JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 28 May 2014 00:00

SEFER-DER-VATAN’IN BİR AÇILIMI: UMRE

Hâcegân ekolü temel esaslarını peygamberlerin sünneti ve velilerin uygulamalarından almıştır. Özünde, vahiy ve tecrübe birleştirilmiştir. Peygamberlerin yaptığı uygulamalar vahiyle, velilerin sergilediği fiiller tecrübe ile sabittir. Hâcegân anlayışına göre insan hayatını sistematize eden iki önemli unsur vardır ki bunlardan birisi vahiy, bir diğeri ise tecrübedir.

Aslı bu iki unsura dayandırılmayan her şey bu yolda merdut sayılmıştır. İşte ulu’l-azm peygamberlerinden Hz. Musa’nın (as) kadim sünneti olan seyyahlık (seyahat etmek) ile yolumuzun büyüğü Abdulhâlık Gücdevânî (ksa) Hazretleri’nin prensiplerinden sefer-der-vatan anlayışı birleştirilmiş ve bu anlayışın bir tezahürü olarak cemaatimizde toplu umre programları eskiden beri tertiplenegelmiştir.

Sefer-der-vatan, bâtında kalben ve ruhen kişinin ukbaya, ebedi âleme intikal etmesi, oraya müteveccih olması demektir. Bunu biz zahiren de İslam’ın ve imanımızın merkezi olan mukaddes topraklara seyahat ederek aslımıza rücuyu, sefer-der-vatan prensibini daha anlaşılır hale getirmeye çalışıyoruz.

Ayrıca seyahatte manevi bir sıhhat vardır. Seyahatte nefsin zilleti vardır. Umre seyahati esnasında çekilen zorluklar ve bazı imkânsızlıklar nedeniyle nefis her istediğini her an elde edememekte ve bu zillet onu terbiye etmekte, edeplendirmektedir.

Bu yolculukta kişi kendi nefsini tanımakta, onunla yüzleşmektedir adeta... Yani nefsinin direttiği noktalar nereler, olmazsa olmazları, ayağına doladığı şeyler neler, burada onları açıkça görür. İçi dışına çıkar bir nevi. Sonra, bir aşina olduğu hayata, bir de konakladığı oteldeki yaşamına bakıp birbirini mukayese eder ve görür ki böyle de yaşanabiliyormuş. İstanbul’da yüz elli metrekare, Erzurum’da yüz seksen metrekare dairelere sığmazken, Mekke’de, Medine’de küçük bir otel odasının içinde hayatını idame ettirebiliyormuş. Bunu birebir talim eder ve belli şeylerin yokluğuna tahammülü öğrenir.

Alışkın olduğu daha birçok şeyin yokluğunda yaşayabildiğini görür insan. Mesela elinin altında her istediğinde ulaşabileceği çeşitli temizlik malzemeleri olmadan, evinde devasa yer işgal eden eşyalar, makineler, araç ve gereçler olmadan da çok rahat yaşayabildiğine, işlerinin bunlarsız da yoluna girdiğine şahit olur. Anlar ki bunları önemli kılıp peşine takan, hayatının vazgeçilmez parçası yapan yine insanoğlunun kendisi...

Bu mukaddes yolculuk kardeşliği, birlikteliği, samimiyeti öğretir insana.. İçerisine hapsolduğu asosyal hayatın bezginliğinde, muhtaciyetini çekinmeden bir arkadaşının eliyle gidermeyi öğrenir. Daha bir çalar olur dostlarının kapısını…

Dünyanın dört bir tarafından gelen farklı kültürlere sahip Müslümanlarla tanışır. Dili, rengi, kıyafeti farklı da olsa aynı derdi ve aynı sevdayı taşımanın muazzam bütünlüğünü, kardeşliğini yaşar. Heyecanla çarpan yüreklere, sevgi, özlem ve mahcubiyetle yaşaran gözlere baktıkça bir kez daha şahit olur ki; “Sevginin dili birdir.”

Ve en önemlisi bu mukaddes yolculuk süresince insan, hayatın asıl gayesi olan kulluğu öğrenir… Daha önce dillerden, sayfalardan, kitaplardan talim ettiği mukaddesatını daha mücessem, daha müşahhas bir halde mütalaa eder... Hazreti Allah’a (cc) o mübarek beldelerde daha bir başka yaklaşır. Lâ teşbih kendi evinde Cenabı Hakk’ı (cc), Rasûlullah’ı (cc) tanıma fırsatını bulur istidâdınca… Ruhlar manevi bir tanışmaya şahid olur Cenabı Hak ile, Kâbe ile, Rasûlullah (sav) ile.

Oruç, hatme, mukabele, sair nafile namazlar, tavaf, umre… oralarda insan hayatını bütünüyle ibadet, aşk ve vecd doldurur. Aslî gayesine bir dönüş yaşar, bunun talimini yapar.

İşte kişiden beklenen de, bu güzellikleri alışkanlık haline getirip memleketine döndüğünde kendini salıvermemesidir.. Tabiri caizse yoğunlaştırılmış, konsantre bir program sunulur kendisine ve memleketine döndüğünde bu konsantreyi tafsilata döküp hayatına yaygınlaştırması beklenir ondan.

Baştan sona umre yolculuğu manevi bir kamp gibidir adeta. Bu kampta insana hicret yaşatılır. Dört bin kilometrelik yol kat eder, zahirde bir ülkeden bir ülkeye gider. Bu ülkeden de iç âlemine, gönül şehrine hicret etmesi beklenir ondan…

Bu kampta cihadı yaşar insan. Nefsin arzularına dur demeyi öğrenir. Nefis oralarda hiçbir yerde olmadığı kadar çok sıkıştırır onu. Eften püften sebeplere takılabilir, çok dikkatli olması icabeder...

Hâsılı mukaddes beldeleri ziyaret esnasında insana yoğunlaştırılmış bir kulluk eğitimi, hizmet, cihad, sabır eğitimi, kardeşlik, tahammül eğitimi, tezekkür ve tefekkür bahşedilir.

Rabbim cümlemize oralara sevdiği, mukarreb kulları ile tekrar tekrar gidip, Kâbe’sine yüz sürmeyi, Peygamber şehrinin ılık havasıyla gönlümüzü ihya etmeyi nasib etsin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 27 May 2014 00:00

ORUÇ MÂNEVÎ BİR EĞİTİMDİR

Sıcak bir yaz akşamıdır… Hz. Ebu Bekir (ra) efendimiz yorucu ve hararet verici bir günün ardından iftar sofrasındadır. Sofrada sadece bir tas soğuk su vardır. İftar vakti gelince soğuk su ile orucunu açmak için tasa uzanır. Fakat ağzına götürdüğünde suyu içemez, hıçkırıklara boğulur…

Sahabeler Hz. Ebu Bekir (ra) efendimizin bu haline bir anlam veremezler. Sükûnete erince neden böyle ağladığını sorarlar ona. Ebu Bekir efendimiz (ra) şöyle cevap verirler:

-Bir gün Allah Rasûlü (sav) ile beraberdik. Eliyle bir şeyleri iter gibi hareketler yapıyordu. Nedenini sordum, Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurdular:

“Dünya bütün debdebesiyle karşıma dikildi. Bana kendini kabul ettirmek istedi. Ona ‘Benden uzak dur, Bana kendini kabul ettiremezsin dedim.’ o da ‘Yeminler olsun Sana! Sen benden kaçıp kurtulsan da Senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Onlara kendimi kabul ettireceğim.’ dedi.”(1)

Bu olayı anlattıktan sonra Hz. Ebu Bekir (ra) efendimiz şöyle buyurur:

-Ben de bu soğuk suya iştiyak duyarken, dünyayı kabul edenlerden mi oldum acaba diye ağladım…
Gayet mütevazı ve zahidâne bir hayat yaşayan Ebu Bekir (ra) efendimiz bizlere dostu, sevgilisi Allah Rasûlü’nün (sav) yüce ahlakını anımsatan hali ile ihtiyaç duyduğu bir bardak soğuk suyu dahi doyasıya içmekten, dünyayı mı seviyorum korkusuyla kendini alıkoyuyor.

Bir bardak soğuk su… Hararetle ve kanarcasına içilen... Dünya sevgisinden izler taşır mıydı? Öyle olmasaydı hiç Allah Rasûlü (sav): “Ya Rabbi! Senin sevgini canımdan, malımdan ve soğuk sudan daha sevimli kıl.”(2) diye dua buyurur muydu?

Hâce Hazretleri (kuddise sirruh) “Dünyanın en değerli ziyneti nedir? Altın… Değil mi ki dünyaya aittir, öyleyse necasettir..” buyurur.

İşte oruç da bizlere, en değerli ziyneti dahi necaset addedilen dünya hayatına temayülü, sevgiyi zayıflatmaya yönelik Cenabı Hak tarafından vaaz edilmiş bir öğreti, bir terbiye metodudur.

Oruç, insanların arzuları ve nefisleriyle yaptıkları savaş, onlara taze kan bağışlayan, gönüllerini olgunlaştıran, varlıkta yokluğa ulaştıran bir buraktır adeta.

Varlık ve toklukla şımaran nefsi dizginleyip, ona zorluk, yoksulluk ve sabrı tattıran ve bir nevi talim eden, ruhu itminana, gönlü sefaya salan bir rahmettir oruç.

Onun için Hz Ömer (ra) efendimiz öyle buyurmuş:

“Allah Rasûlü (sav) dünyasını değiştikten sonra şu dünyadan hiçbir tat alamaz oldum. Yalnızca; uzun yaz günlerinde oruç tutup, yine uzun kış gecelerinde sabaha kadar namaz kılmak ve Allah dostlarının sevgisi bundan müstesna.” Hz. Ömer (ra) efendimiz uzun, sıcak yaz günlerinde Cenabı Hakk’a ibadet edip oruç tutmayı, dünyada iken en büyük bir tat, bir zevk telakki etmişler.

“Oruç, sadece yeme, içme vesaireden uzak durmak değildir. Kâmil bir oruç, ancak faydasız laftan, boş vakit geçirmekten, kem söz söylemekten ve nefsi emmarenin temayüllerinden vazgeçmektir. Şayet biri sana kötü konuşur yahut cahilce bir harekette bulunursa, ‘Ben oruçluyum!’ de ve sabret.”(3)

Bu anlamda sadece yeme ve içmekten uzak kalmak değildir oruç. Mü’min oruçlu iken gönlüne, eline, diline velhasıl bütün azalarına dikkat ederek, adeta her an huzurdaymışçasına, bir ibadet bilinci içerisinde olmalı.

Midemizi yemek ve içeceklerden uzak tuttuğumuz gibi, dilimizi yalan, gıybet, dedikodu ve malayani konuşmaktan; gözümüzü harama bakmaktan ve lüzumsuz işlerde yormaktan; kulaklarımızı leğviyat (kötü, boş söz) dinlemekten; elimizi Hakk’ın rızasının olmadığı işlerden geri çekmeli, bütün bunlardan uzak durmalıyız.

Peygamber Efendimiz’in (sav) “Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, kazançları sadece açlık ve susuzluk çekmektir”(4) ihtarını unutmamalıyız. Tabi ki sadece Ramazan ayına has olmamalı bu durum. Ramazan ayı manevi bir okul gibidir. Bizlere bu ayda tedris edilen manevi terbiye ve edebi tüm aylarımıza, tüm hayatımıza nakşetmeliyiz. Yoksa Ramazan ayı girince namaza başlayan, çıkınca da namazı bırakan kimselerden ne farkımız kalır?

“Allahu Teâlâ’nın (cc) gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrasına, ancak oruçlular oturur.”(5) buyuruyor Efendimiz (sav). Elbette ki orucu incitmeden, şehvet, malayani ve mâsiva ile bulandırmadan, onun özüne ve gayesine itibar eden kimseler misafir olacaktır o sofraya…

Evliyaullah hazeratından bir zat çok nafile oruç tutarlarmış. Oruç tuttuğu bazı günler kendisine:

-Bu gün oruçlu musunuz, yoksa oruçlu değil misiniz? diye sual edilince:

-Ne oruçluyum, ne de oruçlu değilim, buyururlarmış. Oruca niyetli oldukları halde kendilerini hakiki oruç tutanlardan saymadığı için böyle söylerlermiş. “Oruçlu olup olmadığınızı bilemiyor musunuz?” diyenlere ise cevap vermez, tebessüm ederlermiş.

Peygamber Efendimiz (sav): “Cebrail (as) Bana göründü ve: ‘Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!’ dedi. Ben de: ‘Âmin!’ dedim...”(6) buyurmuş.

Hakiki manada oruç tutup, affa, mağfirete ve necâta erişenlerden olmak dileğiyle…

Dipnotlar:
1: Hakim el-Müstedrek 4/344
2: Tirmizî,5/522
3: Hakim, Beyhakî
4:İbni Mace, Siyam
5: Taberani
6: Hâkim, IV, 170/7256.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Müslümanın en değerli sermayelerinden birisidir zaman... Tekrarını bir daha yaşayamayacağımız ama akıbetimizi neticelendirecek olan şu dünya hayatını boş işlerde geçirmemek, her nefesi hayrın izinde “Hûş-der-dem” tadında yaşamak çoğumuzun gafil olduğu bir mevzudur.

Bu yüzden olacak ki Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır. (Bunlar) Sıhhat ve boş vakittir.”1 buyurmuştur. Tabiri caizse hayatımızı yaşamakla değil, hayır ve şerrimizi yazmakla memur kılınan kiramen kâtibin melekleri bile yaşadığımız her ana bizlerden çok daha vâkıflardır. Onların bu vâkıfiyetlerini düşünen, gafletle serkeş insanın utanmaması elde değil. Elbette ki onlar melektir, gaflet ve nisyan üzere olamazlar ama ibret almamız gereken tarafı, yaşanılan hayat insana aittir ve her bir nefesin hesabı yine insandan sorulacaktır. Rabbimiz dünya hayatımızı kiramen katibin uyanıklığında yaşamayı nasib etsin…

“O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.”2 buyurur Cenâbı Hak. Yani hayırlı iş ve ibadetlerin biri bittiğinde hemen bir diğerine koş ve zamanının hayır ve ibadetten uzak geçmesine fırsat verme. Çünkü hayat, uhrevi saadeti kazanmamız için insanoğluna tahsis edilmiş bir nimettir.

Uhrevi saadeti kazanmak adına insana tahsis edilen hayatın bizler yalnızca belirli zamanlarında Allah’ı ve ahiret hayatını hatıra getirip, geri kalan zamanlarda ise dünyanın velvele ve telaşesine kapılıp, faydasız ve boş işlerle ömrü tüketir hale gelmişiz. Hâlbuki Cenâbı Hak müminlerin vasıflarını tarif ederken: “Nice erler ki, ne ticaret ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.”3 buyurur.

Rabbimiz’i yalnızca zor anlarımızda, ya da sohbet ortamlarında, namaz ve sair ibadetlerde gönüle getiren bizler, dünyalık bir mesele hakkında hiç sıkılmadan, yorulmadan saatlerce konuşabiliyoruz... Saatlerce televizyon başında elişiyle vakit tüketebiliyor, kaza ve nafile namazlarıyla yoramadığımız ayaklarımızı alışveriş için çıktığımız çarşı ve pazarlarda yürüyemeyecek hale getirebiliyoruz. O anlarda aklımıza ne rabıtamız geliyor ne de ertelediğimiz ve belki de terk ettiğimiz ibadetler…

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın.”4 buyurur Cenâbı Hak. Asıl sözüne, nefesine muhtaç olduğumuz Hazreti Ebu Bekir (ra) efendimiz, yalnızca ihtiyaç halinde konuşabilmesi için ağzında çakıl taşlarıyla dolaşırlarmış.  


Konuşmaya başlayınca öyle bir lafa, söze tutuyoruz ki kendimizi, Ebu Bekir (ra) efendimizin haliyle, dolayısıyla yukarıda ayette belirtilen mü’min kimselerin vasıflarıyla bağdaşır bir tarafımız var mı, aklıselim düşünmemiz gerekir.

Nakşî dersinde dilimizi damağımıza yapıştırarak sessiz kalıp, yalnızca gönülden zikri talim buyuran Hâce Hazretleri (ksa) bunun bizlere bir öğreti olduğunu, böylece dilimize sahip çıkıp, kimseye hayrı dokunmayan boş ve gereksiz laflarla nefes tüketmemizi nasihat ederler.

Zikir esnasında örtü altındaki suskunluğumuza imrenen Hâce Hazretleri (ksa):

“Ah keşke hep böyle dilimizi tutabilsek..” buyurur biz hanımlara…  Ve: “İnsan altmış bir gün kefaret orucu yahut üç ayları vs. tutuyor sabırla... Günlerce yemeden içmeden, azmediyor. Hatta belki de bazen gece sahura kalkmadığı oluyor, yine orucunu tutmaktan vaz  geçmiyor... Allah kabul etsin. Ama ona de ki bir saat dilini tut, konuşma, duramaz konuşmadan! Konuşacak illa... Konuşalım…  Konuşalım ama ‘Ya hak söyle, gerçeği, doğruyu söyle, yoksa sus!’ buyuruyor Cenâbı Peygamber (sav). İşte bu yüzden buyuruyor ki büyüklerimiz dilini damağına daya, kalbini konuştur.  Konuş, ama Allah ile konuş… Namaz bir vakit fazla olsaydı belki de kılmayacaktın namazı, şimdi kılmaya eriniyorsun... Tesbih çekmeye, bir sayfa Kur’ân okumaya eriniyorsun ama saatlerce konuşmaya hiç sıkılmıyorsun!...” buyurur.

İblis aleyhillane Cenâbı Peygamber’e (sav) der ki:  “Benim bir tasım var Ya Muhammed (sav)! İçi bal dolu… İki kişi bir araya gelip konuşmaya başladı mı ben gelirim, onların ağızlarına ha bire o baldan çalarım. Tatlansınlar, daha çok çekiştirsinler bir birlerini diye...”


Rezzak olan Allah’ın bu kadar rızık hazinesi dururken ne diye şeytanın o murdar balına tenezzül eder insan?

Cenâbı Hak cennette müminlerin ortamlarını tarif ederken: “Orada ne bir boş söz işitirler, ne de bir yalan.”5 buyurur. Müminlerin cennetteki bu huzurlarından bahsederek aslında onlar için dünyada nasıl bir ortam arzu ettiğinin de ipuçlarını verir. Dünyamız böyle olursa ancak, ahirette de böyle bir ortama ulaşabiliriz.

Sahabe de ara sıra dedikodu yaparmış ama Ebu Bekir (ra) efendimiz arkadaşlarına buyururmuş ki: “Muhammed’in (sav) dedikodusunu, gıybetini yapalım. Oturup O’nu konuşalım, buyurduklarından, yapıp ettiklerinden bahsedelim.”

Yine mü’minlerin vasıfları tarif edilirken Mü’minûn Sûresi’nde: “Onlar leğviyattan (boş şeylerden) yüz çevirirler.”6 buyrulur. Gerçek müminler boş şeylere iltifat etmezler, aldanmazlar. Onlara nazar etmezler. Dünyaya da nazar etmez, ehemmiyet vermezler… Çünkü dünya hep boş şeylerle doludur. Bunun için “dünya” demişler ya adına… “Değersiz, hafif, boş” anlamında.    

Allah’ın rızasını gözeten ve hayatını O’na adayan müminler için asla boşa geçirilecek bir zaman yoktur. Onların tek amaçları yaratılış gayelerini unutmamak ve Allah’ın razı olacağını umdukları salih amellerde bulunmak.

Rabbim cümlemizi razı olduğu müminlerin halleriyle hallendirsin…

1- Buhârî, Tirmizî, İbni Mâce
2- İnşirah, 7
3- Nur, 37
4- Kâf, 18
5- Nebe, 35
6- Müminun, 3

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bir dostu Hz. Aişe annemizi ziyarete gelir. Aişe annemiz ona sofra hazırlar. Sofradaki nimetlere bakınca kendisini tutamayarak ağlamaya başlar…  

-Sofrayı görünce içimden ağlamak geliyor, buyurur Aişe annemiz.

-Niçin? diye sorulduğunda:

-Rasulullah’ın (sav) son günlerini hatırlıyorum da vallahi O (sav), bir günde iki öğün ekmek ve et yiyerek doymamıştır1 cevabını verir. “Rasulullah’ın (sav) karnı hiç doymamıştır. Bu durumunu da hiç kimseye şikâyet etmemiştir. Fakirliği zenginlikten daha fazla severdi. Sabaha kadar açlıktan karnı bükülse dahi bu durum O’nun ertesi gün oruç tutmasını engellemezdi.” 2 buyurmuştur.

Bir Peygamberle karşılaşmanın verdiği heyecana dayanamayarak titremeye başlayan sahabeye: “Titreme, ben kral değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” buyuran Peygamberimiz (sav) Cenâbı Hakk’ın (cc) kendilerine takdir buyurduğu mütevazı hayatlarında hiç bir zaman peş peşe üç gün doyuncaya kadar yemek yiyememiş, gün gelmiş açlığı hissetmemek için karınlarına taş bağlamış, bazen de açlıktan takatsiz düşen dizleri O’nu (sav) oturarak namaz kılmaya mecbur bırakmıştır.

Peygamberi Zîşan’ın (sav) karnına taş bağlayarak gezdikleri, kuru bir hurmayı bile “Hesabını vereceğim” diyerek doyunca yiyemedikleri şu dünyada bizler, yediklerimizin bedenimize verdiği zararı telafi etmek adına kapısını aşındırmadık doktor, uygulamadığımız egzersiz programı, yapmadığımız perhiz kalmadı…

Bedenimiz bize Allah’ın (cc) emanetidir. Onun da üzerimizde hakkı vardır. Zira makbul bir kulluk hayatı yaşayabilmek için maddi ve manevi bakımdan sıhhatli bir bünyeye ihtiyacımız vardır. Bunun için birçok tedbir yolu gösteren dinimiz, yeme-içmede de aşırıya kaçmayıp ölçülü davranmamızı emir buyurmuştur.

“Hiçbir insan midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır” 3 buyurur Allah Rasûlü (sav). Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter! Oturduğunda sofraya gönlüne hamdi ve şükrü getirmeksizin doyumsuzca yiyip, sonra da “Biraz fazla kaçırdım galiba” diyerek, uzanıp dinlenecek rahat yer arayan insana; “Şeriatte, doyduktan sonra yeme içmenin israf olduğunu, tarikatte ise doyuncaya kadar yemenin, hakikat ve marifette de Cenabı Hak’tan (cc) gafil ve nimetlerini tefekkür etmeksizin yemenin haram sayıldığını” hatırlatmak gerekir.

Varlıklarından bîhaber olduğumuz, açlık ve yokluk içerisinde bîtap düşmüş, ailesini doyuracak aş bulamayan ve belki bu halini ifşa etmekten hayâ duyan Müslümanları hatırlatmak gerekir…

Hendek Harbi’nde, açlıktan karınlarına taş bağlayan ve günlerce tek lokma ekmek yemeden düşmana karşı koyan mücahidlerin halini hatırlatmak gerekir…

Mekke devrinde yıllarca müşriklerin muhasarası altında kalıp açlıktan ölmemek için bulabildikleri ağaç yapraklarını, deri parçalarını yiyerek hayata tutunmaya çalışan sahabelerin halini hatırlatmak gerekir...

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname’sinde şöyle buyurur: “Ehlullah demişlerdir ki: ‘Seni taşıyacak miktarda ye, sakın sen onu taşıyacak miktarda yeme. Yemeği o derecede ye ki sen onu yemiş olasın. Sakın onun seni yiyeceği şekilde çok yeme. Eğer sen onu yersen hepsi nur ve can olur. Eğer o seni yerse hepsi dert olur.”

Çok yiyen insan, çok su içme ihtiyacı hisseder. Çok su içen insanın ise bedeni ağırlaşır ve onu uykuya sevk eder. Uyku ise insanı gaflet ve tembelliğe iter. Kalbini kasvetle bürür.

Midesini sürekli tıka basa dolduran insanın gönlünden şefkat ve merhamet duyguları alınır. Yüreği sızlamaz, gözü yaşarmaz hale gelir. Dünya lezzetleriyle azan nefsi onu infâka yanaştırmaz.

Hz. Ömer (ra) elinde bir parça et yemekte olan Câbir (ra) ile karşılaştıklarında:

-Elindeki nedir? diye sorar. Câbir (ra):

-Canım çektiği için satın aldığım bir parça ettir, yanıtını verir. Bunun üzerine Hz. Ömer Câbir’e şöyle bir ikazda bulunur:

-Her canının çektiği şeyi satın alır mısın? Yoksa sen,   4 ayetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun?5

Şimdi evlerimizde: “Neden bu yemeğin tuzu az? Neden dünkü yemeği ısıtıp önümüze koyuyorsun, bugün farklı bir şey pişirseydin ya… Sadece bu çorbayı mı yaptın, başka yemek yok mu?” diye şikayetlenenlere Hz. Ömer efendimizin zühd ve ahlakını örnek göstermek gerekir…

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” 6 buyuran Peygamberimiz (sav) şimdilerde ümmetinin sofralarını süsleyen türlü nimetleri gördüklerinde “Sizin sünnetinize tabiyiz” iddiasında bulunan bizlerden bu nimetlere karşılık mükemmel bir kulluk ve ümmet bilinci beklemez mi?

“Kâfir yedi bağırsağını dolduruncaya kadar (karnını şişirinceye kadar) yer. Mümin ise sadece bir bağırsağını dolduruncaya kadar yer.” 7 hadisini okuyunca, midemizden: “Artık boş yer kalmadı” sinyalleri almadan sofrayı terk edemeyen halimizi düşünüp üzülmemek elde değil.

Müslüman az yemek yer ve bilir ki yediği her lokmadan hesaba çekilecektir. Helal olarak yediği yemeğin de ayrı bir hesabı vardır.

Az ve kararınca yemek bedene huzur, ruha sürur verir. Vücudun sıhhatli olmasına ve hastalıkların ortadan kalkmasına bir vesiledir. Çünkü bütün hastalıkların başı çok yemektir.

Yemeği azaltarak sürekli kötülüğü emreden nefsin çirkin arzularının önüne geçer, onu zayıflatır, bizi esir almasına mani oluruz. Tâat ve ibadete devamımız kolaylaşır, onları sevgiyle ve arzulayarak yapar hale geliriz.

Yemeği azaltmak gönlü hassaslaştırır ve letâifleri harekete geçirir. Kalbin incelip yumuşamasına, basiretin açılmasına, münacaattan ve zikirden zevk almaya kapı açar.

Ve unutmayalım ki “Üç şey kalbe kasvet verir: Yemeği, uykuyu ve rahatı sevmek.” 8

Cenâbı Hak, cümlemizi ifrat ve tefritten muhafaza buyurup razı olduğu bir kulluk hayatı yaşamaya muvaffak eylesin. Verdiği nimetleri hakkına riayet ederek kullanıp onların şükrünü eda edebilmeyi nasib eylesin.

1-Terğîb, 5/149
2-Tirmizi
3-Tirmizî, Zühd, 47
4-Ahkâf, 20
5-İbn-i Hanbel, Zühd, s. 124
6-İbn-i Mâce, Et’ime, 51
7-Taberâni
8-Deylemî

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 13 May 2014 00:00

GEL UYAN GECELERDE

“Ya Rabbi, gece oldu… Şu vakitte birçok kimse uyudu. Birçoğu sevdiğine gitti. Ben de Sana geldim, çünkü benim sevdiğim Sensin...” diye niyaz eder Hz. Rabia (ks), gecenin yalnızlığında.

Geceler âşıkların dert ortağı, ariflerin sırdaşı, dertlilerin dizine baş dayayıp sinesine gözyaşı akıttığı gönlü engin arkadaş…

Geceler dervişânın mâsivâya kalınca bir perde çekip, Cenabı Hak ile âsûde bir bahara yelken açtıkları dem… Kendilerini kimsesizliğin fakirliğinde, kimsesizlerin kimsesine sundukları an…

Bir aşığın gönlü gibidir geceler. Öylesine geniş, öylesine derunî… Kimleri basmadı ki bağrına geceler, kimleri özlemez ki? Özler geceler Muhammedi’ni (sav)…

Özler ayakları şişinceye kadar kıyamda duran sevgiliyi. Yatağında kıvrılıp ümmeti için sızlanarak gözyaşı döken Peygamberini (sav)…

Dertten ciğeri yanan ve bu sebepten evi yanık et kokan Sıddîk Ebu Bekri’ni (ra) özler. Derdine derman olmak için ümmetin, gecenin al yalazında sokak sokak gezen Farukî Ömeri’ni (ra) özler…

Bozmak için yabanların mekrini, tevekkülün, teslimiyyetin zirvesinde Peygamber’in (sav) yastığına baş koyan Aliyye’l-Mürtezası’nı (ra) özler.

Özler geceler, sahabenin dilinden dökülen, sesi ta arşı a’laya erişen Kur’ân mırıltılarını… Melekler semâya iner, adeta birbirini ezerdi bu namelere şâhid olmak için.

Özler geceler, sinesine dayayıp feyziyle emzirdiği Hak âşıklarını… Onların derdini özler. Bir inci gibi tesbih tanelerini tutup, dizelerine istiğfar nakşedişini özler. ‘Allah’ zikrini gözyaşlarıyla ebrulayan gönlü uyanık, gözü uyanık âşıklarını özler.

Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde.

Bak, hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret,
Bul Sâniini ol O’na hayrân gecelerde.

Âşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim,
Gönlün gözüne görüne cânân gecelerde.

Ey benim iki gözüm!.. Nedir seni böyle uyku sarmış uyuklayıp duruyorsun? Gecelerde kalk da semayı bir seyret! Bak ayın, yıldızların esrarına, cümbüşüne, düğününe… Seyre dal gecelerde onları, buyuruyor İbrahim Hakkı Hazretleri (ks).

“Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağduyulu, akıl sahipleri için (kendisine Hak’tan bir kapı açılmışlar için) Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır.” (Âli İmrân, 190) buyuruyor Cenabı Hak.

Gecenin güzelliği ayrı, yıldızın, ayın, güneşin güzelliği ayrı… Onun için İmam Efendi (ks) imanın nuru yıldız, İslam’ın nuru ay, ihsanın nuru güneştir diye teşbihte bulunmuşlar. Yani gecelerde imanı, islamı, ihsanı tefekkür et…

Kim demiş geceler karanlıktır diye? Güneş asıl gecelerde doğar… Ârifler her gece gönül semasında güneşin doğuşunu temaşa eyler. Gaflet ile uyku deryasında kaybolanlar bundan mahrum kalırlar. “Gündüzler şehâdet âlemine, geceler gayb âlemine bağlıdır.” buyrulur kelamı kibarda.

Geceler saadetin yegâne sermayesi, Cenabı Hak ile vuslata sebep, taliplilerine aşkın ve feyzin hesapsız sunulduğu müstesna bir nimet kapısıdır. Efendimiz (sav): “Geceleyin öyle bir zaman vardır ki, Müslüman bir kimse o zamana rastlayıp Allah’tan dünya ve âhirete dair hayırlı bir şey dilerse, Allah ona dilediğini verir. Bu her gece böyledir.” (Müslim) buyurmaktadır.

Yine bir hadisi şerifte “Cenabı Hak her gece dünya semasına nüzul eder. Ta ki gecenin son üçte birlik vakti geçene dek. ‘Kim bana duada bulunursa onun duasına icabet edeyim. Kim bir şeyler isterse onun da istediğini vereyim, kim mağfiret isterse ona da mağfiret edeyim.’ buyurur.” (Buhari, Müslim) diye gece vakitlerinin Cenabı Hakk’a yanık ilticalarda bulunup O’na teveccüh edilecek en bereketli zaman dilimi olduğunun altı çizilir.

“Onlar, gecelerini, Rableri’ne secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler.” (Furkan, 25/64); “Onlar geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (Zâriyât, 51/ 17,18); “Korkuyla ve umarak, Rableri’ne dua etmek için, onların yanları yataklarından uzaklaşır ve kendilerine verdiklerimizden Allah yolunda harcarlar.” (Secde, 32/ 16).

Rablerine dua etmek için korkuyla ve umarak onlar yataklarından uzaklaşırlar. Yumuşak ve sıcak yatakları bedenlerine sevimsiz kalır. Onlar bir kuzunun anasını özlediği gibi geceleri yârin inci ve mercan sunan bahri aşkını özler. “Âşıkların gözleri yapışmaz.” buyurur Hâce Hazretleri (ksa).

İman sahibi kimseler gecelerde sunulan nimet ve berekete karşı kayıtsız kalamazlar. Çeker onları geceler… Çeker onları, zâtını bir an bile uyku tutmayan Cenabı Hak ile baş başa kalacakları tenha saatler… Çünkü bilirler ki gecelerin feyzinden istifade etmeyi ihmal edenler gündüzün bereketinden mahrum kalırlar.

Geceleri mübarek bedenlerini bîtap düşürürcesine ibadet eden ve bu haline taaccüb edenlere: “Rabbine şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuran, gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmişken her gün en az yüz defa istiğfar eden bir Peygamberin ahlakını kuşanarak, gecelerimizi yalnızca gaflet uykusuna kurban etmeyip bir arınma, bir kavuşma, bir tefekkür idrakinde değerlendirmek olmalı bizim de derdimiz.

Ya Rabbi! Şu dünya ömrümüzü nefsimizin esareti altında, Sen’den uzak, sevdiklerinden uzak, gecelerimizi gafletle geçirmek suretiyle hüsrana düçâr eyleme…

Havf ve recâ zinetiyle bürünüp örtüsüne gecenin, seni zikreden dostlarının muştularına bizlerin zikrini de yoldaş eyle…

Gecenin bereketinden bizleri de hisseyâb eyle. Gecelerimizi Hak âşıklarının ihyâ edilen gecelerine ilhak eyle…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort