JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 02 Haziran 2014 16:08

HER ÇOCUK FARKLI BİR DÜNYADIR

İnsan yeryüzünün tanıklık ettiği en güzel canlıdır. Kâinatın merkezidir. Dünyadaki tüm canlılar bir yana, insan diğer bir yanadır. İnsan Rabbimiz’in en çok sevdiği, aynı zamanda da sevgi beklediği gönlün taşıyıcısıdır. Kendisinden üflediği ruhun emanetçisidir. Bu sebepledir ki her şeyimizle tabi olduğumuz Hâcegân büyükleri, bu eşrefi mahlûkatı “Hazreti İnsan” olarak nitelemişlerdir.

Zamanında bizlerin de yaşadığı, hep özlemini duyduğumuz saf, temiz, günahsız, kusursuz, yalan bilmez, saygısızlık, kötülük bilmez, hakaret etmez çocukluk dönemlerimiz, bizlere verilen emanetlerle tekrar yaşanır. Evet, Rabbimiz’in bahşettiği çocuklarımız en büyük emanetlerimizdir. Allah (cc), dünyaya gönderdiği en değerli yolcusunu evimize ve korumamıza misafir olarak verir. Rabbimiz’den emanet alabilme onurunu bizlere bahşeder. Bizleri birbirimize muhtaç bırakır. Çünkü çocuğumuz hayat için bize, biz de erdem için çocuğumuza muhtacız.

Ailenin görevi, çocuğa dünyada işe yarayan ve sağlıklı bir yaşam sürdürmeyi sağlayan duygusal becerileri kazandırmaktır. Duygular insan yaşamında ifade aracıdır. İnsanın tüm davranışları çocukluğunun ürünüdür. Bu nedenle insana çocukluk döneminde örnek davranışlar aşılamak gerekmektedir. Bireyin yetiştiği aile ortamı ve aile bireyleri ile olan ilişkiler kişiliğinin oluşmasında çok önemli rol oynar. Çocuk fazla konuşma ve öğütten ziyade ana babanın davranışlarından etkilenir ve bu davranışları kendisine örnek olarak alır. Çocuğun ailesi ile kuracağı ilişki, onun ömrü boyunca kuracağı insan ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu nedenle çocuğun 0-6 yaş döneminde ailesinden aldığı eğitim, daha sonraki eğitim sürecini de etkiler.

Her çocuk ayrı bir dünyadır. Çocuk yetiştirmek ise en kutsal, en büyük, en zor ve hayat boyu devam ettirilmesi gereken en önemli sanattır. Gelecek açısından düşünüldüğünde bu konunun önemi her geçen gün çok daha iyi anlaşılmaktadır. Daha doğacak çocuk anne karnında iken anne babaların kafasında birçok soru işareti oluşur. Kız mı, erkek mi olacak? Sağlıklı doğup büyüyecek mi? Ailemizde ve günlük hayatımızda nasıl bir değişiklik olacak? İleride nasıl bir insan olacak? Nasıl bir meslek sahibi olacak? Hayatta başarılı olacak mı? gibi pek çok soru ile çocuğun doğacağı gün heyecan ile beklenir.

Çocuk eğitiminde çocuğun gerektiği şekilde yetiştirilmesi ve onun topluma hazırlanması; büyük ölçüde anne babanın, hayatın ilk gününden itibaren çocuk ile ilgilenmesine, onun ile karşılıklı etkileşimine, ona değer vermelerine, kişilik yapısına saygı duymalarına, ona yeterince vakit ayırmalarına bağlıdır.

Hiçbir canlı, insandaki değeri insanı yaratandan daha iyi bilemez. Toprak belki aynı topraktır ama ondaki mineraller farklılık gösterir. Toprağı besleyen hava, su, güneş ve diğer besinlerden hepsi özelliklerine göre farklı istifade eder. Demir, çinko, magnezyum, bakır, krom, bor hepsi birbirinden farklı işleve sahiptir. Asıl olan onun yerinde ve zamanında usta ellerce işlenebilmesidir.

Çocuk, insana dünya hayatında verilen en kıymetli hediyelerdendir. Anne babalar çocuklarının yaratılıştan gelen özelliklerini ve yeteneklerini araştırarak, kişisel beklentilerini önlerine set çekmeden, o özellikleri en olumlu şekilde geliştirmeye çalışmalıdırlar. Çocuğun tanınmayan kişisel özellikleri göz ardı edilerek anne babaların beklentileri doğrultusunda yetiştirilmeye çalışılması çocuğa zulümdür. Her insanın olanakları, fıtrat ve istidadı farklıdır.

Bazı anne ve babalar çocuklarını tıpkı kendileri gibi değerlendirir. Kendileri gülerse çocuklarının da gülmesini; kendileri ağlarsa, çocuklarının da ağlamasını isterler. Oysa çocukların farklı bir ruh, farklı bir beden ve farklı bir sosyal yapıya sahip olduklarını göremezler. Sonuç olarak, çocuklarıyla alay eder, onların düşüncelerine, duygularına önem vermezler. Çoğu zaman da çocuklara öfkelenirler. Bu tür bilinçsiz anne ve babaların çocukları, sonunda kişiliksiz birer yetişkin olabilirler. İnsan her çağında değişik bir yapıya sahiptir. Çocuktan bir genç gibi davranması beklenilemez. Bir gençte yetişkinliği aramak yanlıştır. Tüm psikologların birleştikleri bir fikir olarak, çocukluk yetersizlik değil, gençliğe bir hazırlık evresidir.

Her bireyi fotokopi makinesinden çıkan kopya gibi aynı görmek ve öyle davranmak  “Hepsi de ağaç değil mi!” diyerek bahçedeki farklı ağaçlara aynı bakımı yapmaya kalkışan bahçıvanın haline benzer. En itinalı şekilde en iyi bakımı da yapsa istediği sonucu alamaz. Belki de o bakım bazı körpecik fidanların gelişimini engelleyerek zayıf, cılız kalmasına sebep olur.

Takdir edersiniz ki en iyi bakım birbirinden farklı özellikler taşıyan ağaçların her birinin yapısına, özelliklerine en uygun olan bakımdır. Bahçıvan aynıdır ama her fidana olan yaklaşım özelliğine göre farklı olabilir.

Çocuklarımız içinde aynı durum geçerlidir. Bütün çocuklar iyilik ve güzellikler verilip güzel örnek olununca istenildiği gibi olurlar. Ama bu bazıları için daha kolay olurken, bazılarının mizacı, zaman zaman tatlı-sert uslup isteyebilir. Birinci gruptaki çocuklara sert davranırsak onları kırabiliriz; ikinci gruptakilere ise, yerine göre ağırlığımızı hissettirmez, hep yumuşak davranırsak, istediğimiz verimi almak pek mümkün olmaz.

Bazı çocuklar yapı olarak daha ağır, sakin ve soğukkanlıdır. Bazıları ise daha hızlı, hareketli, heyecanlı ve pratik. Bazılarında sertlik, bazılarında yumuşaklık daha hakimdir. Ya da başka özellikler öne çıkar.

Ebeveynler olarak bizlere düşen, mevcut özellikleri zorlayıp kendi istediğimiz kalıplar içine sokmaya uğraşmak değil; kendi mecraları içinde, en güzel şekilde gelişmelerini sağlamaya çalışmak; bu arada zararlı boyutlara gelmesini önlemeye ve hem kendileri hem de insanlık için en faydalı şekilde istifade edilebilmesine gayret etmek olmalıdır. Aksi halde çocuklara yazık olacaktır.

Her bireyin kendine has yanları vardır. Parmak izi misali. Ne kadar kafa varsa o kadar düşünce var. Milyonlarca insan ve binlerce öğrenci var iken tek düze bir eğitimin verilmesi ise imkânsız. Eğitimin her bireye aynı şekilde, aynı yöntem ve materyaller ile verilmesi güçtür. Aynı koşullarda, aynı şekilde verilen eğitimin yararı olmaz. Öğrencilerin tepkilerinin hepsi aynı düzeyde değildir.  

Kişiler arasındaki bireysel farklar, psikoloji biliminin en önemli ve en temel bulgularından biri olmuştur. Her birey kendine özgü bir varlıktır; ilgi, yetenek, değer ve tutumları ile başkalarından farklılık gösterir. Farklı yaradılışı olan ve farklı çevrelerden gelen bireylerin ihtiyaçları da farklılık gösterir.

Bütün çocukların aynı özelliklere sahip olduğunu varsaymak, çocuğun öznel doğasını yani özgünlüğünü ortaya çıkarma açısından büyük sorunları beraberinde getirir. Bu yönden problemleri, üstün yönleri, zayıflıkları, başarı ve başarısızlıklarıyla her çocuğun ayrı bir dünya olduğunu bilmek ve bunları keşfetmeye çalışmak gerekir.

Aileler her şeyden önce şunu akıllarından çıkarmamalıdır; her çocuk ayrı bir dünyadır. Dünyada tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere aslında hiçbir çocuk bir diğerine benzemez. Bütün çocuklar özeldir. Onların her birinin ayrı duyguları, düşünceleri, yetenekleri vardır. Kimi çocuğun matematik, kimi çocuğun fen, kimi çocuğun sosyal, kimi çocuğun ise dil yeteneği ileri düzeydedir. Resim, müzik gibi yetenekler de çocuklarda farklı farklı seviyelerde olabilir. Dolayısıyla hiçbir çocuk bir başkasıyla karşılaştırılamaz.

Aile, çocuğun kapasitesini iyi bilmelidir. Asla gücünün üstünde şeyler isteyerek onu ezmemelidir. Bazen çocuktan beklenen davranışlar gerçekçi ve bilimsel olmayabilir. Örneğin en basitinden, çocuğun içinde bulunduğu yaş itibarıyla boyunun 1metre 30 cm olması gerekiyor. Bizim çocuğumuz da yaklaşık olarak bu boyda. Şimdi bu çocuğu tutup da 1metre 50 cm boya sahip bir çocukla kıyaslamak doğru değildir. Kıyaslarsak hislerimize yenilmiş oluruz ve çocuktan beklentilerimiz gerçekçi olmaz. Aileler çocuğu iyi tanımalı, yaş özelliklerini iyi bilmeli ve beklentilerini bu gerçeklere göre sınırlandırmalıdır.

Bilindiği gibi, çocukluk bir hazırlık, eğitim dönemi evresidir. Normal olarak bir beden ve ruha sahip herkes gibi çocukların da bazı ruhsal gereksinimleri vardır. İnsanlar, özellikle de çocuklar; övülmek, sevilmek isterler. Çevrelerinden ilgi beklerler. Yeterli derecede ilgi, sevgi gören çocuklar her türlü bilgi ve beceriyi güçleri oranında kazanabilirler. Bazı çocuklar, azarlandıklarında, kendilerini istenmeyen kişi olarak görebilirler. Bunun sonucunda, toplumda yer edinebilmek, üstün görünebilmek amacıyla kabalık yapabilirler. Kendi durumlarından dolayı toplumu sorumlu tuttuklarından, çevresindekilerden nefret ederler ve yakınlarından öç almaya çalışırlar. Gerçekte, sorunlu insanların bilinçaltında bu duygu yatmaktadır. Anne ve baba sevgisiyle yetişmiş kişilerde suç işleme oranı çok azdır. Diyebiliriz ki, toplumlar, kendi sorunlu insanlarını yine kendileri oluşturmaktadırlar. Normal insanlar, mutlaka çevrelerine uymak isterler ve çevrelerinin mutluluğunu kendi mutluluklarıyla eş zamanlı görürler.

Aileler çocuklarını belli bir hedefe doğru harekete geçirebilmek, istenen doğrultuda çaba göstermelerini sağlayabilmek ve onları gayrete getirebilmek için herhangi biriyle karşılaştırırılar. Örneğin aileler, çocuklarının daha çok ders çalışmasını sağlamak için onu, “Bak, kardeşin, ablan ya da ağabeyin ne kadar da başarılı, sen de öyle olmalısın!” benzeri sözlerle kardeşleriyle karşılaştırabilirler. “Ben senin gibiyken…” sözleriyle başlayan ifadelerle çocuğu kendileriyle kıyaslayabilirler. “Komşunun çocuğu kadar olamadın.” benzeri yakınma ifade eden sözlerle de çocuğu çevredeki herhangi biriyle karşılaştırabilirler. Aslında aileler bütün bunları çocuğun daha başarılı olması adına yaparlar. İsterler ki, bu karşılaştırmalar çocuğu biraz kamçılasın ve çocuk gayrete gelsin, kendinden beklenen performansı ortaya koysun. Yani ailelerin bu yaklaşımında genelde kötü bir niyet söz konusu değildir. Ancak bu karşılaştırmalar çocuğu çoğu kez olumsuz şekilde etkiler.

Çocuklarla olan ilişkilerimiz onların her zaman kendi eğilimlerini elden geldiğince en iyi biçimde geliştirmelerine yardımcı olmalıdır. Çocuğun gelişimini engelleyecek olumsuz eleştirilerde bulunulmamalı ve yaptıklarına karşılık ölçülü bir beğeni tutumu sergilenmelidir. Her insan, keşfedilmeyi bekleyen ayrı bir dünyadır. Kolay olan, genelleyerek herkesi kendimiz gibi görmektir. Asıl olması gereken ise onu keşfetmek için tanımaya çalışmaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa); “Hiçbir bâtın zâhirsiz, hiçbir zâhir de bâtınsız olamaz.” buyurmuşlardır. Bu sebepledir ki, hayatımızdaki her anı anlamak istediğimiz gibi değil, anlatılmak istendiği gibi anlamak büyük bir erdemdir.

İnsanın bebek olarak dünyaya ilk geliş anı, gelişme ve büyüme aşamaları, dinini öğrenmesi, kıldığı namazlardaki işaret, şekil ve davranışlar; tuttuğu oruç, verdiği zekat, kutsal mekanları ziyaret, hac ve umre ibadetleri gibi her şey, insanın anlaması gereken çok önemli mesajlarla doludur. Bu mesajları anlayabildiği ölçüde hayatın anlamı açığa çıkar. Yoksa her canlı gibi insan da doğar, bir şeyler yaşar ve ölür, unutulur gider. Aslını anlayan Mevlânâlar (ks), Yunuslar (ks), Abdulkadir Geylânîler (ks)… gibi daha niceleri ise gönlümüzde her asır bizlerle yaşar.

Asıl olan anlatılmak istendiği gibi anlayabilmektir. Yoksa herkesin kendi tecrübeleriyle, kendince anladığı çok şey vardır. Belki de kendimizce anladığımızı zannettiğimiz pek çok şey boşa taşıdığımız yükten ibarettir. Hakikati görmemizi engelleyen, yıkılması gereken kalelerdir.

Çocuklarımızı hayata hazırlarken, onları terbiye ederken bilgiyi yerinde, zamanında, doğru kullanmak çok önemlidir. Ebeveynleri olarak çocuklarımızı yaşadıkları toplumda inandığı değerlere sahip çıkarak dimdik ayakta duracak şekilde, şuurlu yetiştirmek temel görevimizdir. Bu onlara bırakacağımız en değerli mirastır. Her Müslüman anne baba, çocuklarının dinini bilmesini ve bu kaideler içinde hayatını şekillendirmesini ister. Bunu da kendince doğru bildiği yöntemlerle yapmaya çalışır.

Çocuklara din eğitimini vermeye başlamadan önce, din eğitiminin nasıl bir yol ve metotla verileceğini bilmek çok önemlidir. Din eğitiminden önce ve din eğitimi süresince hiç ihmal edilmemesi gereken temel yaklaşım sevgidir. Çocuğa öncelikle sevgi öğretilmelidir. Dini, kural ve kaideler zinciri olarak değil de sevginin bir aracı olarak anlatmak gerekir. Anlatılan din Allah’ı (cc) sevdirmeli, Peygamber Efendimiz’i (sav) sevdirmeli,  Kur’ân’ı sevdirmeli ve en önemlisi de bu sevgiyi yaşayan din büyüklerimizi sevdirmelidir. Bu değerleri sevdirmeyi başaramadığımızda, din adına ne öğretirsek öğretelim süreklilik taşımaz. Çocuğun hayatında bir anlam taşımayacağı gibi, bu değerlerin içi hakkıyla doldurulmadığında sıradanlaşır, cazibesini yitirir.

Bunu gerçekleştirmek için en başta çocukta bir istek uyandırmalı, iltifat etmeli, şefkat göstermeli, yeri geldiğinde onu kucaklamalı, öpmeli, sevmeli, gönlüne seslenmeli. Din büyüklerimizin hayatından güzel örnekler verilerek, önüne bir model şahsiyet konulmalıdır. Eğer biz kendi değerlerimizden örnekler koyamazsak, toplumda öne çıkan günübirlik popüler örnekler bu boşluğu maalesef istenmeyen şekilde dolduracaktır.

Bizler için her asır canlı ve taze bir örnek olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) yeni nesillere tanıtılmalı. O’nun çocukluğunu, gençliğini, doğruluğunu, sevimliliğini, bizi çok sevdiğini, güler yüzlü, tatlı dilli, şefkat dolu bir baba, canlar canı bir dede, bizim sıkıntılarımız için bizden daha çok dertlenen gerçek bir dost olduğu uygun bir dil ile anlatılmalıdır. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi; “En güzel dil, tatlı dildir.”

Her fırsatta Peygamberimiz’in hayatından vereceğimiz örneklerle çocuğun aklında ve gönlünde onu gündemde tutmak, bizlere sevgiyi öğrettiğini, sevimli olmayı tavsiye ettiğini, O’na olan sevgimizi dile getirmek için de O’nun tavsiye ettiklerini severek yapmamız gerektiğini dile getirmeliyiz. Özellikle de çocuklarla ilişkisinden söz etmeli, Peygamberimiz’in bizi Allah ile tanıştırdığını, bize Allah’ı tanıttığını, bizi Allah ile buluşturduğunu, yanımızda bizlerle olduğunu ifade etmeliyiz ki bu yaklaşımla çocukta Peygamber Efendimiz’e karşı bir merak, onu tanıma isteği, sahiplenme şuuru oluşabilsin.

Çocuk eğitiminde merak uyandırma ve gündemde tutma, örnek model belirleme ilk aşama iken, hemen arkasından yaparak, yaşayarak, hayatın içerisinden somutlaştırarak öğretme gelir. Uygulamalı din eğitiminde gözden uzak tutulmaması gereken en önemli yol; çocuklarımızı tarihî ve dinî mekânlara götürerek oraların manevî ve ruhânî havasından istifade etmesini sağlamaktır. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı Dönemi’nden kalma dinî yapılar daha başka bir derinlik ve içerik taşıdıklarından, çocuğun ruhunda ve gönül dünyasında farklı açılımlar ve bağlantılar oluşturmaktadır. En azından duyduklarının somut örneklerini gördüğü için sağlamlık ve gerçeklik kazanacaktır.

Yine mümkünse ve bütçeniz de müsaitse ailecek umreye gitmek, çocuklarımızın ve bilhassa gençlerimizin ruhlarında o kadar kalıcı izler bırakır ki, bizim yıllarca anlatamayacağımız, hatta belki de bir kütüphane dolusu kitap okusalar dahi elde edemeyecekleri ve kavuşamayacakları bazı derinlikleri ve şuurlanmayı çocuk orada bir hafta, on beş gün gibi kısa bir sürede rahatlıkla alabilecektir.

Hac ve umre İslam’ın, Peygamberimiz’in, sahabe efendilerimizin doğduğu mekâna seyahat etmek, tabiri caizse, bir müddet onlarla birlikte yaşamaktır. Efendimiz’in (sav) nefes alıp verdiği mekânların havasını soluyabilmek, ayağının değdiği yerlerde namaz kılabilmek, Beytullah’ın önünde diz çökmek, Ravza-i Mutahhara’da sahabeler misali kapısında sabahlayabilmek... Tüm bunlar Rabbimiz’in bazı kullarına bahşettiği bir lütuf, yolculukların en güzelidir.

Zaten ibadetler öz ve amacı itibariyle kulun Rabbi’nin ve O’nun üstün kudretinin karşısında aczini itiraf etmesi, kendini kuşatan sonsuz zaman dilimi, uçsuz bucaksız varlıklar âlemi içinde konumunu bilip ona göre tavır alması ve bu ruh hali içinde O’nunla iletişim kurması demek olduğundan neticede bireyin mutluluğuna, kendini tanımasına, kendisiyle ve toplumla barışık yaşamasına, bunun devamında da toplumsal huzur ve barışın kurulmasına hizmet eder.

İbadetlerin taşıdığı hikmetler bu şekilde özetlenebilirse de aynı dine mensup olanların yeryüzünde tek bir cemaat oluşturarak belli bir yerde birlikte ibadet etmesi demek olan umre ziyaretinde ve ibadetinde durum biraz daha farklıdır. Her şeyde önce umre, çeşitli Müslüman ülke insanları arasında kardeşlik kurulmasına yardımcı olur. İslam dininin birlik ve beraberlik dini olduğunu çocuk orada somut olarak müşahade eder. Anne babasından öğrendiklerini yaşantısında görme imkanı bulur. Burada ebeveynlerin çocuğa sorular sorarak, aile içerisinde sohbet oluşturarak öğrenilenleri pekiştirmesi, çocuğa rehberlik etmesi şarttır.
Çocuk, umre ibadetinde dünya Müslümanları arasında tanışma, yakınlaşma, birlik ve beraberlik, yardımlaşma ve kardeşlik duygularının varlığını görür. Umrede çocuk, İslâm’a gönül vermiş olmanın mutluluğunu ve hazzını daha yakından idrak eder, yeryüzündeki bütün Müslümanlarla birlikteliğin ve kardeşliğin ortak şuuruna erer.

Bütün umreye gidenlerin renk, ırk ve meslek ayrımı gözetmeden bembeyaz ve aynı tip ihram içinde bulunduklarını gören çocukta bu durum, söz ile kolaylıkla anlatamayacağımız eşitlik fikrinin yerleşmesine yardımcı olur. Dünyanın çeşitli bölgelerinden âdeta her biri bir temsilci ve gözlemci sıfatıyla Mekke’ye akın eden Müslümanlar, mikat denilen belirli sınırlarda dünyayı, dünyevî farklılığı, hatta bencilliği ve ihtirasları temsil eden elbiselerini çıkarıp hepsini eşitleyen, birleştiren, onları dünya Müslümanlığının bir üyesi olmanın bilincine erdiren ihram elbiselerini giyerler. Artık “ben” yok, “biz” vardır.

Umre, insanın günahlarının affedilmesine sebeptir. Bunun için günahlarının affedilmesi için dua eder. Bir daha kötü bir iş yapmamak, dürüst ve ahlâklı olmak üzere Allah’a söz verir. Bunu idrak eden çocuk dinimizin şefkat ve merhamet dini olduğunu görür. Rabbimiz’in bizleri bağışlamak için ne denli fırsatlar oluşturduğunu fark eder.

Umre aynı zamanda Müslümanların bir güç gösterisi mahiyetindedir. Dünyanın dört bir tarafından gelen Müslümanlar, hem dayanışma ruhunu daha derinden ve daha coşkulu hissetmiş hem de birbirlerinin yanında ve arkasında olduklarını, birbirlerini desteklediklerini münasip bir dil ile başkalarına göstermiş olurlar. Bunu gören çocukta özgüven, aynı zamanda da mensubu olduğu dinine sadakati pekiştirilmiş olur.

Müslümanlık açısından düşünüldüğünde Peygamber Efendimiz ve ashabının tevhid ve adaleti hâkim kılma mücadelesi, bu süreçte yaşanmış acı tatlı anılar, âdeta bir film şeridi gibi bu kutsal mekânları ziyaret eden çocuklarımızın gözünün önünden geçer. Bunları daha önce okuyan, dinleyen çocuk daha yoğun bir dinamizm kazanır ve daha üst düzeyde bir sahiplenme şuuru edinir.

Umrede yapılan ibadetlerin, sembolik davranışların hepsinde bir mânâ vardır. Bunlar okumakla değil yaşamakla anlaşılır. Bu mânâları küçük yaşta kavrayan birey, hayatını daha sağlam zemine oturtur. Umre ibadeti esnasında bu anlam ve bilinci yakalayabilen, umrenin hikmetlerine nüfuz edebilen gençler, eski hata ve günahlarından arınarak hayata yeni bir canlılık ve şuurla döner. Belki de umre onların hayatında kalıcı etkilere sahip bir dönüm noktası olur. Örneğin Kâbe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinâtın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilâhî kadere boyun eğişin sembolü sayılır. Koşmak anlamına gelen sa’y, bir canlılık, bir arayıştır, esbaba tevessüldür. Dıştan bakıldığında sembolik davranışlar şeklinde gözüken her ibadetin ve şeklin bir anlamı, mü’mini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır.

Kısaca eğer imkanımız olursa, ki olması için tüm şartları zorlamalıyız, umreye götürdüğümüz çocuklarımızın inançları pekişir. Evde öğrettiğimiz, vermeye çalıştığımız dini terbiye somutlaşır. Onun gözünde anlam kazanır. İnsanlığa hizmet bilinci aşılanır. Yardım duyguları gelişir. Bütün insanların eşit ve kardeş olduğunu kavrar. Böylelikle dostluk, sevgi ve barış onun gözünde öne çıkar.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çocuk doğduğu andan itibaren varlığının fark edilmesini ister. Verdiği her tepki bunun içindir. Ebeveynlerince ilgisiz kaldığını hissettiği anda hırçınlaşır. Anne babasının sözünü keser, önüne çıkar, beklenilenin inadına tersini yapar, yakasından paçasından çekiştirir. Beklediği tek şey değerinin fark edilmesidir.

Varlığı zamanında ve yeterince fark edilerek büyüyen çocuk, ilgi uğruna hırçınlığa düşmez. Çocuğa değerli olduğunu hissettirmeye çalışmak demek, onu ne kadar çok sevdiğimizi abartılı cümlelerle tekrar etmek değildir. Sevgi sözde değildir. Kalpteki sevgi eğer varsa gözümüzden, sözümüzden, tutumumuzdan okunur. Sevgi sözlerindeki samimiyet vücut dili üzerinden test edilir. Gerçek sevgi bakışlardaki içten tebessümün doğruluğu ile desteklenir. Seven sevdiğine eziyet etmez. Zaman ayırır, paylaşımlarda bulunur, merakla dinler, yardım eder, hediye alır.

İçimizde yaşattığımız her ne ise istemesek de dışarı taşar. Çiçek nasıl ki koku ve görünümüyle konuşuyorsa; insan da dili, bedeni ve davranışlarıyla konuşur. Sevgi davranışlardaki bütünlüğün dile gelerek adeta haykırışıdır. Anlamamak, hissetmemek nerede ise mümkün olmaz.

Sevgi, çocuğun sosyalleşmesindeki en önemli çimentodur. Sevgi ile sağlıklı ve mutlu çocukların yetişmesi, ancak fıtraten olmazsa olmaz bazı beklentilerin ve temel ihtiyaçların karşılanabilmesi ile olur. İnsan fıtraten şu beklentilerle doğar: Sen varsın, sen önemlisin, sana güveniyoruz, seni seviyoruz, seni besleyip koruyoruz. Anne babaların çocuklarına karşı ilk vazifesi bu ihtiyaçları zamanında, söz ve tutumlarıyla, denge içerisinde karşılayabilmeleridir. Aksi takdirde çocuk sorunlu büyüyecektir.

Çocuk eğitiminde en önemli koşul sevgidir. Her zaman, her koşulda sevildiğini bilen  çocuğun duygusal gelişimi dengeli olur. Çocuğun dünyaya gelmesinden başlayarak anneden gördüğü sevgi ve şefkat onun daha sonraki yıllarda başkalarını sevme ve kendini sevdirme yeteneğini geliştirir. Sevilen çocuk güven duygusu içinde çevre ile uyum sağlayarak kolaylıkla sosyalleşir. İlk yıllarda ihtiyaç duyduğu sevgiyi bulamayan çocuk güvensiz ve uyumsuz bir hâl alır. Ayrıca çocukların sevgisiz ve ilgisiz büyümeleri, onların çevrelerine karşı da kaba, saldırgan ve şefkatsiz davranmalarına neden olabilir.

Çocukta görülen başarısızlık çoğu kez sevgi azlığından doğmaktadır. Okullarımızdaki uyumsuz çocukların sevgiye muhtaç olduğunu görürüz. Sevgiden yoksun çocukların büyümesi, yürümesi, konuşması gecikir. Zeka düzeyinde gerileme olur.

Her şeyde olduğu gibi sevgide de denge çok önemlidir. Hayat dengeden ibarettir. Adil insan her şeye gereği kadar değer verebilendir. Sevgideki denge de sevdiğimizi Yaradan’dan dolayı sevebilmekten gelir. Eşini, çocuğunu, ailesini sevdiğini söyleyen bir gönül, bağlılık yerine bağımlılık üretiyorsa denge bozulmuştur. Buradaki sevgi madde bağımlılığından farksızdır. Eşini, çocuğunu değerin birincil kaynağı gibi seven, onların nefsiyle baş başa kalır. Adeta onlarla imtihan edilir. Sonuç; genellikle vefasızlıktır. Her değeri onu yaratanı vesilesiyle seven insan kalıcı mahrumiyet yaşamaz. Çocuklar Rabbimiz Allah’ın (cc) bizlere bahşettiği en değerli emanettir. Günahsız, tertemiz adeta birer melek gibidirler. Onları kıymetli kılan daha geçerli sebep ne olabilir ki.

Özünde her insan biriciktir. Her insan bir değerdir. Her insan adedince Yaradanımız, Rabbimiz Allah (cc) kendisine giden yol açmıştır. Her gönül özeldir. İnsan farkında olsun ya da olmasın her gönülde Rabbimiz’e giden bir yol mutlaka vardır. Aynı zamanda onu değerli kılan, yaratılıştan sahip olduğu fıtrî durumudur. Değerin kaynağı; Allah’ın, (cc) ona kıymet vererek onu yüceltmesi ve yeryüzünü ona âmâde kılmasıdır. Ya da diğer bir yaklaşımla yeryüzünü ona emanet etmesidir. Emanete ehil olan insanın asıl değer sebebi bunlardır.

Ayrıca Allah’ın onu değerli kılmasının bir boyutu da ona irade vermesi ve bu iradesini kullanması konusunda serbest bırakmasıdır. Allah (cc) insanı en güzel bir biçimde yarattı, ona hür irade verdi ve insan bu hür iradesiyle bu güzelliğini ya iyi ve güzel işler yaparak kâmil insana dönüştürür ya da kötü ve çirkin işler yaparak canlıların en aşağı mertebesi olan mahlukata düşürür, gerçeğini hiç unutmamak gerekir. Zira sair nasa değer vermeyen insan, aynı zamanda kendi değerini de düşürür. O yüzden her insan kendi için istediği iyilik ve güzelliği başkaları için de istemelidir.

Daha ilk yaşlardan, çocukların kendilerine yönelik iyi duygular geliştirmeleri, hayatlarındaki önemli insanların yani anne baba, öğretmen ve diğer büyükleri, ilerleyen yaşlarda arkadaşları tarafından nasıl değerlendirildiklerine bağlıdır. Anne babanın ve aile ortamının çocuğun ilk doğduğu andan itibaren devam eden süreç içerisinde çocuğa etkisi çok büyüktür. Anne babanın kişilik yapıları, eğitim durumları, meslekleri, zeka düzeyleri, bedensel ve ruhsal hastalıkları, psikososyal durumları, sosyokültürel statüleri, yetiştirilme tarzları ve kendi anne babalarından gördükleri muamele, çocuğa yaklaşım tarzları, çocuk için ayırdıkları vakit vb. durumlar, çocuğu birinci planda etkiler.

Büyükleri tarafından sevgi gören, gereksinim duyduğunda beklediği yakınlık ve ilgiyi bulan, fikirlerine değer verilen ve önemsenen, güven duyulan ve sorumluluklar verilen, iyi yaptığı şeyler için övülen, gurur duyulan, yaptıklarında hataya yer verilen ve olduğu gibi kabul edilen çocuğun kendine özgüveni olur.

Buna karşılık sevildiğini, önemsendiğini hissetmeyen, beklediği yakınlık ve ilgiyi göremeyen, sürekli eleştirilen ve olduğu gibi kabul edilmeyen çocuk, kendisini değerli hissetmez ve özgüveni olmaz. Kendisini değerli görmeyen (özgüveni olmayan) çocuk yaşadığı aile, çevre, okul ve toplum içinde problemlere sebep olur.

Ebeveynleri çocuğa ister zaman ayırmak arzusunda olsun, ister olmasın, çocuk her şeyin farkındadır. Ne onu oyuncağa boğmak, ne bol öpücükle karşılamak, ne eğitim konusunda ona üstün olanaklar hazırlamak, ne de sosyal açıdan her türlü avantajı sağlamak onunla birlikte sevgi ile bütünleşerek geçirilen zamanın yerini doldurabilir. Çocuk onunla geçirilen zamana bakarak, onu sevip sevmediğimizi bilecektir. Bu nedenle anne-babalar, çocuklarına olan sevgilerini onlara zamanlarını vermekle göstermelidirler.

Sevgiyi besleyen etkinliklerdir. Çünkü sevgi paylaşmaktır, ilgidir, güven duymaktır, anlamaya çalışmaktır, üretmektir, dikkat etmektir, önemsemektir, iletişim kurmaktır.

Çocukların iyi bir gelişme gösterebilmeleri için ana baba ile çocuklar arasında etkili bir iletişimin kurulması gerekmektedir. Etkili bir iletişim, aile üyelerinin karşılıklı olarak birbirlerinin düşüncelerini ve duygularını anlamalarını sağlar; işbirliği, yardımlaşma ve paylaşma davranışlarına yol açar; çocukların gelişmesi için uygun bir ortamın oluşmasına neden olur. İyi bir iletişimin gerçekleştiği aile ortamında çocuklar özerk ve bağımsız bir kişilik geliştirirler; düşüncelerini ve duygularını açıklama özgürlüğü ve alışkanlığı kazanırlar. Buna karşılık etkili bir iletişimin oluşturulmadığı, iletişim engellerinin yer aldığı bir aile ortamında çocukların gelişimi engellenir. Çocuklar özgürce düşünemeyen, düşüncelerini ve duygularını açıkça dile getiremeyen bağımlı birer birey olurlar; ileride çeşitli sorunlarla ve uyum güçlükleriyle karşılaşırlar.

Özgüven; kendi yeteneklerine ve kendi benliğine olan güven duygusudur. Özgüveni olan bir çocuk kendini değerli görür, yeteneklerinin ne olduğunu bilir, sınırlarını bilir, hayatta karşılaştıklarıyla baş etmeyi bilir ve kendiyle barışık olur.

Çocuğun özgüven kazanması ile ilgili olarak bilinmesi gereken çok önemli bir kural vardır ki o da çocuk eğitiminde katı kurallara yer olmadığıdır. Çünkü her çocuk farklıdır, her çocuğun ailesine yansıması farklıdır ve her çocuğun yaşadıklarıyla yaşattıkları birbirinden farklıdır.

Aynı zamanda her fırsatta çocuğa cesaret vermek gerekir. Cesaret vermek insanların zayıflıklarını görmezlikten gelip, güçlü yanlarını ortaya çıkarmaktır. Eğer çocuklarımıza cesaret ve umut verirsek ne kadar ileriye gideceklerini biz bile bilemeyiz.

Ailelerin beklentilerinin çocuğun gelişim düzeyine uygun olması çok önemlidir. Eğer beklenti düşükse ya da hiç yoksa çocuk kendisini geliştirmesi için desteklenmemiş olur. Çocuk; “Nasıl olsa ailem bana beklentilerini yerine getiremeyeceğim için güvenmiyor.” diye düşünür ve kendini hafife alınmış hisseder.

Anne babalar meşgul dahi olsalar, çocuklarının sorunlarını “Daha sonra anlatırsın.” diyerek geri çevirmemelidirler. Anne babaları olarak eğer çocuklarımızın problemlerini dinlemezsek, onlar da bizlerin onlar için bulduğu çözümleri dinlemeyeceklerdir.  

Takdir edilerek ve tasdiklenerek yetiştirilmiş olan çocuklar, sürekli eleştirilen çocuklardan daha mutlu, daha üretken ve daha itaatkâr olurlar. İltifat, bir fincan kahveye benzer. Gönülleri alır, içi ısıtır. İltifatın değeri iltifatın miktarına, türüne, yerine, zamanına, üslubuna ve iltifat edilen kişiye bağlıdır.

Çocuğa inanırsak olanaksızı başarır. Bizim için önemsiz olan küçük olay ya da davranış çocuklarımız için de çok önemli olabilir. Öyleyse onları ve onlar için önem taşıyan durumları bizde önemsemeliyiz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 14:19

EN GÜZEL DİL TATLI DİLDİR

Çocukken büyüklerimizden dinlediğimiz, Anadolumuz’un pek çok vilayetinde asırlardır anlatılan bir masal çok ibretliktir. Konumuzla da alakalı olması sebebiyle sizlerle paylaşmak istedik. Aynı zamanda bu masal Milli Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye Kurulu’nun yayınladığı, okunması gereken 100 Temel Eser içerisinde yer alan Ezop Masalları kitabında da geçer:

Zengin, bilgili ve asil bir adam yakın akrabalarını birkaç günlüğüne konağına davet eder. Zengin sofralar kurup engin sohbetler etmektir niyeti. Hizmetçilerine dünyanın en tatlı şeylerinden misafirlerine mükellef bir sofra kurmalarını tembih eder.

Kahya gider. Ama pazara uğramak yerine kasaba uğrar. Bütün misafirlere yetecek miktarda dil alıp aşçılara gerekli talimatları verir. Akşam misafirler iştahla otururlar sofranın başına. Evvela bir dil çorbası gelir. Ardından bir dil haşlaması, bir dil söğüş, ara sıcak niyetine dil ızgara... Derken misafirler de homurdanmalar başlar. Beklerler ki şöyle yağlılardan, pilavlardan, baklava ve revanilerden tepsiler gelsin. Ne mümkün... Ardından bir dil kızartma konulur önlerine. Konak sahibi artık tahammül edemez ve kâhyasını çağırtıp öfkesini tokat edip yüzüne vurur:

-Ben sana pazardan en tatlı şeyleri al demedim mi?
-Evet, dediğiniz gibi, aynen sizin emrinizi yerine getirdim. Dünyada dilden daha güzel ve tatlı ne tasavvur olunabilir? Marifet ve ilmin anahtarı, mutluluğun ve saadetin başlangıcı o değil midir? Gönüller onunla şen, bilgiler onunla aşikar olmazlar mı? Anlaşmazlıkları çözen de o, adaleti bildiren de… O kadar kutsal ki, ibadetler onunla yapılıyor...

Ağa, duyduklarına cevap veremez ama yine de konuklarına mahcup olmamak için haykırır:

-Pekala madem dediğin gibidir, o halde yarın pazara gidip bu sefer en fena yiyeceklerden bir sofra hazırlat bize. Bakalım görelim.

Kahya ertesi gün yine kasaba uğrar, yine aynı yemekleri hazırlatır. Sofraya oturanlar aynı sıra ile başlarlar: Dil çorbası, dil haşlama, dil söğüş... Ve elbette yine aynı sorgu, sual. Kahyanın cevabı ibretliktir:

-Efendim, emin olunuz emrinizi ayniyle yerine getirmek için bu yemekleri hazırlattım. En fena yiyeceklerden istemiştiniz; Allah aşkına dünyada dilden daha fenasını kim tasavvur edebilir? Bütün kötülüklerin, bütün belaların, bütün kavgaların sebebi bu değil mi? Kim yalanın ve iftiranın güzel olduğunu söyleyebilir; kim, riya ve dalkavukluğun yararından bahsedebilir? Bütün bu fenalıkları dil yaptıktan sonra hangi azık dilden daha kötü olabilir ki…

Allah bir adama her şeyin tatlısını, yalnız dilin acısını verdi mi, ne yapsan kâr etmez. Öylesine sevimli, cana yakın olmasına imkan yoktur. Çünkü o dil ağzın içinde her dönüşünde can yakar, kalp kırar, gönül devirir. “Dil yarası yaraların en derinidir.” derler. Doğru sözdür. Bıçağın açtığı yara zamanla kapanır; dil yarası, ruhun en gizli tarafına doğru devamlı işler, bir türlü kapanmak nedir bilmez. Üstelik acı dilin zararı yalnız karşısındakine değildir; kendi sahibini de, dünya güzeli olsa çirkinleştirir. Nice güzel insanlar vardır ki, dilleri yüzünden sevilmezler. Ama tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, derler.

Her gün onlarca insan yüzüyle karşılaşıyoruz. Bu insanların ilk bakışta yüzleri dikkatimizi çekiyor. Daha sonra ise gözleri… Eğer güzel bakan bir gözse gördüğümüz, iyi bir insana benziyor diye anlamlandırıyoruz, tabii çirkin bakan bir gözse de tam tersi. Bunlardan bazılarıyla anlık ilişkiler, bazılarıyla da uzun süreli ilişkilerimiz oluyor. Bu böyle yaşam boyunca devam edip gidiyor. Sonuç olarak şunu fark ediyoruz; kısa süreliğine gördüğümüz insanlarla eğer bir ilişki içinde olmazsak ister çirkin, ister güzel insan olarak adlandıralım, sadece silik bir iz olarak kalıyorlar ya da tamamen yok olup gidiyorlar. Kalıcı olan sözler oluyor. Kısa bir an için bile olsa, ilişkide bulunduğumuz bir insanın acı sözü yıllar geçse de içimizden çıkmazken, tatlı bir söz bizi tebessüm ettirebiliyor. Sanki o anı şimdi yaşamış gibi hissettirebiliyor.

Çevrenizde nice çirkin insanlar vardır; tatlı dilleriyle herkesi kendilerine hayran bırakırlar. Dil, bilinç ve iradeyle kullanılması gereken bir organdır; kendi başına bırakıldığı zaman her dönüşünde bir kalp kırar; birçok yıkımlara sebep olur. Dilin bu sonsuz etki gücünden dolayıdır ki, “Dil yarası yaraların en derinidir.” denilmiştir. İçimizde gür bir sevgi, şefkat ve merhamet kaynağı bulunduğu sürece kendiliğinden tatlılaşan dilimiz, hayatın güçlüklerini yenmede, insanları ikna edebilmede en büyük yardımcımızdır.

Tatlı dil, muhatabı ruhen etkileyecek tarzda, yumuşak, ikna edici, okşayıcı konuşma şeklidir. Tatlı dil, bütün gücünü ruhtan alır. Ruhu iyilikler, güzelliklerle dolu olan, fazilet sahibi bir kimsenin dili de kendiliğinden tatlı olur. Tatlı dil ve güler yüz, ruh asaletinin sevimli belirtileri ve görünümleridir. Tatlı dilli insanlar bu özellikleriyle çevrelerindekileri arkalarından sürükleyecek çekici bir etkiye sahiptirler. Tatlı dil insan için başlı başına bir kuvvettir.


Bir diğer ifadeyle insan dilinin tatlı olması için gönlünün iyi olması lazımdır. Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir. İnsanları belki kısa bir zaman için aldatır ama çabucak da foyası meydana çıkar. Gerçek tatlı dil iyi insanda olur. Yüreği merhametle, sevgiyle dolu insanın dili de kendiliğinden tatlılaşır. Bu da merhametli, yüreği sevgi dolu insanlarda olur. Onlar konuşurken ölçüp biçerler. Kalplerinin güzelliği doğal olarak onların dillerine, simalarına ve ahlaklarına yansır.


Peygamber Efendimiz (sav): “Müslüman, diğer insanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.” buyurarak, olgun bir mü’minde olması gereken özellikleri bildirir. Olgun bir mü’minin de karşısındaki insanları, ne davranışlarıyla ne de sözleriyle incitmeyeceğini belirtir. Bununla birlikte bizlere, tatlı dilli ve güler yüzlü olmanın, imanda bir olgunluk ölçüsü olduğunu işaret buyurur.

Sert ve kırıcı olmayan, yumuşak, hoşa giden, gönül alıcı, okşayıcı, etkileyici, inandırıcı ve yerinde söylenmiş söz insanın hoşuna gider. Onu yumuşatır ve yola getirir. İyi ve etkili konuşma yerine göre en inatçı kişileri bile yumuşatır. Ne kadar kötü olursa olsun, tatlı dil karşısında yumuşamayacak insan kalbi yoktur. İyiliğin o güçlü silahıyla bütün kötülükleri yenip ortadan kaldırmak ne güzel bir şeydir. Bu yüzden tatlı dilli insanlar, çevrelerinde sevilir, sayılır ve itibar görürler. Rûhî asaletin temel taşlarından olan sabır ve hoşgörü, tatlı, yumuşak bir ses tonuyla işbirliği ettiği zaman aşılmayacak hiçbir engel, yenilmeyecek hiçbir zorluk yoktur.

Olumsuz düşünce ve davranışlarında anlamsız biçimde inatla direnenleri, öfke ile sertlikle değil; gönül okşayıcı tatlı sözlerle yola getirmeye çalışmak, yumuşatmak en doğru yoldur.

İnsan ilişkilerinde, iyi ve güzel konuşmanın büyük yeri ve önemi vardır. Kimi kişiler, inandıkları bir düşünceye inatla sarılırlar. Temelde yanlış ve sakıncalı olduklarını bildikleri halde bunda direnirler. Böyle kişileri düşüncelerinden caydırmak için sert sözler, buyruklar ve yasal yaptırımlar da yararlı olmayabilir. Onları ancak tatlı dille, inandırıcı sözlerle yavaş yavaş yumuşatma olanağı vardır.

Çocuklarımıza da tatlı dil ve güler yüzle muamele etmenin ne kadar faydalı ve eğitici olduğunu bugün artık herkes kabul etmiş durumdadır. Sert ve kaba davranışların, azarlamanın,  bilhassa da döverek terbiye vermeye çalışmanın hiçbir tesirinin olmadığı, tam tersine aksi tesir gösterdiğini hepimiz müşahede etmekteyiz.

Peygamber Efendimiz’i (sav), torunu Hasan’ı (ra) öperken gören Akra b. Habis, (ra) bu duruma şaşırarak: “Benim on çocuğum var. Onlardan hiç birini öpmedim.” demesi üzerine Peygamber Efendimiz (sav); ”Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyurarak çocuklara güler yüz göstermenin Allah’ın merhametine vesile olacağını belirtmiştir. İslamiyet, sevgi, güler yüz, tatlı söz, dürüstlük ve iyilik dinidir.

Hz. Fatma’nın (ra), Hz. Ali (ra) ile evlendiği düğün gecesi, mütevazı bir yemek ikramından sonra, Efendimiz (sav), bir eliyle Hz. Ali’yi (ra) diğer eliyle de Hz. Fatma’yı (ra) tutarak evlerine götürdü. Fatma’yı bağrına bastıktan sonra biricik kızına şu nasihatlerde bulundu:

“Kızım, evimizden çıkıp, başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran. Öfkeli halinde sessizce ortadan uzaklaş, öfkesi geçinceye kadar ona görünme. Dilini ve kulağını muhafaza et. Kocan, daima senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu suretle sana iyi gözle baksın…”

Peygamberimiz bu nasihati verdikten sonra, kızı Hz. Fatma’yı alnından öptü. Hz. Ali’ye teslim etti ve “Hanımın çok iyi bir hanımdır.” buyurdu.

İslâm âlimlerinden ve evliyanın büyüklerinden Hasan Şâzelî (ks) Hazretleri oğluna yazdığı bir mektupta ona şöyle nasihat eder:

“Gözümün nuru evlâdım. Her halinle seni Cenâbı Hakk’a emanet ettim. Kalp gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muamele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Daima insanların ayıbını gizle. Kimsenin ayıbını yüzüne vurma. Gadap ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyarlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riayet edersen ömrün uzun olur, Hak Teâlâ her yerde seni aziz eder.”

Yine Hz. Lokman’ın oğluna nasihat ederken güzel sözlü olmakla ilgili tavsiyeleri bizlere ışık tutacaktır:

“Ey oğul! Dilini; ‘Allah’ım, beni affet!’ demeye alıştır. Çünkü öyle anlar vardır ki, o saatlerde Allah duaları reddetmez, istediğini ihsan eder.

Bir kimse ile bozuşursan, dilini tut ve makbul olan sözü söyle. Önce düşün, sonra söze giriş.

Herkesin değerini ve layık olduğu hürmeti muhafaza eyle.

İlim ve takva ehli veya herhangi bir sebeple senden ileride bulunan bir kimsenin huzurunda dilini tut.

Sükût ve teenni ile hareket et. Az konuş. Çok konuşmak, yanılmaya sebeptir.

Konuşurken sözü fazla dağıtma. Aksi takdirde şerefine zarar gelir. Konuşurken başkalarını utandırma. Kaş, göz işareti yapma.

Güzel ve lâtif sözleri duymaya çalış. Fazla hayrete düşme. Sözün tekrarlanmasını isteme. İnsanları güldürecek ve kendini maskara edecek sözlerden sakın.

Kimse hakkında atıp tutma.  

Senden bir şey istendiği zaman, elinden geliyorsa vermeye çalış. Birinden bir şey istediğinde de fazla ısrar etme.

Dinle alakası olmayan meselelerde aksi vaki ise tartışmaya ve münakaşaya girme.”

Sözün özü; tatlı dil her kapıyı açar. Nefsini terbiye etmiş, Hak ile bütünleşmiş gönüllerin dili de ahlâkı da güzelleşmiştir. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ks) buyurduğu gibi;  

“En güzel dil tatlı dildir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sözlüklerde yalan kelimesinin anlamı; ‘doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz’ olarak karşımıza çıkar. Yalan; insanın hakikati saklayıp bildiğinin ya da yaptığının tam aksini ifade etmesidir.

Yalan, her toplumda savaş ilan edilen en kötü alışkanlıkların başında gelir. İslam dininde de ayıpların en fenası, günahların en çirkini, kalpleri karartan kötülüklerin başındadır.  Peygamber Efendimiz (sav), şaka kastıyla bile olsa yalandan men etmiştir. Yalan hakkında rivayet edilen pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazıları:

Yalan rızkı azaltır. (Ebu’ş-şeyh, İsfehani)
İman sahibi, her hataya düşebilir. Fakat hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez. (İbni Ebi Şeybe, Bezzar)
Doğru olun, doğruluk iyiliğe, iyilik ise, cennete çeker. Yalandan sakının, yalan fücura, fücur ise cehenneme götürür. (Buhari)

Yine bir kimse Peygamber Efendimiz’e (sav) gelir; zina, içki ve yalan olmak üzere üç büyük günaha tutulduğunu itiraf ederek yardım ister. Efendimiz de ona: “Yalanı benim için terk et!” buyurur. Adam, peki diyerek gider. Bir günahı işleyeceği zaman, “Eğer bu günahı yaparsam, Resûlullah (sav) sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum.” diye düşünür. Diğer iki günahından da vazgeçer. (Şir’a)

Yalan ile ilgili din büyüklerimizden bize gelen rivayetlerden bazıları şöyledir:

*Oğlum yalandan sakın, o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimse kurtulur.  (Lokman Hekim)
*Allah indinde en büyük hata yalan konuşmaktır. (Hz. Ali)
*İçi dışına, sözü işine uymamak, nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır. (Hasan-ı Basri)
*Ashabı kiram indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, onlar, yalanla imanın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi. (Hazret-i Âişe)

Yalan, toplumda en çok yadırganan ve ayıplanan ahlâkî zaafların başında geliyor olmasına rağmen ne yazık ki günlük hayat içerisinde en çok düşülen ahlâkî zayıflıkların da başında gelmektedir. En küçüğünden en büyüğüne kadar tutamadığımız tüm söz ve davranışlar yalan olarak değerlendirilmelidir. Yalan söylemek, insanın kaygı ve korku duyduğu anlardan kurtulmak için başvurduğu savunma mekanizması, yani kendini koruma yoludur. Zararlı da olsa zarasız da olsa yalan, yalandır. Sonuçta kişinin kendini aldatması ve bununla birlikte başkalarını da aldatmaya çalışmasıdır. Bir hatayı gizleme amacı ile gerçeğe uygun olmayan bu girişim sözle olabildiği gibi bazen de samimiyetten uzak yalan davranış ve susma ile de olabilmektedir.
Çocuklarda yalan söyleme davranışı zaman zaman doğal gelişim sürecinin bir parçası, zaman zaman da bir davranış bozukluğudur. Çocuğun hangi yaş gurubunda olduğu bu davranışın değerlendirme sürecinde en önemli kriterdir. Anne babalar çok erken dönemlerden itibaren çocuğun gerçeğe sadık kalmasını isterler. Fakat doğal gelişim sürecinde çocukların öykü uydurma ve taklit oyunlarına başvurması yalan söyleme değildir.

Yalanın ahlâkî bir zafiyet olması nedeniyle aileler, çocuklarının yalan söylemesi karşısında kaygılanıp, tedirgin olurlar. Fakat bilinmelidir ki çocuk yalanları yetişkin yalanlarından farklıdır.  Çocukların hayal gücü okul çağına gelene kadarki yaş diliminde oldukça yoğundur. Özelikle 7 yaşına kadar çocuklar doğru ile yanlışı birbirlerinden ayıramazlar. Bu nedenle çocuğun bir takım olaylar, durumlar uydurması, hayali arkadaşlar üretmesi yalan söyleme olarak değerlendirilip, endişe edilmemelidir. Çocuk için bunlar oyun niteliği taşır ve çocuk kurduğu bu hayalleri gerçek gibi kabul edebilir. Dış dünyanın gerçeklerini algılayıp, bunlara uygun davranmak zamanla oluşabilecek bir durumdur. Ancak, çocuklar bu yaş sınırını geçtiği halde yalan söylemeye devam ederlerse bu üzerinde durulması gereken bir durumdur. Asıl mesele bu dönemde, çocuğu yalan söylemekten vazgeçirmektir.

Burada yalan söyleyen çocuklarımıza davranış tarzımızı iyi belirleyebilmek çok önemlidir. Öncelikli olarak yapılacak iş, her zaman olduğu gibi burada da yetişkinlerin çocuk için birer örnek model olabilmelidirler. Takdir edersiniz ki eğer anne baba başkalarına yalan söyleyecek olursa, buna şahit olan çocuğun dürüstlüğün ve doğruluğun önemini anlaması da çok güç olacaktır.    

Çocuklarımız hangi yaşta olursa olsun yaşına uygun bir dille onlara doğruyu söylemek gerekir. Anne babasının küçük de olsa yalan söylediğine tanıklık eden çocuk, yalan söylemenin zaman zaman kabul edilebilir ve işe yarar olduğunu düşünebilir. Bunun yanı sıra ailenin bazı tutumları da çocuğun yalan söylemesini cesaretlendirir. Çocuğun yanlış bir şey yaptığını bildiği halde; onun doğruyu söylemesini bekler bir tavırla değil de açığını bulmaya yönelik sorgulayıcı ve baskıcı bir şekilde yapılacak konuşma çocuğu daha da çok yalan söylemeye itecektir. Böyle bir sorgulamanın ardından ceza gelsin ya da gelmesin sadece bu tarz kurulan bir iletişimin kendisi de çocuk için sıkıntı verici ve kaçınılması gereken bir durum olacaktır.

Çocuklarda yalan söyleme davranışı  gözlendiğinde öncelikle bunun kasıtlı yalan değil sözde yalan olabileceği değerlendirilmeli ve ahlâkî kuralları anlatmak ya da öfkeyle cezalandırmaya gitmek yerine çocuğa doğru söylemenin ne kadar övülmeye değer bir davranış olduğu anlatılmalı, çocuk bu olumlu davranış için özendirilmelidir. Çocuk terbiyesinde aşırı tepki göstermek ters etki sağlayabilir. Onların korunmaya muhtaç küçük birer çocuk olduklarını aklımızdan çıkarmamalıyız. Yumuşak ve hoşgörülü bir yaklaşım önceliğimiz olmalıdır. Cezalandırma ile terbiye yönteminden kaçınmalı, doğru davranışı kazandırmadaki metodumuzun önceliği ödül olmalıdır. Aşırı tepki göstermek, çocuğun bizim ona karşı sergileyeceğimizi düşündüğü öfkemizden korunması için, yalanı tercih etmesine yol açar.

Bunun dışında kısaca çocukları yalan söylemeye iten başlıca sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

Genellikle çocuk takdir edilmek, ilgi görmek veya şefkat beklentisi için yalan söyleyebilir. Ayrıca bununla bağlantılı olarak cezadan kurtulmak veya suçu saklamak için, tenkitten, azarlanmaktan kaçmak için, olduğu gibi değil de büyüklerin istediği gibi görünmek için yalana meyleden çocuklar da çoktur.
Bazı çocuklarda çocuksu düşmanlık ve kıskançlık duygusu da yalan söyletebilir. Ana, babanın yanlış tavırlarına karşı çocuğun tek silahı, umumiyetle yalan söylemek olmaktadır. Dolayısıyla bunun doğal bir sonucu olarak yalan, davranış kalıbı ya da huy haline gelmektedir.

Anne babanın ve çevrenin yeterince sevgi, ilgi göstermemesi çoğu zaman çocuklarımızı yalana itebilir. Anne babası ve çevresi tarafından sevilmediği ve ilgi görmediği hissiyle kendini değersiz hisseden çocuk çevresindekiler tarafından değerli algılanma ve onaylanma ihtiyacıyla, sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu veya yapmadığı bir şeyi yaptığını ifade edebilir. Çocuk masumiyetiyle olsa bile bunun adı yalandır.

Çocuğun özgüveninin zayıflığı, yalana sebep olan durumların başında gelir. Güçsüzlük, kendine güven eksikliği yalanı doğurur. Yanlış bile olsa, yaptığı davranışın sorumluluğunu üstlenemeyip yalan söylemesi, arkadaş grubu içinde kabul görmek için yalan söylemesi, ilgi çekmek için yalan söylemesi vb... Tüm bunlar temelde yalan söylemekle özgüven eksikliği arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Suçunu ya da kusurlarını örtmek için yalan söyler.

Çocuklar kimi zaman, sadece eğlence olsun diye de yalan söyleyebilir. Okul çağındaki çocuklar bazen yalan söylemekten gizli bir heyecan duyar. Bu çocukların amacı kötü biri olmak değil, sadece ne kadar ileri gidebileceklerini öğrenmek istemektir. Örneğin; başının ağrımadığı halde kendini acındıracak bir şekilde baş ağrısı çektiğini söylemesi, okul başarısı düşük olduğu halde anne ve babasına deneme sınavında soruların hepsini yaptığını söylemesi gibi.

Çocuktan kapasitesinin üzerinde aşırı beklenti içinde olunması yalanı tetikleyen diğer bir etkendir. Bazı ailelerin çocuklarından çok aşırı beklentileri olabilir. Özellikle motive etmek isterken aşırıya kaçabiliriz. Çocuğunun sınavlardan zayıf almasını bir ölüm, kalım meselesi gibi gösteren ebeveyne, aksi bir durum olduğunda sınavdan zayıf alan o çocuk bunu ailesine izah ederken elbette ki yalan söyleyebilecektir. Her insan gibi, çocuk da toplum tarafından beğenilmek ve takdir edilmek ister. Çocuk ilk beğeniyi anne ve babasından bekler. Sevilen, ailede adam yerine konan, değer verilen ve iyi davranışları takdir edilen, zekası normal bir çocuğun doğal olarak başarılı olması beklenir, zaten başarılı da olacaktır.

Konuyu özetlersek, onunla empati kurduğumuzda yalan söyleyen çocuğun kendisine saygısının kalmadığını, kendisinden utandığını görürüz. O özgüvenden yoksundur. Yeteneklerinin ve sahip olduğu değerlerin farkında değildir. Kendisini değersiz ve işe yaramaz olarak görür.

Yalan çocuğun ruh sağlığını tehdit eden olumsuz davranışların başında gelir. Anne babalar, çocuklarının fiziki sağlığı ile ilgilendikleri kadar ruh sağlıklarıyla da ilgilenmelidir. Ruh sağlığı bozulmuş bir çocuğun fiziksel ihtiyaçları fazlasıyla yerine getirilse bile hastalıklı bir kişilik geliştirecektir. Yüksek makamlara gelmesi, büyük paralar kazanması onu mutlu etmeye yetmeyecek, içinde hep ruhsal bir açlık hissedecektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort