JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Elhamdulillahi Rabbil âlemin. Huve’r-Rahman, Huve’r-Rahîm. Salavatullahi ve selamuhu ala Muhammed’in (sav) ve ala alihi ve sahbihi aleyhim  ecmain.

Cenâbı Hak, Feyyaz-ı Mutlak ve Rabb-ül Felak Hazretleri lütuf ve merhameti ile bizlere meded-ü inayet eylesin. Hepimizi, bütün ümmeti Muhammedi günümüz fitne-fesadından, fısk-u fücurundan muhafaza eylesin. İslâm üzere, iman üzere olmayı, öylece de ölmeyi hepimize nasip eylesin.

Bu yazımızda İslâm ümmeti içerisinde ayrılık, fitne ve tefrikaların çokça yaşandığı Hz. Osman (ra) efendimiz zamanı ve sonrasında; Kutb-u velayet, vesile-i hidayet, rehber-i imamet Hz. Ali (ra) efendimiz nasıl tespit, tahlil ve tavsiyelerde bulunmuşlar bunları aktarmaya, bir ders çıkarmaya çalışacağız.

Hz. Osman efendimizin halife olmasından sonra Ali efendimizin, onu bazı hususlarda uyarması, tenkit etmesi söz konusudur. Ancak Mısır, Basra ve Küfe’den Medine’ye gelen isyancılara karşı halife Hz. Osman efendimizi savunmuş hatta halifenin kapısının önüne Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizi yerleştirerek koruma sağlamıştır. Fakat halifenin şehit edilmesi engellenemeyince  hilafeti yüklenmek zorunda kalmıştır.

Ali efendimiz hilafetinin ilk günlerinde de Osman efendimizin yeğeni Şam valisi Hz. Muaviye’nin;  Hz. Aişe annemiz taraftarı olarak Hz. Talha ve Hz. Zübeyir’in muhalefeti ile karşı karşıya gelmiştir. Hz.Aişe annemiz taraftarları ile yapılan Cemel savaşı, Hz. Muaviye ile yapılan Sıffin savaşı Ali efendimizin galibiyeti ile sonuçlansa da Hariciler adı ile yeni bir grubun ortaya çıktığı bilinmektedir. Hariciler ile  yapılan Nehrevan Savaşı’nda Haricilerin tamamına yakını öldürülür. Daha sonra Nuhayle denilen yerde de 2.000 kadar Harici anlaşmaya yanaşmayınca tekrar savaş kaçınılmaz olur.

İşte  bu fitne-fesat günlerinde Hz. Ali (ra) efendimiz, Kümeyl bin Ziyad (ra) adlı bir dostu ile dertleşir ve o günden bugüne bizlere ibret olacak şahsiyet tahlilleri yapar.

Kümeyl b. Ziyad’dan nakille:
“Bir gün Hz. Ali (ra)  elimden tuttu ve beraberce şehirden dışarı çıktık. Sahraya vardığımızda oturup derinden içini çekti. Sonra:
— Ey Kümeyl, buyurdu.
— Buyurun, dedim.
— Kalpler birer kaptır. Kapların en iyisi, çok eşya alıp muhafaza edendir. Bak sana ne söylüyorum, iyice belle. İnsanlar üç çeşittir:

Biri, ilim ve ameli tam olan ve her yönü ile Allah yolunda olan âlimdir. Biri, kurtuluş yolunu öğrenmeye çalışan öğrencidir. Üçüncüsü de, akılsız ve bayağı kimselerdir ki, her zırlayana uyar ve esen her rüzgârın peşinden giderler, ilmin ışığı ile aydınlanmazlar ve sağlam bir kaleye sığınmazlar.    

Bilgi, servetten iyidir. Çünkü bilgi sana bekçilik yapar. Servete ise sen bekçilik edersin. Bilgi harcamakla artar, servet ise harcamakla azalır. Bilgin kişinin sevilmesi, dinin herkese borç kıldığı bir vazifedir. Bilgi, sahibine sağlığında kılavuzluk yapar, ölümünden sonra da ona iyi ad bıraktırır. Servetin gücü, servetin elden çıkması ile gider. Nice servet bekçileri vardır ki, daha sağken ölürler. Bilginler ise, dünya durdukça sağdırlar. Kendileri ortada yoktur. Fakat hatıraları gönüllerde yaşamaktadır, buyurdu.

Kümeyl diyor ki: Hz. Ali (ra) bir daha içini çekerek ve elini göğsüne vurarak şöyle buyurdu :
— Burada geniş ölçüde bilgi vardır. Fakat ne yazık ki, onu taşıyabilecek kimseler bulamıyorum.

Evet, kabiliyetli ve hızla kavrayan bir kimse vardır, fakat güvenilen bir kimse değildir. Dini, dünyaya araç yapmakta ve Allah'ın eline vermiş olduğu belgeleri Allah'ın kitabına karşı, Allah'ın nimetlerini de Allah'ın kullarına karşı kullanmaktadır.

Bir başkası da vardır ki, o da hak peşinde olanlara uyuyorsa da, hakkı yaşatmada sağduyu sahibi değildir. En ufak bir kuşkunun baş göstermesiyle, gönlü tereddüt kıvılcımları ile tutuşur ve böylece ortada kalıp ne bu yanı, ne o yanı tutamaz olur.
Kimisi de vardır ki, nefsani arzu ve isteklerin arkasında yuları gevşek olup şehvet duygularının esiri olur, ya da kendisinde dünya sevgisi o kadar yer etmiştir ki, en büyük zevkini dünya malı toplayıp servet biriktirmekte bulur.

Bu iki kimse de, din ve insanlık için kılavuz ve rehber olmaktan çok, şuursuzca otlayan hayvanlara benzerler. İşte böylece ilim, kendisini taşıyanların ölümü ile ölüp gider. Fakat bununla beraber yeryüzü, Allah'ın ilim belgelerini elinde tutan kimselerden büsbütün boş kalmaz ki, Allah'ın beyyine ve güçlü belgeleri işlemez duruma girmesin. Bunlar, sayıca az fakat Allah katında değerleri büyüktür. Allah da bunların aracılığı ile kendi belgelerini korur ki, onlar da Allah'ın belgelerini kendileri gibi olanlara aktarsınlar ve bu evsafta olan kimselerin dimağına eksinler. Bunlar ellerindeki ilim silâhı ile hakikat kalelerini açar, midecilerin sarp görerek yürüyemedikleri mânâ yolunda uçarak gider ve bilgisizlerin ürküp kaçtıkları yücelikleri kucaklarlar. Bedenen yeryüzünde iseler de, ruhen yüce âlemdedirler. İşte Allah'ın yeryüzündeki halifeleri ve insanlığın kılavuz ve rehberleri  bunlardır. Ah, ah, bunları görmek ve bunlarla arkadaş olmak ne büyük bir mutluluktur.

Hz.Ali (ra) burada sözlerine son vererek:

— Allah beni de, seni de af buyursun. Artık istersen gidelim, buyurdu.” (Hayatü’s-Sahabe 3.Cilt-601)

Çok özlü, ibretli, “ilmin kapısı” olduğunu ispat eden bir üslup ile şahsiyet tahlilleri yapan Hz. Ali (ra) efendimiz kendi döneminde anlaşılamadığını, garip kaldığını bizlere hissettirmektedir.

Metnin birinci bölümünde üç tip şahsiyet ortaya konmaktadır. Birincisi ilmiyle amil olan alim, ikincisi alimin etrafında ilim-hidayet ve istikamet üzere olmaya çalışan talebe. Üçüncüsü sağlam kaleye sığınamayan, dünya rüzgarında savrulan akılsız şahsiyet. Cenâbı Hak bizleri muhafaza eylesin. İlim ve kemal sahibi, Peygamber varisi  Hz. İnsan’ın yanından ayırmasın.

Rivayetin ikinci kısmında nefsin, şeytanın, dünyanın iğvaatlarıyla şahsiyeti bozulmuş, hakikati algılamakta-taşımakta güvenilmez hale gelen tipler tahlil edilmektedir. Son olarak her şeye rağmen “Mevlâ ile hem-dem olmuş, O’nun ilim belgelerini elinde tutan, değerleri büyük, Allah’a (cc) emin olmuş, mana yolunda uçarak giden, Allah’ın (cc) yeryüzündeki halifeleri, insanlığın kılavuz ve rehberi” olan insanlardan bahsetmektedir ki elhamdulillah bu insanlar Hz. Ali efendimizden günümüze kadar her devirde olagelmiştir.

Bugün de İslâmı anlamada, yaşamada çok farklı tavır ve tutumlar, cemaatleşmeler söz konusudur. İnsan, halinin-hayatının bir muhasebesini yapmalı ve evvel emirde Mevlayı Müteal Hazretlerinden yardım istemelidir.  Her ne kadar Hz. Ali efendimiz dönemindeki gibi bedenen vurma kırma, ölümler ülkemizde çok değilse de Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Libya’ya uzanan İslâm coğrafyalarında; bir taraftan emperyalist Batının fitneleri bir taraftan da şahsiyetsiz Müslümanların tutumları çokça kan dökülmesine neden olmaktadır.

Ülkemizde ise velayet itikadının rahmeti, daha yumuşak geçiş ve dönüşümlere vesile olmaktadır. Eğer, özünde liderlik ruhunu barındıran bu toplum Rabbimiz Teâlâ  hazretlerine ciddi bir yönelişle yönelirse ve ”Halife Kılavuz ve Rehber” arzusunu dile getirirse , inanıyoruz ki bu toplum tarihte kendini gösteren asli şahsiyetini bulacaktır.

Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa), Kur’ân-ı Hakim’de beyan buyrulan “Allah (cc) nurunu tamamlayacaktır.” ifadesini sohbetleşirken ”Bu tamamlanış birinci manada kulun Allah’ta (cc) yerini bulması anlamında, kişinin kendi hakikatine vakıf olması; ikinci manada aynen Asr-ı Saadet’te olduğu gibi Cenâbı Hak’tan razı olan ve Hakk’ın da onlardan razı olduğu bir cemaat-toplumun tesis edileceği“ işareti-beşareti olarak ifade etmişlerdi.

“Efendimizin (sav) nazar edip memnun ve hoşnut olacağı bir yapıyı oluşturmaya gayret ettiklerini, bunu hayatlarının gayesi” olarak dile getirmişlerdi. Biz de bu gayret-hizmet içerisinde yerimizi alabilmeyi, Peygamber Varisi Hz. İnsan’ın idealinde, yanında-yöresinde olabilmeyi Mevlamızdan  lütfetmesini diliyoruz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hamd âlemlerin Rabbi olan; Rahman olan, Rahim olan, Afuv ve Gafur olana…

Sonsuz selât ve selamlar Hakk’ın Habibi, Hâce-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat       Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e olsun.

Bu yazımızda Efendimiz’in (sav) döneminde yaşanan iki hadiseyi naklederek o günden bu güne irşadı, tasarrufu anlamaya çalışacağız.

Birinci rivayette olayın kahramanı Umeyr bin Vehb el-Cühami (ra) ile ilgili, şöyle nakledilir:

Bedir vak’ası olduktan sonra, Umeyr bin Vehb el-Cühami, Safvan bin Ümeyye ile Bedir Savaşı’nda uğradıkları hezimeti konuşuyorlardı. Umeyr bin Vehb’in oğlu bu savaşta esir düşmüştü. Safvan, işimiz karıştı, dedi. Umeyr bin Vehb de doğru söylüyorsun, bundan sonra yaşamanın tadı kalmadı. Eğer borçlarım olmasaydı ve çoluk çocuğumun perişan olmasından korkmasaydım, Muhammed’i öldürmek için Medine’ye giderdim. Çünkü Muhammed Medine pazarında yalnız başına dolaşıyormuş ve herkesle konuşuyormuş. Ayrıca oğlum orada esir olduğu için, bir bahanem de var, dedi. Bunun üzerine Safvan, borçlarını ben ödeyeyim. Çoluk çocuğunun geçimini de üzerime alayım. Yeter ki sen bu işi yap, dedi. Böylece anlaştılar. Safvan, Umeyr’in yol hazırlığını yaptı. Kılıcını da bileyip, zehirli su verdi. Umeyr, bu sır aramızda kalsın. Sakın kimse farkına varmasın diye tembih ettikten sonra, Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Medine’ye varınca, mescidin önünde hayvanından inip, bineğini bağlayıp, kılıcını kuşandı. Resûlullah’ın (sav) yanına gitmek üzere yürüdü.

O sırada Ömer bin Hattab (ra) bir cemaat ile birlikte oturuyordu. Ümeyr’i görür görmez, bu köpeği tutun! O Allah’ın düşmanıdır. Bedir savaşında kavmini bizimle savaşmaya teşvik ediyordu. Bizim ordumuzun az olduğunu kavmine haber veriyordu, dedi. Bunun üzerine onu yakaladılar. Hazreti Ömer, Resûlullah’ın (sav) huzuruna gidip, durumu arz etti. Resûlullah “Onu getirin.” buyurdu. Hazreti Ömer bir eliyle Umeyr’in kılıcının bağını takıp boynuna bağladı ve sıkıca tuttu. Bir eliyle de kılıcının kabzasını tuttu. Böylece Resûlullah’ın (sav) huzuruna götürdü. Ensardan bazılarına da, Resûlullah’ın önünde oturun ve bunun saldırmasını engelleyin, dedi. Resûlullah (sav) bu durumu görünce “Ey Ömer onu salıver.’’ buyurdu. Sonra “Yaklaş Ey Umeyr! Niçin geldin?’’ dedi. Oğlum esir olmuştu onun için geldim, dedi. Resûlullah (sav) “Doğru söyle, doğruyu söylemedikçe kurtulamazsın.” buyurdu. O yine esir oğlu için geldiğini söyledi. Bunun üzerine Resûlullah (sav): “Safvan bin Ümeyye ile oturup, Bedir Savaşı’nın hezimetini konuşmadınız mı? O senin borcunu ve ailenin geçimini üzerine aldı, sen de Beni katletmek için gelmedin mi? Sen Beni öldürmek için geldin! Fakat Allahu Teâlâ seni maksadına kavuşturmadı.” buyurdu.

Umeyr bunları işitince hakikati anladı ve Sen Allahu Teâlâ’nın Resûlü’sün. Şimdiye kadar cahilliğimden seni inkâr etmişim. Zira bu işi benden ve Safvan’dan başka kimse bilmiyordu. Bunu sana ancak Allahu Teâlâ haber verdi ve beni Müslüman olmakla şereflendirdi, diyerek Müslüman oldu.         Resûlullah (sav): “Kardeşinize İslamiyet’in hükümlerini ve Kur’ân-ı Kerim’i öğretiniz.” buyurdu. Umeyr bir müddet sonra Mekke’ye dönmek için müsaade istedi. Mekke’ye döndükten sonra pek çok kişi onun sayesinde Müslüman olmakla şereflendi. (Şevahid-ün Nübüvve M. Abdurrahman Câmi s.143)

İkinci rivayette, Kabbas bin Eşyem el-Kenani (ra) başından geçeni, Müslüman oluş hikayesini şöyle anlatmaktadır:

Bedir Savaşı’nda müşrikler tarafında idim. Müslümanların az oluşu ve bizim askerlerimizin, süvarilerimizin çokluğu hala gözümün önündedir. Bizim askerlerimizin her birinin nereye baksam kaçıştıklarını görünce içimden kendi kendime böyle bir şey görmedim. Savaştan ancak kadınlar kaçar, dedim. Sonra ben de kaçıp Mekke’ye döndüm.

Bir müddet sonra gönlüme İslamiyet’in merakı düştü. Medine’ye gideyim bakayım Muhammed (sav) neye davet ediyor, bir göreyim, dedim. Medine’ye varınca    Resûlullah’ın nerede olduğunu sordum. İşte mescidin gölgesinde ashabı ile oturuyor, diyerek gösterdiler. Yaklaşıp selam verdim ve ashabı arasında onu bildim. Bana “Ey Kabbas! Sen Bedir Savaşı’nda ben böyle bir şey görmedim. Savaştan ancak kadınlar kaçar diyen kişi değil misin?” buyurdu. Bunun üzerine ben şahadet ederim ki sen Allahın Resûlüsün. Zira o sözü dilimle söylemedim, içimden geçirdim ve hiç kimseye de açıklamadığım bir sırdı. Eğer sen Allahu Teâlâ’nın Resûlü olmasaydın, kalpteki sırra muttali olmazdın, dedim. Mübarek elini tutup biat ederek, Müslüman oldum. (Şevahid-ün Nübüvve M. Abdurrahman Câmi s.144)

Birinci rivayette artık kaçış olmayacağını anlayan Umeyr’in hidayet öyküsü nakledilir. Burada iki kişi arasında geçen, başka herhangi bir kimsenin bilmediği ve hiç kimseye söylememek üzere sözleşilen bir durum vardır. Kalbi kin ile dolu olan Umeyr, Cenâbı Peygamber’i (sav) öldürmeye kasdetmiştir. Geride bıraktığı kimselerden de artık endişe duymaması nedeniyle gözü karalık yapmaya niyetlenmiştir. Hz. Ömer’in (ra) mezkûr şahsı Medine’de görmesi üzerine aldığı tedbirler üzerinde durulması gereken bir durumdur. Evet, Cenâb-ı Hak (cc), Efendimizi (sav) korumaktadır. Fakat kul yapması gerekeni yapmaktan geri durmamalıdır. Elhamdülillah ki sahabe efendilerimiz Yahudilerin Hz. Musa’ya (as) dedikleri gibi “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz bekleyenlerdeniz.” demelerinin tam aksine “Ey Allah’ın Resûlü! Sen denizi göstersen yemin olsun ki denize dalarız!” demişler, “Anam babam sana feda olsun!” sözüyle sevgilerini dile getirmişler. O’na sormadan kapısının önünde nöbet beklemişler veya Hz. Ömer (ra) efendimizin yaptığı gibi bir tehlike sezdiklerinde hemen tedbir almışlardır. Bir taraftan kendi gücüyle Umeyr’i sıkıca tutması, bir taraftan Efendimiz’in (sav) önüne Ensar’dan birkaç kişiyi koruyucu olarak koyması bu bakımdan çok önemlidir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) hem Efendimiz, sahibimiz hem de emanetimizdir. Cenâbı Hak O’nu katına alıncaya kadar dostu, yaranı olmak. O’na sahip çıkmak, korumak hem dostluğun hem de kulluğun gereğidir. Yarın Mevlâmız (cc) “Siz de geçmiş ümmetler gibi yaptınız. Benim sevdiğime, peygamberime neden sahip çıkmadınız?” buyurursa ne cevap verebiliriz?

Ümmeti Muhammed tarih boyunca hep bu imtihandan geçmiştir. Cenâbı Hak (cc), Efendimiz’den sonra da hikmeti, hakikati taşıyacak varisler seçmiş ve onlarla muhatap olmuştur. Ümmete de bu varisi ekmel olan zatlara sahip çıkmak, hizmet etmek emredilmiştir. Dört halifeden sonra Hz. Hüseyin (ra) olsun, Hz. Zeynep annemiz olsun (rha), Hz. Zeynel Abidin (ra), Hz. İmam Caferi Sadık (ra) olsun bütün Ehli Beyt’e ya da İmam-ı Azam (rh.a), İmam-ı Ahmed b. Hanbel (rh.a), İmam Şafi (rh.a) gibi imamlara veya sonraki dönemin seyyidi, sülehası, mürşidi Hz. Pir Abdulkadir Geylânî (ks), Hz. Hasan Şâzelî (ks), Hz. Şahı Nakşibend (ks) gibi zatlara sahip çıkmak, hizmet etmek ümmetin imanı, vicdanı, vefası ve dolayısıyla imtihanı idi. “Annenin çektiği çile kızına çeyizdir.” atasözü misali Hz. Ömer efendimizin ve ashabı kiramın başardığı teslimiyet ittiba ve aşkla hizmet idi. İşte bunlar, ashabın ümmete mirası idi.    

Bu rivayette ikinci husus, yalnızca iki kişinin bildiği bir sırrı Cenâbı Peygamber (sav) Efendimiz’in o kişiye bildirmesidir. Burada bir teslim alınış söz konusudur. Efendimiz’in onca sözü, sohbeti, doğrudan ya da dolaylı ulaşan mucizeleri tesir etmemiş, bu insan tebliğin on üç yıllık Mekke döneminde Müslüman olmamış, hatta müşrik-münkirler safında aktif olarak yer almış, Bedir’de savaşmış, Müslümanlara karşı yine kin dolu olarak Hz. Peygamber’in huzuruna gelmiştir. Fakat Efendimiz’in Mekke’deki görüşmeyi ve planlarını açıkça belirtmesi, onu elden ayaktan düşürmüştür.

“Doğruyu söyle, doğru söylemedikçe kurtulamazsın.” ifadesi teslim alınıştan önce iradeye son çağrıdır. Kişinin kendi iradesiyle, tercihiyle iman etmesi asıl istenen şeydir. Fakat yine yalanda ısrar edince hakikat yüzüne vurulur, artık daha yapacak bir şey kalmamıştır, teslim olmaya mecburdur.

İkinci rivayetteki Kabbas b. Eşyem el-Kenani adlı kişinin sırrı daha derindedir. O, içinden geçirdiği bir duygunun, düşüncenin yüzüne vurulması ile karşı karşıyadır. Gerçi iman kıvılcımı onun içinde yanmaya başlamıştır. İslamı merak etmeye ve dini Efendimiz’den öğrenmeye Medine’ye gelmiştir. Fakat o da hiç kimseye söylemediği, sadece içinden geçen bir düşüncenin dile getirilmesi ile teslim alınmıştır.

Bu yöntem Kâinatın Efendisi (sav) Efendimiz’den sonra varis-i ekmelleri tarafından da kullanılmıştır. Kişinin kalbinin mutmain olabilmesi için, ona ait çok özel bir duygunun, durumun dile getirilmesi söz konusudur. İnsanın iradesinin ve tercihinin haktan yana olabilmesi için mutmain oluş önemlidir. Bu durum manevi eğitimin sonraki dönemlerinde de geçerlidir. Hatta Hz. Peygamber (sav), Hz. Ömer’e haber göndererek, “Bak daha önce şöyle şöyle söylemiştim, dediğim oldu gördün mü?” gibi ifadelerine Ömer efendimizin “Ey Allah’ın Resûlü! Kendinizi yormayın biz sizin peygamberliğinize iman etmişiz!” mukabelesi nakledilir.

Peygamber Efendimiz’den sonra irşadı devam ettiren varislerde bu mutmainlik ilişkisi devam etmiştir. Halife Hz. Ebu Bekir zamanında Enes bin Malik (ra) Peygamber Efendimiz’i rüyasında hurma yerken görür. O’ndan hurma ister. Efendimiz birer birer arttırarak dokuz hurma verir. Uykusundan uyanan Hz. Enes mescide gider sabah namazını kılar. Halife Hz. Ebu Bekir’in hurma yediğini görür. Ondan hurma ister o da birer birer arttırarak dokuz hurma verir. “Daha arttır!” isteğine “Eğer Hz. Peygamber arttırsaydı biz de arttırırdık.” cevabını alır.

Dört halifeden sonra eksen kayması başlamış, hilafet saltanata dönüşmüş, ümmet içerisinde kalbî mutmainliği Peygamber varislerinde değil farklı fikir ve düşüncelerde ya da maddi tercihlerinde aramaya başlayan insanlar fitne-fücurun kaynağı olmuşlardır. Harici, Mutezili, Şii ekolleri gibi akımların temel çıkış nedeni, irşad merkezini, Peygamber varisini tanıyamamak veya bilerek sahip çıkmamaktan kaynaklanmıştır.

Osmanlı döneminde elhamdülillah Şeyh Edebali (ks) Hazretleri’nin attığı tohum hem Osman Gazi’nin gönül toprağında yeşermiş hem o büyük çınar 700 yıl boyunca -inkıtaa uğrasa da- meyvelerini vermeye devam etmiştir. Cumhuriyet sonrasında yaşanan kuraklık, çöl ortasında vahalar şeklinde evliyaullah gayretleriyle devam etmiştir. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin “Küfür bitmez, kıyamete kadar devam edecektir ama zulmün ömrü 100 yıldır!” hadisi şerifinin, mütalaası çerçevesinde buyurdukları “Sultan Abdülhamit’in 1909’da tahttan indirilişi, 2007’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi zulmün bitişinin yaklaştığına” dair bir işaret olarak ifade edilmiştir.

Vahalar çölün yeşile dönebilmesi için daima bir umut olmuştur. Eğer bizler bugünün Peygamber varisi insanı kâmilinden istifade ile gönül topraklarımızın rahmet yağmurları ile yıkanması, hakikat ve marifet tohumları ile tohumlanmasına yönelirsek Mevlayı Müteal Hazretleri bu topluma yine izzet, yine nusret edecektir. Cenâbı Hak bunu kolaylaştırsın. Âmin. Velhamdulillahi Rabbil âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 13 May 2014 15:44

HZ. BİLAL’’İN YANLIŞI

Hamd âlemlerin sahibi-Rabbi olan Allah’a (cc)…

Salât ve selamlar Hakk’ın Habibi, Hâce-i Kâinat, Mahz-ı Lütfu Hüda Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e olsun.

Bu yazımızda Efendimiz’in (sav) eğittiği, yıldızlaştırdığı, hayatı bir iman ve ihlâs abidesi olan Hz. Bilal-i Habeşi (ra) üzerinde durmaya, onun hayatından bir hisse çıkarmaya çalışacağız. Cenâbı Hak bizleri Hz. Bilal efendimizin ihlâsına bağışlasın.

Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerden biri ve sonradan O’na müezzin olan sahabi. İslam tarihinde unutulmaz yeri olan Bilal ibn Rebah, aslen Habeşlidir. Anasının adı Hamame, babasının adı Rebah, künyesi Abdullah’tır. Hz. Bilal, İslam’ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef’in kölesiydi. İslam’ın ortaya çıktığı yıllarda birçok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, Mekke toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taassubuna düşmüş, İslam’a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Hz. Bilal gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilal (ra) İslam davetine ilk icabet edenlerden biriydi. Ümeyye b. Halef, kölesi Bilal’in Müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslam’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı.

Ümeyye, öğlen vakti güneşin bir yanardağ kesildiği anda, Bilal’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve imanından dönmesini isterdi.

Bilal’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarından daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”. Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü. (İbn Sa’d, Tabakat, lll, 232)

O biliyordu ki hayat Allah’a aittir, hüküm Allah’a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah’ın elindedir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürme ve diriltmenin Allah’a ait olduğunu, Cenâbı Hakk’ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Yalnız Allah’tan korkuyor ve yalnız O’ndan ümid ediyordu.

İşkence altında kıvranan Bilal’e (ra) rastgelen Varaka b. Nevfel, “Vallahi ey Bilal! Ehad, Ehad!” der, sonra da müşriklere dönerek: “Siz onu bu yüzden öldürürseniz, kabrini dilek makamı yapacağım.” derdi. (Dilek makamı diye tercüme edilen kelimenin aslı “hanân”dır. Yani “Senin kabrini Allah’ın rahmeti umulan yer, bir ziyaret yapacağım, toprağına yüz süreceğim.” anlamındadır.) (İbnü’l-Esir el-Kâmil Fi’t-Tarih, ll, 66).

Bilal’in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil’di. Ama Bilal’e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu? Ümeyye b. Halef’in Bilal’e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebu Bekir (ra) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; “Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir.’ demişti. Bunun üzerine Ebu Bekir es-Sıddîk (ra) ona şu cevabı vermişti: “Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver.’’ Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilal’i, Hz. Ebu Bekir’e verdi. Başka bir rivayette Hz. Ebu Bekir’in onu yedi ukiyeye satın alıp azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa’d, Tabakat, III,232).

Hz. Sıddık (ra), Bilal’i Cenâbı Peygamber’in (sav) yanına götürüp azat etmiş ve Bilal işkenceden kurtulmuştu. Hz. Ömer (ra) şöyle der: “Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz Bilal’i azad etti.” (İbnü’l-Esir, Üsdü’l- Gabe, I, 209).

Hz. Bilal daha sonra diğer ashab ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Hz. Bilal ile Abdullah b. Abdurrahman el-Has’ami kardeş ilan edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Hz. Bilal, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu. (İbn Sa’d, Tabakat, lll, 234)

Hz. Bilal, Resûlullah’ın (sav) müezzini olarak tanınmaktadır. Peygamber Efendimiz ezanı Hz. Bilal’e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki “Namaz uykudan hayırlıdır!” ibaresini Bilal ezana eklemiş, Resûlullah Efendimiz de “Bilal, bu ne güzel söz!” diye onu tasvip etmişti. (Avnu’l-Ma’bud, Şerh Ebu Davud, lll,185) Hz. Bilal, Resûlullah’ın (sav) bütün gazalarına katıldı. Bedir Gazası’nda Hz. Bilal, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!...” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve Müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.

Resûl-i Ekrem Mekke’nin fethi ardından Kâbe’ye girerken has müezzini Hz. Bilal’i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer bu vakayı şöyle nakleder ve der ki: “Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethi gününde, Mekke’nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilal ve Osman b. Talha da yanlarındaydı. Resûl-i Ekrem, Kâbe içinde uzun bir müddet kalıp sonra çıktılar. Arkasından müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilal, kapının arkasındaydı. Bilal’e Resûlullah’ın (sav) nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilal’e, Allah Resûlü’nün (sav) kaç rekât namaz kıldıklarını sormayı unuttum.” (Buhari, Meğazi, 49). Resûlullah (sav), Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilal, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhid nameleriyle coşturmuştu. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 234).

Resûl-i Ekrem’in (sav) vefatı üzerine, O’na karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilal, Medine’de kalmaya dayanamayıp ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilal’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilal ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!” Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!” Resûlullah’ın (sav) vefatından sonra Hz. Bilal, Şam’a gitti ve Hz. Ebu Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı. (İbn Sa’d, Tabakat, lll, 238)

Hz. Ebu Bekir’in (ra) vefatından sonra Hz. Ömer devrinde cihad devam etti, Hz. Bilal bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer hicri on altıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilal onu karşılamaya çıkarak Cabiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resûlullah’ın (sav) vefatından beri ezan okumayan Bilal’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilal de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Hz.Bilal ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resûlullah (sav) dönemini hatırlayarak hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Hz. Bilal’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Kudüs’ü teslim alma sırasında Hz. Ömer’den başka Ebu Ubeyde b. Cerrah, Muaz b. Cebel gibi ashabın ileri gelenlerinden birçok kimse bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in (sav) irtihalinden sonra Suriye’ye giden Bilal, Havlan kasabasına yerleşti. Hz. Bilal, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i (sav) gördü. Resûlullah Efendimiz ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?” Hz. Bilal, uyanır uyanmaz hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resûl-i Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilal’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilal (ra), onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescidi’nde ezan okumaya başladı. Bilal’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resûlullah’ın risaletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, bütün Medine halkı Hz. Peygamber’in (sav) kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. O sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün Müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilal’in sesi idi.

Hz. Bilal, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk’ın Babü’s-Sağir tarafına defnolundu. (İbn Sa’d, Tabakat, lll, 238; ibnü’l-Esir, Üsdü’l Gabe, l, 209)

Hz. Bilal (ra), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören hanımı, teessüründen “Ah, ne acı!’’ dedikçe, Bilal: “Oh, ne tatlı!’’ diyor ve ekliyordu: ‘Yarın sevgililerle (Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarıyla) buluşacağım.” diyordu.

Bilal-i Habeşi (ra) İslam’ın ahlakıyla ahlaklanmış, fazilet ve kemal sahibi bir sahabe idi. Hz. Bilal’in, ilk Müslümanlardan ve İslam akidesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilal, bütün vaktini, Resûl-i Ekrem’e (sav) hizmetle geçirdi. O, Resûlullah’ın (sav) meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resûlullah’dan (sav) ayrılmazdı. Hz. Peygamberin (sav) hazinedarlığını yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resûlullah’ın (sav) evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilal’in doğruluk ve ahlakı, İslam’a bağlılığı bütün herkes tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde söz sahibi olan mü’minlerden biriydi.

Hz. Bilal, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 238-239).

Hayatını özetlemeye çalıştığımız Hz. Bilal (ra) ile ilgili paylaşmak istediğimiz şöyle bir rivayet daha vardır. Sahabe-i kiramdan bazıları, Hz.Bilal’in Arap olmadığı için, (ha) sesini daha ince telaffuz ederek (he) şeklinde çıkarması, ezanda (hayya’al es-salâh) yerine (heyya’al es-salâh) şeklinde söylemesini şikayet ederek :

-Ya Resûlullah! Kardeşimiz Bilal ezanı yanlış okuyor, diye arz ederler. Bunun üzerine Kâinatın Efendisi (sav):

-Onun yanlışı, Bana, sizin doğrunuzdan daha sevimli geliyor, buyurur.

Ömrünü Cenâbı Peygamber Efendimiz’e adamış, ihlâs-samimiyet ve şuur abidesi bir sahabe vardır karşımızda. Evet, telaffuzu hatalıdır, kusurludur fakat Hz. Bilal efendimizin öyle bir teslimiyeti, aşkı, tebeiyyeti vardır ki Kâinatın Efendisi’nin onun için söylediği söz bugün bize bir kurtuluş kapısı açmaktadır. “Onun yanlışı, Bana, sizin doğrunuzdan daha sevimli geliyor!” Demek ki kul Mevlâsı’na yakın olma çabası içine girdikçe kusurları görülmeyecek, hatta kusur olmaktan çıkıp sevimli, hoşa giden bir duruma dönüşecektir.

Bugün bizler de Peygamber varisi insan-ı kâmil ile muhatabiyetimizde, bu tür tatlı kabullenişleri yaşamaktayız. Cenâbı Mevlâmız bizleri; ihlâsıyla-samimiyetiyle bu kapıyı açan Hz. Bilal efendimize bağışlasın. Onun şefaati üzerimize olsun.


Velhamdulillâhi Rabbil Âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Elhamdulillahi Rabbil âlemin. Âlemlerin sahibi, maliki; terbiye edicisi-Rabbi olan Mevlâmız’a hamd ve senalar olsun ki bizi insan olarak var etmiş ve Habib-i Huda,  Şefiî rûz-ı ceza,  Hak Nebi Nur Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e ümmet eylemiş.  Elhamdulillah insan olmak, tüm mahlukatın eşrefi olmak demek iken, ümmet-i Muhammed olmak ise insanlık tarihi içerisinde bir kula yetecek kıymette bir şereftir. Bunu anlamayı, kadrini bilmeyi ve işte bu seçilmiş ve sevilmiş olma şerefiyle Mevlâmız’a kavuşabilmeyi Cenabı Hak hepimize lütfeylesin.

Büyüğümüz, imanı-İslam’ı bizlere telkin, talim ve terbiye eyleyen Mevlânâ Hâce Yakub-i Sani el-Hâşimî Hazretleri(ks) “Ümmet-i Muhammed olmak Hz. Hasan olmak, Hz. Hüseyin olmakla eşdeğerdir.” buyurmuşlardı.  Nasıl ki Kâinatın Efendisi, ümmetin sahibi Efendimiz (sav); torunları Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i severdi,  işte ümmetinden her bireye de öyle düşkündürler, manasıyla anladığımız bu söz aynı zamanda sevilenlerin sorumluluğuna da işaret etmektedir. Mevlâmız bizi onlara bağışlasın diyoruz.

Önceki yazılarımızda Resul-i Ekrem Efendimiz’in (sav) ashabını eğitmede, insanlarla ilişkisinde nasıl bir üslup, anlatım, hitabet içerisinde olduğunu daha iyi anlamak için alıntılar-tahliller yapmaya çalışmıştık. Yine bu konudaki rivayetleri nakletmeye, anlamaya çalışacağız.

İbn Hişam’ın rivayet ettiğine göre Efendimiz’in (sav), Kur’ân-ı  Kerim okurken bir kısım ayetlerde sesini daha hafif, bir kısım ayetlerde daha yüksek bir tonda çıkardıkları ifade edilir. Konuşurlarken de karşılarındaki insana farklı tonlarda hitap etmişlerdir. Örneğin Avf b. Malik el-Eşcai (ra) şöyle nakleder: Efendimiz’in (sav) yanında oturuyorduk.  ”Allah’ın Resûlü’ne biat etmiyor musunuz?” dedi. Bu sözü üç defa tekrar etti. Ellerimizi uzattık ve dedik ki: “Ya Resûlullah, biz Sana biat etmiştik. Bu defa ne üzerine biat edelim?”  Buyurdular ki:  “Allah’a ibadet etmek, O’na hiçbir şeyi/eş koşmamak, beş vakit namaz kılmak…” sonra fısıltı halinde ilave etti:  “Kimseden bir şey istememek üzere biat edin.”

Burada yüksek sesle, duyulur biçimde söylenenlerle, fısıltı halinde söylenenlerin tesiri arttırıcı oluşu ortada olduğu gibi, ilk söylenenlerin herkese duyurma amaçlı olduğu, fısıltı ile söylenenlerin ise elini uzatan kişilere has, onların şahsiyet ve anlayışlarıyla ilgili bir istek olduğu da düşünülebilir. Biliyoruz ki Efendimiz (sav) kimin neye ihtiyacı varsa ona göre davranmıştır. Aynı soruya, örneğin “En hayırlı amel nedir, ya Resûlullah?” sorusuna kişilere göre farklı cevaplar verdiği bilinmektedir. “Kimseden bir şey istememek” çok özel bir tekliftir.

Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin bir  sohbetlerinde  “Allah’tan alabileceğin şeyi başkalarından isteme. Allah’ın (cc) sana veremeyeceği hiçbir şey olmadığına göre O’ndan başkasından bir şey isteme. O’ndan da O’ndan başkasını isteme.” şeklinde buyurdukları ifadelerindeki sesin yüksekten fısıltıya seyri gözümüzün önünde olmakla beraber, anlam olarak üç merhalenin kast edildiğini düşünmekteyiz. Birincisinde Hakk’ı biliş-tanıyışta adeta ilk basamak dile getirilir. “Lâ İlâhe”nin tefsiri yapılır. Yönelişte, yalvarış-yakarışta gayrilerden yüz çevirmek kulluğun ilk adımıdır. İkinci basamakta daha derin bir alışveriş başlamıştır. “İllallah” denilmeye başlanmıştır. Ancak O ilahtır, ancak O’ndan istenir. Tek kaynak, melce’, mebde, sığınak O’dur. Verici olan O’dur. Lütuf, kerem, rahmet, rızık, şifa ne lazımsa verecek olan O’dur. Üçüncü adım ise “Muhammedu’n-Resûlullah”tır. Çünkü Âlemlerin Efendisi O’ndan ancak O’nu istemiştir. O’nun rızası ve hoşnutluğundan başka bir arzusu olmamıştır. Efendimiz’i aşk ile tanıyan varisleri de O’ndan ancak yine O’nu istemişlerdir. İşte bu zatî tevhiddir. Burada kulun Mevlâsı ile cennet-cehennem ilişkisinden geçip marifet ve muhabbet tahsili ile zatî ilişkiye geçmesi ifade edilir. Amaç, beklentisizce O’nun rızasını-hoşnutluğunu kazanmaktır. Hâcegân yolunda bu şifredir, paroladır: İlâhi, ente maksûdi ve rıdâke matlûbi. (Ey Allah’ım, benim maksadım Sensin ve isteğim-talebim Senin rızanı kazanmaktır.)

Efendimiz’in (sav) önce “O’na eş koşmamak, ibadet etmek, beş vakit namaz…” gibi isteklerinden sonra “Kimseden bir şey istememek” ifadesi ashabı kirâmı adeta daha derin bir ilişkiye davettir. Elhamdulillah, Peygamber varisi, büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin ifade tarzı, uslûbu aynı eğitim metodunun bugün de devam ettiğinin göstergesidir.

Başka  bir rivayette ise  Abdullah b. Ömer (ra) şöyle naklediyor: Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Şanı Yüce Allah, kıyamet günü gökleri toplayıp dürer, sonra onları sağ eline alır: ‘Melik Benim…Nerede cebbarlar, nerede kibirlenenler?’ der. Sonra yerleri sol elinde toplayıp dürer: ‘Melik Benim… Nerede cebbarlar, nerede kibirlenenler?’ der.” Resûlullah (sav)  bunları söylerken parmaklarını açıp kapıyor. “Melik Benim…” der diye anlatıyordu. Minbere baktım da kökünden sarsılmakta idi. O derecede ki  Resûlullah (sav) ile birlikte minber devrilecek diye korkmaya başladım. (Müslim, Sıfati’l Münafikin; h.24, 25.6/2148)

Bu rivayette Efendimiz’in (sav), konunun hararetine binaen beden diliyle, özellikle mübarek ellerini kullanarak anlattığı tabloyu tasvir ettiği, canlandırdığı görülmektedir.

Özellikle  “Melik benim…”  ifadesindeki gücü-kudreti, otoriteyi elleriyle göstermeleri, parmaklarını, avuç içini kullanmaları, minberi sarsacak derecede sert ifadeleri adeta dinleyicileri o ana götürmekte, o heybet karşısında haşyet duygusu oluşturmaktadır. Hâce Hazretleri, Cenabı Hak için zaman kavramı olmayacağını, O’nun zamanla kayıtlanamayacağını ifade ile, Elest bezmi ile kıyamet sahnelerinin önceliği sonralığı olmayacağını, buyurmuşlardı. Önemli olan “şimdi”dir çünkü aynen Efendimiz’in (sav) anlatımlarıyla ashabı kıyamete götürmeleri, yaşatıp geri getirmeleri gibi, “şimdi”yi yerine göre haşyetle, yerine göre aşk ve muhabbetle doldurmak esastır. Bazen korku bazen ümit ile kulluğun-ibadetin içinin doldurulması gerekmektedir. Elhamdulillah Hâce Hazretleri’nin bizlere hitabında kimi zaman haşyetin-heybetin, kimi zaman ümitle aşk ve muhabbetin yaşandığını ehli sohbet iyi bilmektedir. Sözün özü; Peygamberi eğitimin, Nebevi usûlün bugün Hâcegân yolunda yaşandığını bizzat müşahede etmekte ve şükründen aciz olduğumuzu itiraf etmekteyiz.

Cenabı Hak; gafletimiz, anlayışsızlığımız nedeniyle bu eğitimden mahrum kalmaktan bizleri muhafaza eylesin. Hepimizi affu mağfiret eylesin. Rızasına-likâsına mukarin eylesin. Âmin vel hamdülillahi Rabbil Âlemin.     

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 07 May 2014 13:18

EFENDİMİZ’İN HİTÂBETİ -7-

Elhamdulillahi Rabbil Âlemin… Aziz olan, Celil olan Mevlâmız’a  hamd ve senalar olsun. O’nun insanlığa gönderdiği en güzel  hediye olan, insanlığın güzeli, ümmetin sahibi Efendimiz’e (sav) salâtlar, selamlar olsun. Kendisinden sonra da bizleri “sahip”siz bırakmadığı için Efendimiz’e (sav) ayrıca ihtiramlar, teşekkürler olsun.

Resûlullah (sav) Efendimiz’i bugün için İslam tarihi kaynaklarından, Siyer ya da Şemail kitaplarından öğrenmek mümkündür. Özellikle burada “öğrenmek” ifadesini tercih ediyoruz çünkü öğrenmek tam anlamıyla bilmek-tanımak anlamlarına gelmez. İman eden bir kişi, Hadis-Siyer-Şemail-Hayatüs Sahabe… gibi birçok İslam tarihi kaynağından Efendimiz’i (sav), O’nun yaşantısını, ahlakını, ashabını eğitme usullerini öğrenebilir. Ancak bu bilgilerin bugün nasıl uygulanacağına dair kendi çıkarımlarıyla baş başa kalacaktır. Elhamdulillah ki bizler vâris-i Nebi olan insan-ı  kâmil ile muhatap olduğumuzdan bugüne neyin-nerede-nasıl ve ne ölçüde uygulanabileceğine dair, şu hayat mektebinde okuduk, okumaktayız. Efendimiz’in (sav) konuşma tarzı, hitabeti gibi konuların bizlere açılmasını da mümkün kılan yine Büyüğümüz Mevlânâ Hâce Hazretleri’nin üslûbudur. Yaklaşık on beş senedir Hâce Hazretleri’nin sohbetleriyle muhatap oluşumuz, en büyük sünnet-i seniyye olarak sohbetin önemini, insanlara tesirini görmemizi, bizzat yaşamamızı sağlamış oldu. Sohbet denilen eğitim tarzının temeli söze ve sözün söyleniş biçimlerine dayandığı için, Efendimiz’in (sav) üslûbunu varis-i ekmelinde görerek öğrenmiş olduk. Yaptığımız kaynak araştırmaları yalnızca bu gerçeğin teyidcisi oldu.

“Kelimeler, manalara giydirilmiş gömleklerdir.” diyen Cemil Meriç’in tespitiyle hakikatin-marifetin kelimelerle nasıl bizlere aktığını bizzat müşahade etmiş olduk. “Kalbimdekileri Hz. Ebubekir’in (ra) kalbine akıttım.” buyuran Hz. Nebi (sav) Efendimiz’in usûlünü, üslûbunu biz de Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nde görmüş olduk. Bu anlamda bizim Efendimiz’den (sav) aktarmaya çalıştığımız örnekler hayatımızda karşılığı olan bilgilerdir. Bunu da tahdis-i nimet babından özellikle belirtmemiz gerekir.

Hz. Ali (ra), “Sözü tatlı olanı sevmemek elden gelmez.” buyurur. Efendimiz’in (sav) tatlı hitabeti, O’nun sözlerindeki  letafet  her dinleyene tesir etmiştir. Her ne kadar söz boğazdan çıksa da sözdeki eda, ahenk, letafet, kalpten-ruhtan gelir. Söz, hatibin ruh yapısına göre ya gül olur, kokar; ya diken olur, batar. Bu yüzden ses kulağa gelir; sesin ruhu diyeceğimiz eda-ahenk-letafet, ruha-kalbe tesir eder.

Resûlullah (sav) Efendimiz’in yüzü gibi sesinin de güzel olduğu işitenlerce ifade edilmiş ayrıca bu güzel sese kalbinden gelen rahmet-şefkat duyguları da yansıyınca bütün katı kalplilere bile tesir eden hitabeti ortaya çıkmıştır.

“Allah’dan gelen bir rahmet ve merhamet duygusuyla onlara tatlı söz söyledin, yumuşak davrandın. Şayet kaba, sert tabiatlı, katı kalpli olsaydın etrafındakilerin dağılıp gittiğini görürdün.” (Âl-i İmran-159) ayeti kerimesi Efendimiz’in (sav) nasıl rahmetle donatıldığının ve rahmetin tesiriyle insanları nasıl etkilediğinin ifadesidir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Kavli leyyin” yumuşak-tatlı söz ifadesi Musa’dan (as) istenen bir üslûptur. Rivayetlerden biliyoruz ki Musa (as) sert yapılıdır. Firavuna tesir edecek üslûp olarak ondan “Kavli leyyin” istenmiştir. Ardından “Umulur ki tesir eder.” beklentisi ifade edilir. Elhamdulillah Efendimiz’in (sav) üslûbunun övüldüğünü, olumlu tesirlerinin dile getirildiğini ayeti kerimede görmekteyiz.

Efendimiz’in (sav) ashabını usandırmamak için onların hallerini dikkate aldığını, onların istekli oldukları zamanı kolladığını da rivayetlerden öğrenmekteyiz. Peygamber terbiyesinden geçmiş Hz. Âişe annemizin “Dinleyen olursa konuş, konuşan olursa dinle.” ifadesi de bu “hazır bulunuşluk” yönüne ifade etmektedir.

“Allah (cc) usanmaz fakat siz usanırsınız.” meali şerifi de bilgiyi-hakikati verirken bile insanın yapısının gözetilmesini dile getirir. İbni Abbas (ra) Hazretleri’nin “Bazen espri ile zihinleri dinlendirin.” tavsiyeleri de zihin algı düzeyinin, yoğunluğunun dikkate alınması ve eğitimde teneffüs uygulaması gibi ara verilişin önemini ifade eder.

“Nebi (sav) dinleyicilerin ön tarafta bulunanlarını rahatsız etmeyecek, arka sıradakilere duyurabilecek bir ses ayarına dikkat etmiştir. Bu konuda gelen nakillerden bir kısmı şöyledir:

•    Resûlullah’ın (sav) geceleyin ashab-ı suffanın yanına geldiği zaman uyuyanı uyandırmayacak uyanık olana duyuracak bir sesle selam verdiğini biliyoruz. (Müslim, el-Eşribe 32/174, III/1625)

Ashab-ı suffa, diğer bütün ashab gibi Resûlullah’ın bir selamını almaya can atan, O’nu dünya ve ahiret saadetinin tek rehberi olarak tanıyan ve bir lokma ekmekle kanaat ederek O’nun yanında kalmayı tercih eden insanlardı. Resûlullah’ın sesiyle uykudan uyanmayı bir nimet sayacakları muhakkaktı. Bununla beraber Efendimiz’in (sav) hafif sesle selam vermesi muhatabı sesiyle rahatsız etmeme prensibine dayanmaktadır. (el-Buhari, el-Amelü fi’s-salat:15/II/63)

•    Resûlullah’ın (sav) konuşurken ayağa kalkması, minberde, bineğin veya yüksekçe bir kayanın üzerinde olduğu halde konuşması hem kendini muhatabın görmesi hem de sesini daha iyi duyurabilme maksadına dayanıyordu. (Ebû Davud, el-Menasık: 51/ 1885, İbn Sa’d, I/252)

•    Minberde yaptığı en son konuşmada hasta olduğu için oturmuş, yüksek sesle konuşamayacağı için cemaatin iyice yaklaşmasını istemişti. (el-Buhari, el-Cumu’a: 29/ I233)

•    Bir bayram hutbesini arka kısımda bulunan kadınların işitememesi sebebiyle onların yanına kadar gitmiş ve hususi olarak onlara da konuşmuştur. (el-Buhari,el-İlm: 32,I/33, Müslim, salati’l- ıydeyn,h.2,II/602)

•    Ümmü’l-Husayn Ahmesi  diyor ki: Resûlullah’ı (sav) Veda Haccı’nda hitap ederken gördüm. Üzerinde koltuğunun altından geçirerek sarındığı bir elbisesi vardı. Ben onun omzunda (yüksek sesle haykırması sebebiyle) titreyen adalelerine bakıyordum. Şöyle diyordu:

‘Ey insanlar Allah’dan korkun…Size emir tayin edilen kişi, burnu kesik bir köle de olsa Allah’ın kitabına göre hükmettiği müddetçe ona itaat edin.’ (et-Tirmizi, el-Cihad:28/1706,IV/209)

Resûlullah’ın (sav) Arafat’ta yapmış olduğu bu konuşma ayrıca Rabi’a b. Ümeyye b.Halef (2/624) tarafından cümle cümle tekrarlanmıştır. (bk.İbn Hişam,IV/252) Mina’da, kuşluk vakti, boz bir deve üzerinde yaptığı konuşmada ise tekrarlama vazifesi Hz. Ali b. Ebi Talib’e (40/661) verilmiştir. (Ebû Davud, el-Menasık:73/1956,II/268) Bunlar o gün için bir hoparlör tertibatı olarak değerlendirilebilir. Konuşmalarda dinleyici sayısı yüz bini bulmaktadır. Mina’da yapılan bir baş ka hitabetin bir mucize olarak her tarafa ulaştığı, herkesin bulunduğu yerden bu konuşmayı rahatça dinlediği rivayeti de vardır. (bk.İbn’l-Kayyim el-Cevziyye, Zadü’l-Mead: I/275, Ebü Davud, II/268)”

Ahmet Lütfi Kazancı Hoca’nın “Peygamber Efendimiz’in Hitabeti” kitabından alıntıladığımız bu bölümle yazımızı bitirelim. Cenabı Hak (cc), Efendimiz’in (sav) eğitimini bugün varis-i ekmelinde görmeyi  hepimize nasib eylesin; aksi halde imanımız kitabi kalmaktan öteye geçemeyecektir. Hz.Ali (ra) efendimizin buyurduğu; “Eğer çocukken ölüp Rabbimi tanımadan cennete gitseydim buna sevinmezdim. Zira Allah’ı en iyi bilenler  O’ndan en çok korkanlar, O’na çokça ibadet edenler ve Allah için güzel nasihatte bulunanlardır.” ifadesinden anladığımız Mevlamızı tanımak cennete gitmekten öncelikli bir hedeftir bizler için.
Rahîm olan Rabbimiz bu eğitimi  kemâl  sahibi dostundan alabilmeyi hepimize nasip etsin.  

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort