinmemeli, gücenmemeli ve aksine şükretmeli...  Unutmamak gerek ki bu yolun esasıdır: “İncinmemek ve incitmemek.” Kişinin hatasının söylenilmesi, kâle alındığının bir göstergesidir. Yoksa sünnetullah gereği, değer verilmeyen kimseler başıboşluğa, ilgisizliğe  terkedilirler.

Şimdi Peygamber Efendimiz’in (sav) bir hadisinden yararlanarak Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarını özetlemeye çalışacağız:

Hz. Ali’den (ra) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükallah der, hastalandığında ziyaretine gider, vefat ettiğinde cenazesinin ardından yürür, kendisi için sevdiğini onun için de sever.” (5) (Başka bir rivayette ‘kardeşi ondan nasihat istediğinde nasihat eder’ (6) ibaresi de vardır.)

SELAMINA MUKABELE ETMEK

Selam, insanlar arasında sevgi ve samimiyeti artırır, güven duygusunu güçlendirir. Öyleyse kardeşinizin selamına karşı kayıtsız kalmayın. Kardeşinizin selamına ondan daha güzeliyle mukabele edin. O: “Selamün aleyküm” dediğinde, yani; “Nasılsın, iyi misin, rahat mısın, hoş musun?” diye sorduğunda, siz de: “Ve aleykümselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü”  diyerek daha güzeliyle ona mukabele edin.

Aranıza bir direk girse ve sizi ayırsa buyuruyor Sultanü’l Enbiyâ, kavuştuğunuzda tekrar selam verin. Yolda yürürken aranıza bir direk girse yahut araba vs. girse birleştiğinizde tıpkı yeni görüşüyormuş gibi birbirinize selam verin.

Selam tanışmaya vesiledir... Konuşmaya, yardımlaşmaya, dayanışmaya vesiledir. Selamlaşma ile, besmele ile başlamazsa konuşma, gıybet, malayani ve dedikoduya kapı aralanır. Şeytan adeta bal sürer dilimize, öyle bir tatlılaşır ki o an arkadaşı çekiştirmek... Ya da televizyondaki  “indirgenmiş ve laçkalaşmış” ahlâktan yoksun yarışma-tanışma programlarından bahsetmek..

Selamı önce veren, alandan daha hayırlıdır. “Selam verip müsafaha eden iki Müslümanın arasına yüz rahmet iner. Bunun doksanı, önce selam verip elini uzatana, onu ise ötekine verilir.”(7) buyrularak hayırda adeta yarışa tâbi tutulmuştur ümmet.

HAPŞIRDIĞINDA “YERHAMÜKELLAH” DEMEK

Aksıran kimse hayata yeniden döndüğünden Allah’a hamd etmeli. Çünkü tıp, aksırma anında kalbin durup tekrar çalıştığını haber vermektedir.

Hadisimizde: “Hapşırdığı vakit elhamdülillah derse” buyruluyor... Usûl  öğretiliyor bize, yani “Elhamdülillah desin” buyuruyor Cenâb-ı Peygamber (sav). Rahatladı, içindeki ezâyı dışarıya attı. Allah’a hamdetsin onu rahatlattığı için. İnsan hapşırmasa, tıkanıp tazyik yapsa beyin kanaması olur. Müthiş bir sıhhattir bu hapşırmak. Hamdetsin... “Elhamdülillah” desin. Sen de ona “Yerhamükallah (Allah sana rahmet etsin)” de buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Bu, elhamdülillah demeyene dua edilmeyecek anlamına da geliyor. Çünkü elhamdülillah demeyene rahmet  dilenmez.

O “Elhamdülillah” dedi, sen de “Yerhamükellah” de. Bunun üzerine hapşıran kişi “Yehdînâ ve yehdîkümullah” desin buyuruyor. Yani: “Allah sizi de bizi de hidayete erdirsin, sıhhate selamete kavuştursun, rahmette kılsın...”

Günümüzde İslamî kimlik taşıyan kimselerin ağızlarında bile klişeleşmiş olan “Çok yaşa! Sen de gör!” ifadeleriyle mukabele etmek sünnete uygunluk arzetmiyor.            

HATASINDAN DOLAYI ÖZÜR BEYAN ETTİĞİNDE ÖZRÜNÜ KABUL ETMEK

Oldu ki bir mazeret beyan etti sana, yanlış yaptı, bir kabahat, suç işledi. Tabi bu suçuna göre... Bazı suçlar vardır ki hukuka göre büyük ceza gerektirir, o ayrı. Basit bir hatada bulundu sana karşı, o zaman özür beyan etsin. Evet, özür dilemek büyük erdemdir... Ve dikkat edilirse Allah Rasûlü “özür dilesin” buyurmuyor, “özür dilediğinde” diyor. Yani dilenmesini istiyor, biz buradan bunu anlıyoruz.

Kardeşin sana özrünü, mazeretini  beyan ettiğinde, hatasından döndüğünde ona karşı müşfik ve bağışlayıcı ol. O özrünü kabul et. Büyüklük budur, kişiye yakışan budur. Affedici ol, bağışayıcı ol... O geçilebilecek bir suçsa ondan geç...  

“Sen yerdekilere merhamet et ki, göktekiler de (Allah ve melekler) sana merhamet etsin.”

Rasûlullah’ın (sav) bize nasihat buyurduğu arkadaşlığa bakın. Bugünkü dostluklar böyle mi ya, hiç unutabiliyor muyuz? Unutabiliyor muyuz?  Etrafımızda sıkça duyarız; arkadaşlardan biri hata işler, diğeri de onun için: “Artık gözümden düştü! Ağzıyla kuş tutsa umrumda değil, bir kere yaptı o hatayı.. Yapmayacaktı! Birisi bana bir hata yaptı mı, daha sittin sene dost olmam onla!” der. Halbuki  “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.” buyuruyor Hz. Mevlana...

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sirruh) de buyurduğu gibi: “Unutamayan bir şey öğrenemez.” Çünkü unutmak da büyük bir erdemdir.

(Hâce Hazretleri’nin (kuddise sirruh)   sohbetlerinden faydalanılmıştır.)
Yazımıza önümüzdeki ay devam edeceğiz.

Dipnotlar:
1- Al-i İmrân, 3/103
2- Müslim, İman, 78
3- Ebu Davud
4- Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43
5- Müslim, Selâm 5
6- Bezzar
7- Ebu Davut

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort