JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 20 Haziran 2012 12:14

HADİSLERLE İLİM

Bismillahirrahmanirrahim
Rabbi Zidni İlmen - Rabbim İlmimi Artır

Öğrenen ve Öğreten Kişinin Fazileti


1-) Ebû Musa radıyallahu anh Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Allah’ın benim aracılığımla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer.

Bu yağmur bazen toprağın öyle bir kısmına isabet eder ki bu kısım bereketlidir, suyu kabul eder, çayır ile bol ot yetiştirir. Bir kısmı da bir kayalık gibi olur, suyu üstünde tutar da Allah insanları onunla faydalandırır. Bu sudan hem içerler hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler.

Diğer bir kısmı ise düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar ne çayır bitirir.

Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim aracılığımla gönderdiğinden yararlanan, bunu öğrenen ve öğreten kimse ile bunu duyduğu vakit kibrinden kafasını kaldırmayan ve Allah’ın benim aracılığımla gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kişinin örneği işte budur.”

Açıklama:
Hadisin aslında geçen “Hüdâ” kelimesi, elde edilmek istenen şeye ulaştıran kılavuz anlamına gelir. Burada kastedilen ilim, şer’î delilleri bilmektir.

Kurtubî ve diğer hadis yorumcuları şöyle demiştir: Hz. Peygamber (sav), kendisi aracılığı ile gönderilen dini, ihtiyaç duydukları sırada insanlara gelen bol yağmura benzetmiştir. Hz. Peygamber’in  peygamber olarak gönderilmesinden önce insanlar bu durumda idi. Yağmur ölü bölgeleri dirilttiği gibi dinî ilimler de ölü kalpleri diriltir. Hz. Peygamber kendisini dinleyenleri, yağmurun isabet ettiği farklı toprak parçalarına benzetmiştir. Onu dinleyenlerin bir kısmı âlim, amel eden ve insanlara öğretendir. Bu kişi; suyu kabul edip kendisine yarar sağlamakla birlikte aynı zamanda bitki bitirmekle de diğer insanlara faydalı olan bereketli toprak parçasına benzer. Hz. Peygamber’i dinleyenlerden bir kısmı da ilmi toplar, zamanının tümünü ilme harcar ancak nafileleri yerine getirmez yahut topladığı bilgileri tam olarak kavramaz. Bununla birlikte bu ilmi başkalarına aktarır. İşte bu kişi suyu üzerinde tutan ve bu sayede insanlara yarar sağlayan toprak parçasına benzer. Hz. Peygamber’in: “Benim sözümü işiten ve işittiği gibi başkasına aktaran kişinin Allah yüzünü nurlandırsın.” sözü ile işaret ettiği kişi budur. Bazı insanlar da vardır ki ilmi işitirler ancak bunu öğrenemezler, bununla amel etmezler ve başkalarına da aktarmazlar. Bunlar suyu kabul etmeyen veya suyu başkasının kullanamayacağı şekilde bozan düz ve kaypak toprak parçasına benzerler. Hz. Peygamber bu benzetmede, insanların kendilerinden yararlanılması konusunda ortak olarak övülen ilk iki insan tipini bir arada zikretmiş, insanlara yarar sağlamayan ve yerilen üçüncü insan tipini ise ayrı olarak zikretmiştir.

Tîbî şöyle demiştir: Hadiste zikredilmeyen iki kısım daha vardır:


A. Kendisi ilimden yararlanmakla birlikte bunu başkalarına öğretmeyen.

B. Kendisi ilimden yararlanmamakla birlikte bunu başkalarına öğreten.

İbn Hacer der ki; bunların ilki, Hz. Peygamber’in  zikrettiği ikinci gruba girer. Çünkü farklı derecelerde olsa da neticede kendisinden bir yarar sağlanmaktadır. Yerin bitirdikleri de böyledir, bunlardan bir kısmı insanlara yarar sağlarken diğer bir kısmı kuruyup çer çöp olmaktadır. İkincisine gelince, şayet farzları yapan, nafileleri ihmal eden bir kimse ise ikinci gruba girer. Farzları da terk ederse bu fasıktır, bundan ilim alınması caiz değildir. Bu kişinin: “Kibrinden kafasını kaldırmayan.” kişiler grubuna girmesi mümkündür.

İlim Nasıl Kabzedilir?

Ömer İbn Abdülaziz, Ebû Bekr İbn Hazm’a yazdığı mektupta şunları söyledi: “Hz. Peygamber’in  hadislerine bakarak bunları yaz. Çünkü ben ilmin ortadan kalkmasından ve âlimlerin gitmesinden (ölmesinden) korktum. Hz. Peygamber’in hadisinden başkasını kabul etme. (Âlimler) ilmi yaysınlar, bilmeyenlere ilim öğretmek için meclisler kursunlar. Çünkü ilim bir sır haline gelmedikçe helak olmaz.”

2-) Abdullah İbn Amr İbnü  şöyle demiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurduğunu duydum: “Allah ilmi insanların arasından çekip almak suretiyle almaz. Ancak ilmi, âlimleri(n ruhunu) kabzetmek suretiyle alır. Geride hiçbir âlim bırakmadığında insanlar cahil kimseleri baş edinirler. Onlara soru sorulur, onlar da bilgisiz olarak fetva verirler ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.”

Açıklama:

Ömer İbn Abdülaziz’in “Hadisleri yaz” sözünden hadis yazımının başladığı anlaşılmaktadır. Bundan önce insanlar ezbere dayanıyorlardı, Ömer İbn Abdulaziz, hicrî yüzüncü yılın başında âlimlerin ölümü ile ilmin gitmesinden korkunca hadislerin yazımının hadisleri koruyacağını ve baki kılacağını düşündü.

“Allah ilmi insanların arasından çekip almak suretiyle almaz”: Yani Allah göğüslerde (zihinlerde) olan ilmi silmek, unutturmak suretiyle almaz.

Ahmed b. Hanbel ve Taberânî’nin Ebû Ümâme’den rivayetlerine göre Hz. Peygamber bu sözü Veda Haccı sırasında söylemiştir. Ebû Ümâme şöyle demiştir: “Veda Haccı’nda Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız.” Bunun üzerine bir bedevi “İlim nasıl kaldırılır?” diye sordu, Hz. Peygamber de üç kere: “Dikkat edin! İlmîn gitmesi, ilmi taşıyanların (âlimlerin) gitmesiyle olur.” buyurdu.

İbnü’l-Müneyyir şöyle demiştir: İlmin göğüslerden (kafalardan, zihinlerden) silinmesi aslında Allah’ın kudreti dâhilindedir. Ancak bu hadis, ilmin bu şekilde kaldırılmayacağını göstermektedir.

“Bilgisizce fetva verirler” ifadesi “kendi görüşleri ile fetva verirler” şeklinde de rivayet edilmiştir. Bu hadis ilmi ezberlemeye (korumaya) teşvik etmekte, cahil kişileri başkan seçmekten de sakındırmaktadır, Burada gerçek anlamda başkanlık demek fetva vermek demektir. Bilgisizce fetva vermeye kalkışanlar kınanmıştır.

Âlimlerin çoğunluğu “belirli bir dönemde müctehid bulunmayabilir” şeklindeki görüşlerine bu hadisi delil getirmişlerdir. İşler Allah’ın elindedir, o dilediğini yapar.

Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış Sahibi Kılar

3-) Muaviye (ra) şöyle demiştir: Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediğini işittim: “Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar. Ben yalnızca taksim eden bir kişiyim, veren Allah’tır. Allah’ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar bu ümmet Allah’ın emri üzere kalacak, muhalefet edenler onlara zarar veremeyeceklerdir.”

Açıklama:

Bu hadis üç hüküm içermektedir:

1.Dinde tefakkuhun (anlayış sahibi olmanın/fıkıhta derinleşmenin) fazileti.

2.Mal ve mülkü verenin hakikatte Allah olduğu.

3.Bu ümmetin bir bölümünün kıyamete kadar hak üzerinde sabit kalacağı.

Birinci hakikat ilim konusuna, ikinci hakikat sadakalar (zekât vb.) konusuna, üçüncü hakikat kıyamet alametleri ile ilgili bölüme uygundur. “Allah’ın emri gelinceye kadar” sözünde yer alan “Allah’ın emri” kalbinde imandan bir şey bulunanların ruhunu kabzedecek olan rüzgârdır ki bundan sonra yeryüzünde insanların en kötüleri kalacak, kıyamet de onların üzerine kopacaktır.

Bunların üçü de diğer bir açıdan ilim konuları ile hatta bu başlık ile doğrudan doğruya ilgilidir. Çünkü bu hadis; Allah’ın dininde anlayış sahibi/derin fıkhî bilgiye sahip kişiler için iyiliğin söz konusu olduğunu, bunun yalnızca kişisel çaba ile kazanılamayacağını, aksine Allah’ın nasip ettiği kişilerin buna sahip olacağını, buna sahip olanların kıyamete kadar mevcut olacağını belirtmektedir.

Buhârî bunlardan kastedilenin hadis âlimleri olduğunu belirtmiştir.

Ahmed b. Hanbel: “Burada kastedilenler hadis âlimleri değil ise başka kim olabilir bilmiyorum!” demiştir.

Kadı Iyaz: “Ahmed b. Hanbel bununla ehl-i sünnet ve hadis âlimleri gibi inananları kaydetmiştir.” demiştir.

Nevevî: “Bunların mücâhid, fakîh, muhaddis, zâhid, iyiliği emreden vb. hayırları yapan müminlerden, Allah’ın emirlerini yerine getirenlerden bir grup olması muhtemeldir. Bunların bir yerde toplanmış olması şart değildir. Ayrı ayrı olmaları da mümkündür.” demiştir.

Bu hadisten şu hususlar anlaşılır: Dinde anlayış sahibi olmayan, yani İslâm’ın temel kurallarım ve bunlara ilişkin fıkıh ve inanç ile ilgili detayları öğrenmeyen kişilerin hayırdan mahrum olduğunu gösterir. Ayrıca âlimlerin diğer insanlar üzerinde bariz bir şekilde üstünlüğünün bulunduğunu, dinde derin fıkhî bilgi sahibi olmanın da diğer ilimler üzerinde bir üstünlüğünün olduğunu göstermektedir.

Kaynakça: İbn-i Hacer el-Askalâni, Fethu’l-Bâri.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 16 Haziran 2014 15:07

HZ.EBUBEKİR’İN (ra) SEVDİĞİ ÜÇ ŞEY

Hamdolsun yerin-göğün Halıkı-Razıkı olan Rabbimize… Hamdolsun bizleri insan olarak var edene… Ve yine hamdolsun ki bizleri terbiye etmek için Peygamber Efendimizi (sav) gönderene…

Salat ve selamlar olsun en güzel, en edepli, en merhametli insana… Salat ve selam olsun aşkın,marifetin,hikmetin kaynağı olana... Ve yine salat ve selam olsun ilmi-irfanı,aşkı-marifeti varislerine miras bırakana…

Daha önceki yazılarımızdan birinde Fahri  Kainat Efendimizin (sav) sevdiği üç şey ve ardından 4 büyük meleğin, 4 halifenin, 4 mezhep imamı büyüklerimizin sevdikleri üç şey olarak bir rivayet paylaşmıştık. Bu fani imtihan dünyasında sevdikleri üç şeyden yola çıkarak onların şahsiyetlerine, anlayışlarına yol bulmaya çalışmıştık.

Birkaç sayıdır hep Hz. Ebubekir  Sıddık (ra) efendimiz ile ilgili rivayetleri ele alıp onu daha iyi tanımaya, sevmeye, örnek almaya çalışıyoruz. Bu sayımızda da Peygamber Efendimizin(sav)en güzide talebesi olarak onun sevdiği üç şeyden hareketle onun ahlâkı, imanı ve anlayışını anlamaya çalışacağız.  Bu cümledeki kavramları iman-anlayış ve ahlâk  diye sıralasak herhalde daha doğru olacak. Çünkü iman, mevhibeyi ilahi olarak bizzat Cenabı Hakkın Hz.Sıddık’ a verdiği bir nur. Anlayış, verileni işleme-değerlendirme kapasitesi. Ahlâk ise işlenmiş verilerin hal-hareket, tavır-tutum-davranış olarak yaşantıda görülmesi. Mevlayı Müteal hazretleri bizleri Hz.Sıddık’ın (ra) imanına bağışlasın. O ne güzel anlamış ve ne güzel bir ahlâk sergilemiş ki onun için “Peygamberler müstesna insanlığın en hayırlısı” denilmiş. Bizler de onun derya misali hayatına dalışlar yapıp adeta inci hükmünde bilgiler elde etmeye çalışıyoruz. Cenabı Hak kolaylaştırsın, bizi ona yaklaştırsın inşallah.

Evet, Hz.Sıddık-ul  Azam (ra) buyurmuşlar ki:  “ Ya Resûlullah! Bana da dünyadan üç şey sevdirildi: Senin huzurunda oturmak, malımı Sana ve Senin gösterdiğin yerlere infak etmek, Sana salavat-ı şerife getirmek.”

Rivayette  “…dünyanızdan…” şekli var fakat bu biçimiyle söylemiş olsa bile Efendimizin  olmayan, Habib-i Hüda (sav)tarafından üç talakla boşanmış dünyayı Efendimize nispet etmediği malumdur. Bu yüzden  “...dünyadan…” şeklinde nakletmek daha doğru olacaktır. Rabbimizin En Sevgili Kulu Efendimizin (sav) ise  “...dünyanızdan…” diyerek dünyayı bizlere nispet etmesi kadar doğal bir şey olamaz.  Çünkü doğması, yaşaması ve vefatıyla bize benzeyen fakat bu dünyaya ait olmadığını; duruşu, bakışı, konuşması, mal-mülk karşısındaki tutumuyla apaçık ortaya koyan bir insandı Efendimiz (sav).

“Bu dünyada ya garip gibi ya da yolcu gibi ol.” bir rivayette ise “Kendini kabir ehlinden addet(ölü gibi ol)” buyurmaktadır.(Kütüb-i Sitte Muhtasarı-Cilt 2-s. 471) Kendileri de bir ideal uğruna yaşamanın ne demek olduğunu, dünyayı avuca alıp gönüle almamayı göstererek bu dünyadan gitmişlerdir.

İşte Sahibimiz-Peygamberimiz-Efendimizin (sav):  “Allah’tan başka dost edinecek olsaydım Ebubekir’i dost edinirdim.” dediği  en yakın arkadaşı-yâri olarak  Ebubekir efendimiz (ra) yaşadığı günler, anlar, hazlar içerisinde birinci sıraya  “O’nun huzurunda oturmayı” koymuştur. Oturmak nedir? Bir Kızılderili bilge şöyle der:  “Biz çocuklarımızın eğitimine toprağa rahatça oturmak ve bundan zevk almalarını sağlamakla başlardık.”   Oturmak bilginin,sevginin insandan insana akması için en elverişli ortamdır. Oturmakta yüz yüzelik vardır.  Bazen hiç konuşulmasa da gönülden gönüle akışın olması için yüz yüze bakmalıdır.

Sahabe efendilerimizin çok oturmaktan ayaklarının hep çarpık olduğu da rivayet edilmiş. Kişinin oturma biçimi sünneti seniyyede belirlenmiştir. Diz üstü oturma, bağdaş kurma veya teverrük oturuşu denilen ve kalbi daha öne çıkaran oturma biçimleri hep Efendimizin(sav)uygulama ve tavsiyelerinden öğrenilmiş. Modern eğitimin, Kilise sıralarından arakladığı oturma biçiminin fıtrata-dini eğitime ne kadar uzak olduğu ortada. Her şey aslına dönecektir. Hele bacak bacak üstüne atmak gibi şeytanın neslini çoğaltma ameliyesi, bilgi-sevgi akışı için ciddi bir handikap, edepsizlik.

Oturmak; konuşmak için, dertleşmek için akıldan akla, gönülden gönüle akış için bir zorunluluk. Ciddi meseleler ayaküstü konuşulmaz. “Hele bir otur da şu meseleyi konuşalım.” deriz.”Oturaklı adam ne söylediğini biliyor.” veya “Fikirleri oturmuş.” deriz. Sonuçta doğru dürüst oturmayı bilmeyen insanların hafif meşrep olması kaçınılmaz olacaktır.

Burada  O’nun huzurunda oturmak var ki…  O’nu birazcık tanıyan, birazcık anlayan bir mü’min O’na nasıl bakmalıdır? Mevla ile görüşen, bütün meleklerin hayran olduğu, kainat  yüzü suyu hürmetine yaratılan, ümmetine ve bütün insanlığa  “Rahmet” olduğu bildirilen bir insanın huzurunda olduğunu idrak etmek…  O’na hangi göz ile bakmalıdır?  Hz.Sıddık  “Ne güzelsin Ya Resûlullah!” derken Ebu Cehil’in kinle, kibirle, küfürle körelmiş gözü “Ne çirkinsin!”(haşa) diyebilmiştir.

Öğrenmede %80 göz,%11 kulak ve %9 diğerleri olarak tespit edilmiştir. Görmek  çok önemli fakat burada O’nun tarafından görülmek daha önemli. Çünkü  O’nun bakışları Hakk’ın nazarı. Mü’minleri temizleyen, arındıran bir nur. O’nun gözünden Mü’minlerin yüzüne, bedenine, kalbine yayılan bir nur var. İnsana  sekinet veren, huzur veren, bu dünyadan alıp cennete, Hakk’ın visaline-cemaline götüren bir yolculuk başlatıyor O’nun bakışları. Vakar-heybet-celadet fakat daha derinde rahmet ve merhamet. “Uzaktan görende heybet, yakına gelende de şefkat,merhamet hissi oluşurdu.” buyuruyor  Hz.Ali efendimiz.

İkinci sırada  “...malımı Sana ve Senin gösterdiğin yerlere infak etmek...” var. Birinci aşamada canı O’nun önüne getirmek vardı.  İkinci aşamada malı O’na feda etmek.  “Sensiz dünyayı, ukbayı gülüm nidem!” demiş ya aşık. Sahip olduğu şeyleri Sevgiliye feda etmedikçe sevgiden bahis olur mu? Ebubekir efendimizin (ra) hayatı zaten bu feda üzerine kurulu. Mekke’de 35-40 bin dinarı olduğunu Medine’ye hicret ederken 5-6 bin dinarı kaldığını, Medine’de “Geride Allah’ı ve Resulünü bıraktım!” diyerek fedadan, fenaya;  Hak ile Bekâya adını ölümsüzleştirdiğini biliyoruz.

Üçüncü sırada “…..salavatı şerife getirmek.”  var. Zahiren O’nunla beraber olamadığı zamanlarda O’nun ismini söylemek. Büyüğümüz Mevlana Hace hazretleri  “Zikir O’nu tanımanın meczubiyet ve meftuniyetiyle O’nun adını sayıklamaktır. “ buyururlar. Efendimize salavat getirmenin evvelinde Hz.Sıddık’ın  O’nu tanıyışı vardır.  Bu tanıyışın oluşturduğu meczubiyet, meftuniyet   uzaklığı yakınlaştıracak bir aşkla salavat getirmeyi sağlamaktır.

Sıddık efendimize  sevdirilen üç şey olarak  “Senin huzurunda oturmak, malımı Sana ve Senin gösterdiğin yerlere infak etmek, Sana salavat-ı şerife getirmek.”  ifadesi büyüğümüz Mevlana Hace hazretlerine sorulduğunda ise kısa ve öz olarak şöyle buyurmuşlardı:

“Aslında Hz.Sıddık’ın  söylediği üç şey değil, tek şey. Zahir batın bütün her şeylerini Efendimize (sav) teksif etmişler. Bana Siz sevdirildiniz, buyurmuşlar. Dolayısıyla Sizinle birlikte ve Sizin için yapacağım her şey sevdirilmiş oldu. Bu şeyleri birden bine çoğaltmak mümkün. Orda Efendimiz (sav) üç şey buyurdukları için onlar da edebe riayet edip üç şey söylemişler. Ama özetle söylediği tek şey:  Efendimizin (sav) sevgisi.

Hani Nasreddin Hoca saz çalarken tek bir yeri tutmuş ya. “Hocam elini gezdireceksin.” denildiğinde “Herkes benim tuttuğum yeri arıyor, daha bulamadılar, onun için ellerini gezdiriyorlar.” demiş. Hakikat ya heptir ya hiçtir, denilmiştir ya işte o, hep olanı yakaladığı için hep aynı noktayı vurgulamış.

İnsan bunu anladığında, Efendimizi (sav) sevmenin O’nun için olmanın, O’nunla  olmanın hakikatini insan anladığında başka bir şeye ihtiyaç duymuyor. Başka bir şeyi aramıyor. Çünkü her meselesine O’nu şablon olarak ortaya koyunca… işte O’nunla oturmayı seviyor, O’nun önünde bulunmayı, O’nun gıyabında O’nun ismini zikretmeyi…Tek kelime ile O yani.
Hani derler ya Mecnun her gördüğü bayana Leyla diye hitap edermiş. Kimi görürse ona Leyla dermiş. Başka bir isim bilmezmiş. Her baktığında da Leyla’nın suretini görürmüş. Başka da bir isim bilmediği için Leyla dermiş. Silmiş diğer isimleri, herkese Leyla demiş. Hz.Ebubekir  efendimiz de bu manada böyle bir Mecnun.  Aşkın Leyla’sını bulmuş. Başka bir şeye hacet duymamış.

Âlemlerin Efendisi sırlandıktan sonra da ancak iki sene dayanabilmiş. İki sene kadar dayanabilmişler. Sonra ahirete hicret etmişler. Benim kanaatim o ki emir olduğu için iki sene dayanabilmişler. Yapılması gereken işleri tamamlayabilmek için o kadar durabilmişler. Yoksa belki hemen ardı sıra gideceklermiş de … ama yapılması gereken işler olduğundan iki sene durmuşlar.”

Ya Rabbi Hz.Sıddık efendimizin imanından, teslimiyetinden bizlere de nasip eyle. Bizi ona bağışla. Bizi onun yolundan ayırma. Bizleri yarın cennetinde, cemalinde onunla beraber haşreyle.  Bizleri Hz.Sıddık’ın izinden götürmeye çalışan Hace hazretlerine zorluk çıkarmamayı nasip eyle. Amin  velhamdulillahi Rabbil alemin.

Hamd  âlemlerin Maliki olan, eksik-noksan olmaktan münezzeh, bütün güç-kuvvet ve güzelliğin sahibi olan Mevlayı  Müteal  Rabbimizedir.

Salât ve selamlar ise; Fahri Âlem, Hâce-i kâinat, Eşrefi Mahlûkat, Taha ve Yasin, Efendimiz-Sahibimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerinedir.

Göz kendini görmez, derler. İnsan sosyal-siyasi meselelerden belki tamamen ilgisiz kalamaz fakat tamamen dışarıya odaklı göz Hak’tan uzaklaşır. Ramazan günleri insanın içe dönmesi, nefis muhasebesi yapması için elverişli ortam oluşturur bizlere. Sayılı günleri sayılı nefesleri yaşayan insan “Maddiyatta  kendinden aşağıdakilere, maneviyatta kendinden yukarıdakilere bakmalıdır.” ki boyunun ölçüsünü alsın. İşte bu noktada Peygamber  Efendimiz (sav) döneminde yaşayıp da Efendimizi en iyi anlayan, en güzel itaati gerçekleştiren kişi olarak Ebubekir-i Sıddık (ra) hazretlerine bakmaya devam edeceğiz.  Mevlamız gözümüzü onlardan ayırmasın. Onların anlayışları, itaatleri, amelleri bizler için çok önemli çünkü “Annenin çilesi kızına çeyizdir.” manasıyla onların yaşadıklarından öğreneceğimiz çok şey var.

Hz.Sıddık’ın,  Peygamber Efendimizle  yakın tanışıklığı-dostluğu nedeniyle,  insanlığın varlık sebebi olan Efendimizde (sav) gördüğü şeyler teslimiyetini arttırmış, mânâ hazinelerinin ona açılması ile maddi zenginliklerini  O’nun uğrunda harcayabilmiştir.

Mekke’de nazil olan Leyl Suresi’nin 5,6,7. ayetlerinin Hz. Sıddık’ın cömertliği üzerine nazil olduğu rivayet edilir.

5. Artık kim verir ve sakınırsa,
6. Ve en güzeli de tasdik ederse,
7. Biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız).

Şimdi bu ayeti kerimelerden hareketle Hz.Sıddık’ın (ra) özelliklerine bakmaya çalışalım:
…Kim ita eder, verirse…    Hz.Sıddık(ra) malını, canını esirgememiştir. Özellikle İslamın ilk yıllarında Mekke’de işkence gören, ezilen Müslümanları kurtarmak için elinden geleni yapmıştır. Onun Mekke’de satın alıp azad ettiği Müslümanlar şunlardır: Hz.Bilal (ra) ve annesi Hamâme, Hz.Amir b.Füheyre, Hz.Fükeyhe, Hz.Nehdiye ve kızı Hz.Lübeyne, Hz.Zinnîre, Hz.Ümmü Übeys ve kızı, Hz.Ümmü Abis (Rabbimiz hepsinden razı olsun). Hz.Ebubekir Sıddık’ın Mekke’de 40.000 dirhemi olduğu, Medine’ye hicret ettiği dönemlerde 5.000 veya 6.000 dirhemi kaldığı rivayet edilir. Ömrünü Efendimizin ve Müminlerin hizmetine adadığı açıkça görülmektedir.

Medine’de bir savaş hazırlığı esnasında orduya yardım çağrısı üzerine bütün malını getirerek “Geride ne bıraktın?” sorusuna “Allah’ı ve Resulünü.” cevabını verecek derecede seha-cömertlik sahibidir. Hz.Ömer (ra) malının yarısını infak ettiğinde “Bu sefer Ebubekir’i geçtim.” diye düşünürken “Geride Allah’ı ve Resulünü bıraktım.” cevabı üzerine “O gün Ebubekir’i asla geçemeyeceğimi anladım.” diyecektir.

Hz. Ömer(ra) efendimiz farklı bir zamanda da yine Hz.Ebubekir’in bir büyüklüğünü gördüğünde “Keşke Ebubekir’in göğsünde bir kıl olsaydım.” diyerek onun hali, ahlâkı, kendinden geçerek Mevla’ya yönelişi karşısındaki hayranlığını dile getirecektir.

Bu teslimiyet ve bütün malını Resûlullaha bağışlayabilme herhalde ki “Bir avuç toprak ile bir avuç altın gözünüzde aynı olmalı.” anlayışına ermesinden olsa gerek. Çünkü altına-gümüşe birazcık meyil olsa bunca fedakârlık yapılamazdı, diye düşünüyoruz. Büyüğümüz Mevlana Hace hazretleri: “Bir avuç toprak ile bir avuç altın gözünüzde aynı olmadıkça kemale ermiş olmazsınız.” sözleri ile Hâcegân yolunda eğitimin hedefini göstererek bizleri Hz.Sıddık’ın ahlâkına yönelttiklerini ifade etmişlerdi.

…Vettekâ,kim ittika ederse,takvaya ererse,sakınır-korunursa… Hz.Ebubekir’in(ra) başardığı bir tavır olarak takvayı, Mevlana Hâce hazretleri şöyle açıklamışlardı: ”Takvanın başlangıcı haramlardan sakınmaktır. Sonra şüphelilerden sakınmak, sonra kendini(varlığını)nefyetmek ve son olarak Hakk’ı Hak için nefyetmek.” Haramlardan kaçınmak ve şüphelilerden sakınmayı az çok anlıyoruz fakat kişinin kendini-varlık duygusunu yok etmesi… Belki Efendimizin(sav)”İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.” ifadesi buna işaret eder. İnsan ölümlü bir varlık. Ana rahminden mezara bir yolculuk var. Öncesini bilen biliyor, sonrasını giden görüyor. Öncesi atık bir su(meni), sonrası çürümüş bir beden. Bu iki yokluk arasındaki varlık ne? İşte bu bilgi kişide yakîne erişince herhalde varlığını nefyetmek gerçekleşmekte. Hakk’ı Hak için nefiy ise(Hace hazretlerinin sohbetlerinden öğrendiğimiz kadarıyla) Hak’tan gelen tecellileri, lütufları,keremleri terk ederek Cenabı Hakk’ın zâti muhabbetine,rızasına odaklanmak. Mevlamız bizleri de bu mânâlarda muvaffak kılsın. “Bilmekten olmaya” bizleri hidayet eylesin.

Ayeti kerimenin son kısmında daha doğrusu biz kullara düşen son kısmında… En güzeli (Hüsnâ olanı) tasdik ederse…

Hz. Sıddık(ra) en güzeli tasdik etmede ilk sırada yer almıştır. Güzel olan Mevlamızdır, çünkü ”En güzel isimler O’nundur.” Cemal sıfatları kemâl noktasında Rabbimizde toplanmıştır. “Eleysallahü abden kâfi?” (Allah kuluna yeter değil mi?) Amenna, can ile baş ile iman ettik ya Rabbi!  Sen bizleri yoktan var eden, bunca nimetle bizleri müzeyyen eyleyen, sahibimiz, Mevlamız, güzel Allah’ımızsın ya Rabbi! Sen bizlere yeterli olansın ya Rabbi! Allah’ı bulanın neyi eksik olur ki? Allah’ı bulamayanın neyi tam olur ki? Ey Rabbimiz Hz.Sıddık’ın (ra) en güzel şekilde tasdik ettiği Seni ve Senin yarattığın en güzel varlık olarak Sahibimiz, Şefaatçimiz, Muhammed Mustafa (sav) ve O’ndan bize akan bütün güzellikleri hakkıyla tasdik edebilmeyi bizlere de nasip eyle ya Rabbi! Hz.Sıddık’ın (ra) imanından, tasdikinden, teslimiyetinden bizlere de lütfeyle ya Rabbi.

Allah için vermek, sakınmak ve en güzeli tasdik etmek kula düşen bu üç adımdan sonra, kulun hayatını kolaylaştırmak, maddi ve manevi nimetleri onun üzerine yağdırmak, kulluğun-sadakatin zirvesine çıkararak ve aradan geçen bin dört yüz küsür seneden sonra ibret levhası-şeref tablosu olarak insanlara göstermek de Rabbimizin üzerine aldığı kısım.

Elhamdulillah bizler de gurur duyuyoruz ki önümüzde böyle insanlar var. Rabbimizden niyazımız odur ki bizi onlara bağışlaya, bizi onları sevmekten geri bıraktırmaya, onların yolundan-izinden ayırmaya. Ya Rabbi bugün bizleri böyle bir anlayışa-ahlâka yönelten büyüğümüz Hâce hazretlerine zorluk çıkartmamayı bizlere nasip eyle. Amin  velhamdulillahi  Rabbil alemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 04 Haziran 2014 11:50

AŞK MEYDANINDA BİR GÜVERCİN

Âlemlerin Rabbi olan Mevlâmız’a hamd ve senâlar olsun ki bizleri insan olarak yaratmış. Yine hamd ve senalar olsun ki Hakk’ın Habibi, Ümmetin Sahibi ve Eğiticisi Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ümmet olma şerefi bize bahşedilmiş. O’na binler  salât, selâm ve ihtirâm olsun.

Gülzâr-ı Hâcegân dergisinde, Efendimiz (sav) ve ashabın yaşadığı tasavvuf başlığı altında  beş yıldır yazılarımızda sahabe efendilerimiz döneminde yaşanmış olaylardan yola çıkarak anlayışlar geliştirmeye çalıştık, çalışıyoruz.  Hâce Hazretleri’nin (ksa); “Sahabe hayatı okumak imanı arttırır, evliya hayatı okumak sevgiyi arttırır.” sözü adeta bizim mihverimiz oldu. Sahabe efendilerimizin; “yıldızlar gibi” olması bugün yaşadığımız nefis karanlığı ve dünya karmaşasına bir ışık, bir aydınlık olur gayretiyle paylaşımlarda bulunmaya çalıştık. Elhamdulillah, beş yılı geçkin bir süredir yaptığımız araştırma ve paylaşımlarda Hâcegân yolundaki eğitimin, sahabe efendilerimizin eğitimi ile ne kadar benzeştiğini gördük. Üzerimizdeki nimetin şükrü babından bunu da belirtme gereği duyuyoruz. Erzurum’da bir öğretmen arkadaşımız, misafire ikram edip kendisi ve çocukları aç yatan bir sahabeyi ertesi günü tebrik ve takdir eden Efendimiz’in (sav) kıssasını, çok etkilendiğini söyleyerek nakletmişti. Biz de; “Hocam bu durumlar irşadın gereğidir ve Hâcegân yolunda doğal olarak yaşanan şeylerdir. Bizler bunları birbirimize anlatmaya da çok ihtiyaç duymayız. Çünkü ikna olmaya ihtiyacımız yok.” demiştik de öğretmen arkadaşımız şaşırarak yüzümüze bakmıştı. Mevlâmız’ın takdiri ile nasip arasındaki inceliği diyerek yolumuza devam ediyoruz.

Evet, Hâce Hazretleri’nin (ksa) kabımızı genişleten, ufkumuzu açan sohbetlerinden fark ettiğimiz üzere ashabı kiram arasında incelik, anlayış, aşk ve ahlâk gibi hususlarda bir derecelenme var. Birinci sırada yakınlık sahibi, tartışılmaz bir şekilde Hazreti Ebû Bekir Sıddık (ra). Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurmuş olduğu; “Kalbimde ne varsa Ebû bekir’in kalbine akıttım.” mübarek ifadeleri bu manevi yakınlığı açıkça dile getiriyor. Sudûrdan  sudûra paylaşılan bu hakikatin talibi ve taşıyıcısı Nakşibendî sâdâtı olmuş. Diğer tüm tarikatler kendilerini Hazreti Ali (ra) efendimize nispet ederken Nakşibendiyye yolu kendilerini Hazreti Sıddık’a (ra) nispet etmişler. Bu yazımızda ucu bucağı olmayan bir derya oluşuna iman ettiğimiz, seyyidimiz-senedimiz Efendimiz’in (sav) en güzide talebesi olarak Hazreti Sıddık-ul Âzam,  Câmiu’l-Kur’ân,  El-Atîk, ”Saniyesneyn” Hazreti Ebû Bekir’in (ra) hayatına daha yakından bakmaya çalışacağız. Onunla ilgili bir rivayeti paylaşarak imanımızı arttırmaya, onlara sevgimizi çoğaltmaya, ölüm bize gelinceye kadar onları konuşmaya devam edeceğiz inşaallah. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” hükmünce hem bu dünyada hem ahirette onlarla beraber olmaya azmedeceğiz inşaallah.

Asıl adının Abdulkâbe olduğu Efendimiz’in (sav) ona Abdullah adını verdiği, azaptan azad edilmiş kişi anlamında Atîk denildiği, Efendimiz’e (sav) dostluğu ve sadakatinden dolayı Sıddık denildiği daha çok da Bekir’in babası anlamında Ebû Bekir diye çağrıldığı kaynaklarımızda ifade edilmektedir. Teymoğulları’ndan olan nesebi yedi üst kuşakta Efendimiz (sav) ile birleşir. Efendimiz’den (sav) üç yaş kadar küçüktür ve çocukluğundan itibaren O’nun dostu ve arkadaşı olmuştur. O’na ilk iman edip hemen çevresini imana davet etmiş; Hz. Osman (ra), Hz. Zübeyr (ra), Hz. Abdurrahman bin Avf (ra), Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) ve Hz. Talha bin Ubeydullah (ra) gibi büyük sahabeler hep onun vesilesi ile Müslüman olmuşlar.

Hz.Sıddık (ra) ile ilgili o kadar çok ve önemli hadise var ki… Çünkü o Efendimiz’in (sav) bir parçası olmuş, “İkinin ikincisi”  olmuş bir insan. Onun Efendimiz’e gelişi ezelde takdir edilmiş, takdir bu dünyada vücuda gelmiş. İşte o  ezelden bir manayı ifade eden bir menkıbe, Seyyid Eyyûb bin Sıddık adlı âlim zâtın Menâkıb-ı Çihar Yâr-i Güzin (Dört Halifenin Üstünlükleri) adıyla tercüme edilen eserinde şöyle  rivayet edilir:

Hazreti Fahri Enbiya, Habibi Hüda Muhammed Mustafa (sav) buyurdular ki:  “Allah Teâlâ yeri göğü, arş-ı azim ile kürsîyi, levh ile kalemi, cennet ile cehennemi, insanları ve cinleri halk etmezden önce, Benim ruhum ile Ebû Bekir’in ruhunu güvercin suretinde halk edip ‘Aşk meydanında uçun!’ diye emir eyledi. ‘İleri uçup gideniniz Muhammed  olsun, geride kalanınız Ebû Bekir olsun!’ buyurdu. Böylece ikimiz uçtuk, ben Ebû Bekir’den şehadet parmak ile orta parmak arasındaki fark kadar ileri geçtim.” (Menâkıb-ı Çihar Yâr-i Güzin 18. Menakıb s.21)

Bu menkıbeyi Hâce Hazretleri’ne (ksa) sorduğumuzda “Doğru!” buyurdular. “Yalnız şu önemli Allah Teâlâ kimin öne geçeceğini biliyordu.”

“Kalem yazdı, mürekkep kurudu.”  buyrulmuş ya olmuş, olacak her şey yazılmış. Bizim çabamız asla/başlama noktasına dönerek anlamaya çalışmak.

Dünyanın zahir işlerine bakarsak, kesret (çokluk) görürüz. Mü’min kul toplumda tevhidi, kendinde vahdeti esas alandır. Kendi gönlünde, özünde Mevlâ-yı Müteal Hazretleri ile halveti, halvetin sonucu vahdeti önemsemelidir. Yunus ne güzel der:

İkilik yok birlik var
Anca bunda dirlik var
Anca bundadır felâh
Lâ ilâhe illallâh

Varlık âlemi yaratılmadan önce aşk meydanı vardı.  Âlemlerin Mâliki, Kâdiri aşkı yarattı. Hâce Hazretleri (ksa); “Aşk ile Allah (cc) arasında perde yok!” buyurdular. Sonra  o güzeller güzeli insanı, Efendimiz’i (sav) aşk ile, aşktan yarattı. O’na “Habibim-Sevgilim” dedi. O’na arkadaşlık etsinler diye O’nun nurundan, O’na benzeyen insanlar yarattı. Kün (kef-nun) emrini kifayet-nurâniyet olarak anlayanlar O’na yâr oldular. Küfür-nekir olarak anlayanlar O’na ağyar oldular. Ağyar olanlar dahi sireta olmasa bile sureta benzedikleri için rızıklandılar. Yeryüzüne rollerimizi oynamaya gönderildik. Ya  O’na yakın, ya O’ndan uzak… Hakk’ın nazar ettiği O. O’na yakın olanlar rahmet nazarından istifade ettiler, Cemâl’e mazhar oldular. O’ndan uzak olanlar rahmetten mahrum, Celâl’e muhatap oldular. O, Hz. Ebû Bekir’e (ra) nefes etti. O nefes, o gül kokusu ayları, yılları aşarak yol aldı, Yunus’a geldi. “Nefes mi istersin, buğday mı?” sorusunun muhatabı oldu Yunus. O günden bugüne aşka talip olanlar ile ağyara talip olanlar hep ayrıştılar.  Elhamdulillah, bu diriltici soluk bugün de ümmet içinde, Hâcegân nispetinde devam etmekte. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu üzere; “Din, Hz. Muhammed’dir.”

Gül Nebi’nin aşk nefesi
Murtezâ’nın aşk nesebi
Hâcegân’ın aşk nasibi
Cânımın cânı, cânım Efendim.

Cenâbı Hak cümlemizi aşktan nasipdar eylesin. Hâcegân nefesini kıyamet kadar daim eylesin. Bugünün büyüklerinin himmetini, nispetini üzerimizden eksik etmesin. Onun sohbetinde-hizmetinde her daim yanında, yöresinde olmayı lütfeylesin.

Âmin, ve’l-hamdulillahi  Rabbi’l-âlemin.    

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 15:45

ÜÇÜNCÜ DUA (İŞ HUKUKU)

Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya. Bizleri insan olarak yarattığı için, kulları olarak muhatap  aldığı için, Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ümmet kıldığı için hamd ve senalar olsun.

Hakk’ın Habibi, insanlığın gözbebeği, ümmetinin sahibi, Hakk’ın insanlığa en büyük hediyesi Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) tekrar be tekrar salât ve selamlar olsun.

Dergimizin bu sayısında, önceki iki yazımızda işlemeye çalıştığımız uzunca bir hadisi şerifin son kısmını açmaya çalışacağız. Rivayeti hatırlayalım…

Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah’ın (ra) rivayetinin bu ayki bölümü şu şekilde:

Resûlullah (sav) buyurdular ki:
“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) Gece­leme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (ka­yan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında:

“Bizi bu kayadan, salih amellerimizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağımız dualar kurtarabilir!” dediler. Bunun üzerine üçüncü şahıs dedi ki:

“Ey Allah’ım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veri­yordum. Ancak bir tanesi ücretini [bir farak (6-7 kilo) pirinçten ibaret olan] alma­dan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve; “Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!” dedi. Ben de; “Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git bunları al, götür!” dedim.

Adam; “Ey Abdullah, benimle alay etme!” dedi. Ben tekrar; “Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git, hepsini al, götür!” diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı, götürdü.
“Ey Allahım, eğer bunu Senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!” dedi.

Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler.” [Buhârî, Enbiya 50, Büyu’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Dâvud, Büyu’ 29, (3387).]

Bugün ülkemizin birçok açıdan toparlandığını; kültürde, medeniyette asliyete dönüşün yaşandığını hepimiz görmekteyiz. Fakat ekonomik açıdan, siyasi açıdan güzel gelişmeler olmakla birlikte ahlâkî açıdan bir olgunlaşma, Cenâbı Hakk’ın rızasına doğru bir gidiş yaşanmazsa bu hareket, bu yükseliş akim kalacak, sonuç vermeyecektir. Bugün kutlu doğum programlarıyla anılan, verdiği mesajlar insanlığa kurtuluş reçetesi olarak bir kez daha hatırlatılan Peygamber Efendimiz’in (sav) hedefi, bir cümle ile ifade edilecek olursa şu hadisi şerife ulaşırız; “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” Anne-babaya hürmet, harama uçkur çözmemek, hakka-hukuka riayet, komşuya ikram, yaşlıya hizmet, küçüğe şefkat, canlı-cansız bütün varlığa merhamet… Hepsi tek kelimeyle “güzel ahlâk” kapsamı içerisindedir.

Hâce Hazretleri (ksa), birçok tasavvufi cemaatin farklı hedef ve hizmet alanları olduğunu vurgulayarak; “Biz de ailede, işte, ticarette kısaca toplumun her alanında güzel ahlâkı hedef edindik.” buyurmuşlardı. Ahlâkın insana, karşılıklı haklar ve görevler yüklediğini fark ettiğimizde önümüze üç ana başlık ortaya çıkar:

1) Kişinin kendine, 2)İçinde yaşadığı ailesine-topluma ve 3)Kendisini yaratan, yaşatan Rabbi’ne karşı hak ve sorumlulukları.

Ahlâkı hamide (övülen ahlâk) denilen olgu, birinci sırada; kişisel temizliği-yemesi içmesi-dinlenmesi çalışması gibi hususlarda insanın terbiye görmesiyle başlar. “Nefsin hakkını ver, hazzını verme.” şeklinde özetlenebilecek bir olgunluk esastır.  

İkinci olarak, kişi  ailesi ve toplumu ile ilişkilerini güzelce tanzim etmelidir. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde; “Ev halkınız ve iş arkadaşlarınız sizden razı ise Allah Teâlâ (cc) benden razı mı, diye endişe etmeyin.” buyurmuşlardı. Bugün insan ömrünün geçtiği iki ana yer olarak aile hayatı ve iş hayatının önemi vurgulanmıştı. Üçüncü sıradaki hak ve sorumluluk alanı ise Rabbimiz’le ilişkimiz. Aslında Rabbimiz’le ilişkimiz; “Ben size şah damarınızdan yakınım.” derken kendimizle olan hukuku; “İnsanlar, Benim ıyalim(ailem)dir.” derken ailemizle ve toplumla olan hukukumuzu da kapsamaktadır.    

Bu hadisi şerifin birinci kısmında aile hayatı ve özellikle anne-baba hukukunu biraz açmaya çalışmıştık. İkinci kısımda bireysel olgunluk; şehvetin kontrolü ve nefsin o yönünün üzerine basılarak Hakk’a yöneliş konusunu anlamaya çalışmıştık. Bu son kısımda da anlaşılacağı üzere iş-ticaret ahlâkı üzerinde durulmaktadır.

Bu üçüncü kişi işçilerinin ücretlerini derhal verdiğini, ifade etmektedir. Herkesçe bilinen “işçinin alnının teri kurumadan ücretini vermek” ödeme zamanına dikkat etmek demektir. Çünkü aldığımız hizmetten fayda-bereket görmemiz çalışan kimsenin hayır duasıyla mümkün olacaktır. Burada işyeri sahibinin hassasiyeti, hakka-hukuka riayeti öne çıkmaktadır. Hâce Hazretleri’nin buyurduğu “…iş arkadaşlarınız sizden razı ise…” ifadesi hem çalışan için hem çalıştıran için geçerli. Duası ile kayanın açılmasında son hamleyi yapan kişi, ücret ödemede önceden beri hassas olduğunu belirttikten sonra küçücük bir bakiyeyi büyük bir servete dönüştürdüğünü, hak sahibine vermekte tereddüt etmediğini ifade ediyor.  “Adam hepsini aldı, götürdü.” cümlesinde bir rivayette (arkasına bakmadan) şekli de var. Anlıyoruz ki malını alan adam, doğru dürüst bir teşekkür bile etmemiş. Her nefiste var olan, servete düşkünlüğe rağmen yaptığı bu şeyin Hakk’ı hoşnut edeceğini umuyor.    

Son olarak  “…salih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağı­nız dualar…”  ifadesinde  salih amelin vurgulanmasına rağmen; somut ibadetlerin değil de, anne-babaya hizmet duygusu, şehveti terk duygusu ve servete sevgi duygusunun üzerine basılmasının  vesile edilmesi çok önemlidir. Hâce Hazretleri’nin; “İbadetin hakikatinin kişinin duygusunda gerçekleştiğini” belirtmeleri de bunu teyid etse gerek.

Cenâbı Mevlâmız önümüzdeki engelleri kaldırsın. Bizleri Zâtı’na kul, Habibi’ne gül, Hâcegân’da tüm insanlığa yol eylesin.

Âmin, ve’l-hamdulillahi  Rabbi’l-alemîn.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort